14 Haziran 2020 01:20
/
Güncelleme: 15 Haziran 2020 05:43

Avrupa'nın Gündemi: Avrupa sömürgecilik tarihiyle yüzleşiyor

“Köle tacirlerinin ve ölüm saçan beyaz ırkın üstünlüğü savunucularına ait heykellerin indirilmesini istemek, tarihin silinmesi değil hatırlanması demektir. ”

Avrupa'nın Gündemi: Avrupa sömürgecilik tarihiyle yüzleşiyor

Köle taciri Robert Milligan'ın Londra'nın West India Quay bölgesinde bulunan heykeli, başlatılan imza kampanyasının ardından kaldırıldı | Fotoğraf: Hasan Esen/AA

İngiltere bu hafta sömürgeci tarihiyle yüzleşmek zorunda kaldı. Bristol şehrinde köle taciri Edward Colston’un heykelinin alaşağı edilip denize atılması, halkın İmparatorluk tarihini sorgulamasına ve köle ticareti ile soykırımlara bulaşmış şahısların kamu alanlarındaki heykellerinin teker teker indirilmesine yol açtı.

ABD Başkanı Trump’ın Almanya’da konuşlandırılmış 34 bin 500 Amerikan askerinden 9 bin 500’ünü geri çekme planı, ABD-Almanya ilişkisinin bir kez daha gözden geçirilmesini gerektiriyor. Karar esas olarak “Çin’le mücadele”ye bağlanıyor.

Fransa’da işyerlerinde, okullarda ya da kafeterya teraslarında yüzlerce kişinin bir araya gelmesine izin varken sokakta ise 10’dan fazla kişinin bir araya gelmesi yasak. Bu nedenle yasağın esas olarak gösterileri engellemeye yönelik bir önlem olduğu açık. Fakat yasağa rağmen Renault işçileri, polis şiddeti ve ırkçılığa karşı mücadele edenler, sağlık sistemini sorgulayan sağlıkçılar binler halinde sokaklara çıkmayı sürdürüyor, geri durmuyor. La Forge gazetesinden çevirdiğimiz yazı, bu mücadelenin güçlenmesi çağrısı yapıyor.


DESPOTLARIN YIKILAN HEYKELLERİ BRİTANYA’NIN
GÜNÜMÜZDEKİ IRKÇILIĞINI GÖRMEYE ZORLUYOR

Owen JONES
The Guardian

Köle tacirlerinin ve ölüm saçan beyaz ırkın üstünlüğü savunucularına ait heykellerin indirilmesini istemek, tarihin silinmesi değil hatırlanması demektir. Karşı çıkanlar açısından protestocuların asıl günahı da bu. Britanya devletinin tarihi vahşetinin toplum bilincinde yaygınlaştığında olacaklardan korkuyorlar.

Politik mücadeleler tarihe dair çelişen görüşlere dayanarak süre gelmiştir ve bu açıdan günümüzdeki mücadele de farklı değil; tepki aslında kültürel birikimimize bir saldırı değil günümüz Britanya’sının yeniden düzenlenmesi olasılığıyla alakalı.

Ülke büyük bir tarih dersinin içine çekildi ve sınıfın önünde ders verenler genç siyah protestocular ve destekçileri. Heykeli Bristol Limanının dibini boyladığında Edward Colston tarihten silinmedi: Yaşadığı dönemden daha meşhur oldu. Afrika’dan Amerikalar’a götürdüğü 84 bin kölenin ve gemilerinin iğrenç koşullarında ölen 19 bininin çoğunluk ilk defa farkına vardı.

Aynı şekilde Londra’nın Tower Hamlets Belediyesi heykelini kaldırdığında Robert Milligan tarihten silinmedi. Aslında, göreceli olarak kıyıda kalmışlıktan Londra’nın devasa zenginliğini iddia edildiği gibi girişim, metanet ve kültürel üstünlükle elde etmediğinin çarpıcı bir anımsatıcısına dönüştü. Bu zenginlik büyük oranda siyahların zapt edilmesi ve köleleştirilmesiyle elde edilmişti.

İstisnacı Britanyacılık ülkeyi tarihi bir özgürlük vahası, 2. Philip’ten Napolyon’a ve Adolf Hitler’e tarihi despotları alt eden kurtarıcı olarak göstermeyi sever. Robert Clive’ın Shrewsbury şehrindeki heykellerinin kaldırılması talepleri doğrudan bu rivayetle çakışır. Hindistan’ın çoğunluğunu fetheden Clive, zapt ettiği yerlerin çoğunu yağmalamış ve Bengal nüfusunun üçte birinin öldüğü 1769-1773 kıtlığına yol açan uygulamaları getirmiştir. Oldukça aydınlatıcı ‘Victoria Dönemi Sonu Katliamları’ kitabında Mike Davis’in gösterdiği gibi Britanya yönetiminde serbest ekonomi politikaları sonucu milyonlarca insan hayatını kıtlıklarda kaybetti. Bu kıtlıkların sonuncusu 1943’te, Hintlilerden nefret ettiğini ve onları “Hayvanca dinleri olan hayvanca insanlar” olarak gördüğünü ifade eden, Winston Churchill yönetiminde Bengal’de yaşandı ve onun politikaları sonucu üç milyon insan açlıktan öldü. Stalin ve Mao Sovyet ve Çin kıtlıklarından sorumlu tutulurken Britanya devleti de Hindistan’dan sorumlu tutulmalıdır.

Tabii ki bu Britanya’ya özgü bir durum değil. Avrupalıların genel olarak kabul ettiği ve yasını tuttuğu tek şiddet türü birbirlerine karşı uyguladıkları: AB’yi savunanlar onun yüzyıllar boyu süren Avrupa içi devasa kan dökmeleri sonlandırmasında oynadığı role işaret ediyor. Yerkürenin diğer kıtalarına ihraç edilen şiddet konusunda sessizlik ise yaygın. Antwerp’te protestocular Kral 2. Leopold’un heykelinin kaldırılmasını sağlayarak bu yanlı görüşü sorguladılar.

Atlantik’in iki yakasında göstericiler, ulusların, tarihin yeni bir anlayışıyla bugünle hesaplaşmalarını sağlıyor. Yeni tarih öğretmenlerimizin bize gösterdiği Batılı toplumların zenginliklerinin -birkaç avuçta toplanmış olsa bile- kölelik, kolonici şiddet ve yağmayla elde edildiği. Bu baskıya maruz kalanların insanlıktan çıkarılmasını gerektiriyordu; kalıntıları ise kurumlar ve tüm toplumları saran ırkçılık oldu.

Siyahların polis tarafından çok daha fazla durdurulup aranması, çok daha fazla sayılarda hapishanelerde olmaları, işsizlik ve yoksulluğu daha derin yaşamaları, işyerlerinde haksızlığa uğramaları, medyada, politikada ve yönetim kurullarına yeterince temsil edilmemeleri böylece açıklık kazanıyor.

Bu haftaki olayların sadece kültür savaşının en son bombardımanı olduğunu iddia edenler olacaktır, fakat bu faydasız bir oyalamadır. Gözlemlediğimiz, azınlıkların uzun zamandır talep ettiği haklar ve itibar için mücadelesi ile, sağın onların olası kazanımlarına karşı silahlı tepkisidir. 

Bu söylevle mücadelenin nesilsel bir boyutu da söz konusu: Kaybedecek çok az şeyi kalmış geniş bir genç kuşağın yukarıdakilere tehdidi kaygısının güdümüyle “uyanan” barbarlar ordusunun kapılarına dayanması korkusu.

Bu adalet kavgasının, daha fesat kritiklerinin söylediği gibi, protestocuların ülkelerinden “nefret” etmesiyle bir alakası yok: Tarihin herhangi bir yeniden tasviri geçmişteki diğer büyük adalet mücadelelerini de tanımak anlamına geliyor. Levellers ayaklanması; 17. yüzyıl erken demokratları; dünyanın ilk büyük işçi sınıfı politik hareketi olan 19. yüzyıl Chartist ayaklanması, Süfrajetler, sendikalar, ırkçılık karşıtı ve LGBT kampanyaları.

Bilincimiz tarihi yorumlama şeklimizle biçimleniyor ve bu mücadeleyi birçok kişi için rahatsız edici kılan da bu. Rahatlatıcı olması da gerekmiyor.

Heykeller birer birer yıkıldıkça yeni bir tarih hatırlanıyor; her biri günümüz üzerine yeni kurcalayan bir ışık tutuyor. Bunun anlaşılması adaletsiz statükoyu tehdit ediyor ve karşı çıkanlar asıl bundan korkuyor, mazide kalmış ırkçı despotların yıkılmasından değil.

(Çeviren: Haldun Sonkaynar)


SAVAŞIN MERKEZİ ALMANYA

German Foreign Policy

Trump yönetiminin Almanya’da konuşlanan ABD askerlerinin sayısını önemli ölçüde azaltma planı sadece Washington’da değil, Berlin’de de sert direnişle karşı karşıya kalıyor. Washington’daki kızgınlığın arka planı, Almanya’daki ABD askeri altyapısının ABD silahlı kuvvetlerinin küresel operasyonları için büyük önem taşıması. Stuttgart, hem Amerika Birleşik Devletleri Avrupa Komutanlığının (EUCOM) hem de Amerika Birleşik Devletleri Afrika Komutanlığının (AFRICOM) merkezi durumunda. Ramstein ve yakınındaki Landstuhl, ABD dışındaki en büyük ABD Hava Kuvvetleri üssü ve en büyük ABD askeri hastanesine ev sahipliği yapıyor. ABD silahlı kuvvetlerinin Afganistan ve Irak’taki operasyon bölgelerine nakliyesinin çoğu Ramstein üzerinden yapılırken, orada yaralanan ABD askerlerinin tedavisi sık sık Landstuhl’da gerçekleşiyor. ABD insansız hava aracı operasyonları da Ramstein aracılığıyla kontrol ediliyor.  ABD ordusunun merkezi Avrupa karargahı da Wiesbaden-Erbenheim’da. Burada “Şimdi de önemli olan istihbarat teşkilatları” barındırılıyor. Buna ek olarak, ABD’nin Almanya’da birkaç büyük ordu deposu var. Miesau’daki ordu deposu, ABD dışındaki en büyük ABD mühimmat deposu.

ABD’nin Almanya’daki birliklerinin varlığı Rusya’ya karşı güç mücadelesi açısından da büyük önem taşıyor. 2014’teki tırmanışından bu yana, Washington sadece Avrupa’daki askeri faaliyetlerini değil, özellikle Almanya’daki faaliyetlerini de yoğunlaştırdı. Bu, Doğu ve Güneydoğu Avrupa’da Rusya’ya karşı olası bir savaş için APS kamplarının askeri teçhizatla donatılmasını ve manevra faaliyetlerinin genişletilmesini de içeriyor. En son örnek, yaklaşık 20 bin ABD askerinin ve büyük miktarda savaş ekipmanının Atlantik boyunca konuşlanmasını ve Rusya sınırına taşınmasını test edecek olan “Defender Europe 20” adlı büyük ölçekli manevra. Kovid-19 pandemisi nedeniyle kesilmesine rağmen, şu anda en azından kısmen “Defender 20 plus” adı altında devam etmekte. Bu arka plan dikkate alındığında Almanya’da konuşlanmış ABD askeri personelinin Japonya dışındaki diğer tüm ülkelerden daha fazla olması ilgi çekici; Federal Cumhuriyet’te resmi 34 bin 500 ABD askerinin yanı sıra yaklaşık 11 bin sivil çalışan bulunmakta. Japonya 55 binden fazla ABD askerine ev sahipliği yaparken, Güney Kore’deki sayı yakın zamanda 2 bin azalarak 26 bine düştü.

Hem Washington hem de Berlin’de, ABD birliklerindeki planlanan azaltmanın Moskova üzerindeki askeri baskıyı azaltacağı konusunda büyük bir memnuniyetsizlik var. Bunun nedeni, yalnızca Federal Cumhuriyet’te kalıcı olarak görev yapan birimlerin bazılarının geri çekilmesi değil, aynı zamanda Trump yönetiminin planlarının Federal Cumhuriyet’te ikamet eden, bazıları kısa manevralar için burada olan, ABD birlikleri için de bir üst sınır getirmesi. Üst sınır 25 bin olarak belirleniyor. Bu durumda ek olarak binlerce ABD askerinin getirileceği “Defender Europe 20” gibi savaş tatbikatları ancak önemli kısıtlamalarla mümkün olabilecek. Bu nedenle üst düzey ABD askeri yetkilileri, askerleri azaltma planlarını uygulamamaya çalışıyorlar. 2014 sonundan 2017 sonuna kadar Avrupa’daki ABD Kara Kuvvetleri Komutanı olan Frederick Ben Hodges, kararı Moskova’nın ödüllendirilmesi olarak değerlendirdi. Demokrat Parti Senatörü Jack Reed “Putin’e iyilik yapıldığını” açıkladı. CDU/CSU parlamento grubunun başkan yardımcısı Johann Wadephul, ABD’nin en son birlik azaltma planlarının da gösterdiği gibi Batı’daki tutarsızlıklardan “yalnızca Rusya ve Çin”in yararlandığını söyledi. Emekli General Hans-Lothar Domröse de Trump yönetiminin projesinin “Putin için harika bir hediye” olduğunu ifade etti.

Berlin’deki hükümet politikacıların arasında genelde hoşnutsuzluk egemen. Örneğin Transatlantik İş Birliği Federal Hükümet Koordinatörü Peter Beyer, “Batı kendini zayıflatıyor” dedi. Henüz “boşanma aşamasında” olunmasa da eskisine göre birlikte çalışmanın kalitesinin çok düştüğünü belirtti. Savunma Bakanı Annegret Kramp-Karrenbauer, Berlin’in Washington planları hakkında hâlâ resmi olarak bilgilendirilmediğini doğruladı: “Sadece basında mevcut olan bilgilere sahibiz.”  Dışişleri Bakanı Heiko Maas Almanya’daki ABD birliklerinin varlığına değer verildiğini açıkladı: “ABD silahlı kuvvetleri ile iş birliğini takdir ediyoruz. Bu iş birliği iki ülkenin de çıkarına” diyen Maas; “Biz transatlantik ittifakta yakın ortaklarız ama ilişkimiz karmaşık” diyerek kızgınlığını saklamadı.

Mevcut tartışma başlamadan önce bile, Berlin’deki hükümet danışmanları federal hükümetin Almanya’daki ABD birliklerinde bir azalma olasılığını bekleyebileceği sonucuna varmıştı. Arka plan, korona krizinin ABD ekonomisinin büyük ölçüde çökmesine neden olacağı ve ABD hükümetinin borcunun fırlayacağı. Bilim ve Siyaset Vakfı (SWP) tarafından yapılan güncel bir analize göre, geçen yıl gayrisafi yurt içi hasılanın (GSYİH) yüzde 79.2’si olan ABD borç düzeyi, gelecek yıl yüzde 108.0’ına ulaşmış olabilir. Washington’un askeri bütçede büyük kesintiler yapması beklenmiyor ama ABD güvenlik ve savunma politikası açısından artık her şeyi yapamayacağı ve buna göre öncelikler belirlemesi gerektiği düşüncesiyle hareket edebilir. Sonuçta muhtemelen “Amerikan’ın odağı” “Çin ve Hint-Pasifik’e daha da fazla kayacak” ve buna bağlı olarak başka bir yerde azaltılacak: “Washington’un salgının ekonomik sonuçları nedeniyle Avrupa’da kalıcı olarak konuşlandırılan askerlerini azaltması ve tek tek üslerini kapatması olası.”

(Çeviren: Semra Çelik)


EKONOMİK CANLANMA, DAHA FAZLA KÂR İÇİN CANLANMADIR!

La Forge

Evden çıkma yasaklarının resmen ortadan kalkması ve ekonomik faaliyetlerin başlamasına rağmen sendikal yapılar, özellikle de merkezi ve federal olanlar, eski ritme dönmede çok zorluk çekiyorlar. Kuşkusuz, virüsün hâlâ dolaşıyor olmasından dolayı var olan kimi zorunlulukları sorumsuzca hiçe saymak değil elbette… Fakat onu göz önünde bulundurmak ve birlikte yaşamasını bilmek lazım. CGT’nin (Genel İş Konfederasyonu) 4 Haziran 2020’de gerçeklesen Ulusal Konfederal Komitesi yine telefonla gerçekleşti, oysa ki milyonlarca işçi iş başına döndü ya da dönmeye hazırlanıyor. Maubeuge kentinde Renault/MCA fabrikasının kapanacağının ilan edilmesi üzerine 30 Mayıs Cumartesi günü gerçekleşen ve 8 bin kişinin katıldığı gösteri, yasakların bitme ve sosyal mücadeleler zamanının geldiğini gösterdi. Keza, 2 Haziran’da Paris’de, Adama Traoré Komitesinin çağrısı üzerine polis şiddetlerine karşı yasağı çiğneyerek kararlılıkla bir araya gelen 20 bin kişi de bunu gösterdi.

Bu anlamıyla “normalleştikten” sonraki dünya ondan öncesinden farklı olmayacak. Koronavirüsten önce, fakat işçilerin korunması için gerekli olan önlemleri almaları için patronları mecbur bırakmak için mücadele yürütüldüğü zamanlarda da, her şey güçler ilişkisi ve sınıf bilinciydi.

Sosyal mücadele hareketinde belirli bir zamandır kapitalist sistem sorunu, hükümet ya da hükümetlerin neoliberal politikalarını eleştirme ve onlara karşı gelmeden daha da ileri giden bir sorun olarak gündemdeydi.

Sosyal mücadelelerin biriken tecrübesi; sağ ve “sol” politikalara karşı -son dönemde özellikle çevre konusunda- karşı çıkışlar ile kamu sağlık sistemi ve emeklilik sistemini savunmak için yürütülen mücadelelerin tecrübesi, geniş işçi kesiminin bu toplumun gerçek doğası ve sermayedarların kutsal azami kâr hırslarının tahribatları konusunda gözlerini açmalarına neden oldu. Sağlık krizi ise bu bilinci daha de pekiştirdi ve genişletti.

Yaklaşan ekonomik krize karşı hükümet ve patronlar gibi Avrupa Birliği de “ekonomik canlanmayı” savunuyor. Bu canlanma kârın canlanmasıdır, fakat genelin çıkarı ve “normalleşme” döneminden “sonraki dünyanın” perspektifi olarak sunuluyor. Bu “canlanma” perspektifiyle ister ulusal düzeyde isterse de (Macron ve Merkel’in 18 Mayıs’ta tanıttıkları) Fransız-Almanya anlaşması ya da Avrupa Komisyonunun masaya yatırdığı yüzlerce milyar avro çerçevesinde olsun, bunların emekçilerin ve halkların taleplerine cevap vermek için olduğuna ve ekonomik kriz ile sonuçlarını uzak tutabileceğine kim inanabilir ki?

Kapitalist emperyalist mantığa tamamen uygun olarak, bu milyarlar, esas olarak temerrütleri garanti altına almak, üretim ve değişim araçlarının yeniden yapılandırılması ve üretimi ile sağlık krizi ve çevre krizinin dayattığı zorunluluklara uygun hale getirmek için kullanılacaktır. Son günlerde gürültüsüz bir şekilde, L. Berger (CFDT Sendikası), Y. Vérier (FO Sendikası), L. Lescure (UNSA Sendikası) ve R. Hoffmann (Almanya’da DGB Sendikası Başkanı) ile birlikte Fransız-Alman planını destekleyen bir yazıyı imzalayarak (Sendikanın Başkanı) P. Martinez CGT’yi Macron ve Avrupa Birliği’nin arkasına getirmiş oldu.

Emperyalist güçler arası yapılan bu anlaşmalar her zaman daha fazla liberalizm, güçlendirilmiş bir rekabet ve işçilerle halklar için hakların gasbı anlamına gelmiştir. Almanya, Fransa ve Avrupa Komisyonunun Yunan halkına nasıl diz çöktürdüğünü hatırlayalım! (Sendikaların) bu imzaları teşhir edilmelidir.

Ekonomik krizle birlikte sendikal harekette bir kez daha iki çizgi karşı karşı gelecektir. Bunlardan birisi “ekonomik canlanma” adı altında işçilerin her şeyi kaybetmemesi adına patronların dayatmalarına uyulması gerektiğini vazedenler, diğer yandan ise her düzeyde sistemin iflas etmesi üzerinden yükselen bilince dayanarak sınıf mücadelesini, işçiler ve halkın çıkarları üzerinden patron ve hükümete karşı mücadeleyi, bu sistemle kopmaya bağlayan çizgi.

Bu çizgiyi; sınıf mücadelesi ve kapitalizmi bitirme zorunluluğu mücadelesinin çizgisini büyütmek için mücadele edelim.

(Çeviren: Nihat Polat)

Evrensel'i Takip Et