George Floyd eylemleri ve Türkiye gençliği
George Floyd’un öldürülmesinin ardından patlak veren dünyadaki hareket, Türkiye gençliğinde neden kitlesel bir karşılık bulamadı?
Fotoğraf: Evrensel
Gazi ATEŞ
Dünyada gençlik kitleler halinde sokaklardayken ve salgınla birlikte perspektifinde bir değişim belirginleşirken, Türkiye’de bu dalga karşılık bulmadı. Oysa Türkiye gençliği, iktidardaki partinin hâlâ kazanamadığı bir kesimi oluşturmasının yanı sıra, başta işsizlik olmak üzere ekonomik-sosyal sorunlarının da oldukça büyük olduğu bir toplumsal kesimi teşkil etmektedir.
Öyleyse, George Floyd’un öldürülmesinin ardından patlak veren dünyadaki bu hareket, Türkiye gençliğinde neden kitlesel bir karşılık bulamadı? Aslında, ırk kavramının göklere çıkartıldığı, ırkçılığın varlığının ise devlet politikası gereği yadsındığı bir ülkede, bu mahiyetteki bir karşılığın oluşmaması anlaşılabilir bir durumdur. Elbette bu husus, buz dağının sadece yüzeyde görünen ucudur.
Türkiye gençliğinin kitlesel bir hareketinin son yedi yılda ortaya çıkmamasını koşullayan çeşitli nedenler bulunmaktadır. Bir kere Türkiye, ekonomik/sosyal/politik sorun ve taleplerin siyaseten pek kolay bir şekilde kendi mecrasından çıkartılabildiği bir ülkedir (Mesela harçların kaldırılmasını talep ederken “vatan haini” olarak lanse edilebilirsiniz vb.). Öte yandan, ülkedeki siyasal yaşam ve düşünce, gençliğin de ufkunu ve ruhunu daraltan belirli ideolojik bariyerler boyunca bir cendere altındadır. Yasal haklardaki formel ve fiili kısıtlamalar ise, işin başka bir boyutudur.
Türkiye’de kökleşmiş bulunan bu umumi politik-ideolojik ortam, kamu ile özel yaşam arasında kronik zıtlıklar üreten bir mahiyete sahiptir. Türkiye, tabiri caizse, bir tekabüliyetsizlikler ülkesidir (Devletin açıkladığı enflasyon rakamlarıyla halkın pazarda deneyimlediği enflasyon arasında bile bariz bir fark vardır!).
Türkiye, nüfusu görece genç olup, fakat tam da genç nüfusunun potansiyelini heder eden bir kapitalist ülkedir. Beyin göçü ortadadır. Pek çok araştırma, gitme olanakları olmayan gençlerin arasında da yurt dışında yaşama isteğinin oldukça yüksek olduğunu gösteriyor. Ama sadece bu bakımdan da değil: OECD’nin geçen gün açıklanan işsizlik araştırmasına göre, “Türkiye’deki 15-24 yaş arası gençlerin yüzde 26’sı ne çalışıyor, ne de eğitim görüyor!” Bahadır Özgür ve Hakkı Özdal’ın Gazete Duvar’da “Gençler Ne İstiyor?” adıyla başlattıkları programda ifade ettikleri de benzer bir tabloyu çiziyor: “Bu dönemde, belki cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir düzeyde bir gençlik kitlesinin ne eğitimde, ne işte, ne de herhangi bir kamusal faaliyette yer almadığı görülüyor. Bu derece büyük bir gençlik kitlesi, hiçbir dönem böyle bir havuz oluşturmamıştı.”
Bu gerçeklik karşısında, bugünün gençliğinin kendini mevcut siyasi yaşamda temsil edildiğini düşünemeyeceği ortadadır. Elbette gençlik bir serada yaşamıyor, mevcut burjuva partileri arasındaki mücadeleler, kutuplaşmalar onu etkilemiyor değil. Fakat şu bir gerçektir ki, Türkiye gençliğinin ana kitlesinin sorun ve özlemleriyle, burjuva partilerin siyasetlerinin tarzı/çerçevesi arasında da bariz bir tekabüliyetsizlik söz konusudur.
“OECD’nin Kovid-19 raporuna göre, ekonomik şartlar, endişeleri de şekillendiriyor. 15-24 yaş arasındaki gençlerin en çok kaygı duyduğu konuların başında; gelir, istihdam ve akıl sağlığını korumak var.” Akıl sağlığını dahi koruma endişesi taşıyan gençlerin, “Geleceğe umutla bakamadıklarını” dile getirmesi şaşırtıcı değildir. Fox TV’nin haberinde bir genç şöyle diyor: “Umudumuzu kırdılar!” Durumun vahameti ortada. Geleceğe umutla bakabilmek, ona dair hayaller kurmak genç olmanın çok tabii bir özelliği olduğu açıktır.
Kamusal yaşamdaki yeri giderek daralan, enerjisi heba edilen, gelecek umudu kırılmaya başlanan ve kendi içine çekilmeye sürüklenen bir gençlik ne yapar, ne yapabilir? Kendine yabancılaştırılan bu gençlik kitleleri, temel gereksinim ve özlemlerinden “kadermiş zar!” diyerek vaz mı geçecek? Bugün içinde bulunduğu koşullar öylesine hızlı ağırlaşmaktadır ki, kaderine boyun eğmesini mümkün kılacak sığınaklar dahi yerli bir edilmektedir.
Olay kabaca şudur: Gerek ülkedeki umumi hava, gerekse iktidarın toplumu kendine uygun bir eksen üzerinden iki kampa bölmeye çalışan politikaları, gençliği, hem olup biteni kavrama, hem de kendi sorunlarını anlamlandırmada dolaylı bir yola sevk etmişti. Bu bağlamda “yaşam tarzı” mefhumu, gençliğin çeşitli ekonomik-sosyal sorunlarının ortaklaştığı bir üst kavram olmuştu. Yani, ekonomik-sosyal sorun ve çelişkiler, iktidarca kültürelize edilmek suretiyle, gençlik açısından bir “yaşam tarzı” sorununa bürünmüştü. Gençlik bunun açık mücadelesini bir yönüyle Gezi direnişinde verdi.
Aslında Türkiye gençliğinin ana kitlesi, Gezi’den bu yana, mevcut iktidara karşı “pasif bir direniş” içerisindeydi. Üst kavramı “yaşam tarzı” olan bu “pasif direniş”in ömrünün uzun olamayacağı, bu direniş biçimine içkin olan çelişkiden de çıkarsanabilir. Bugün ise gençlik, kendisi olmasını olağanüstü zorlaştıran bir siyasal ortamda bulunmuyor sadece, aynı zamanda ekonomik-sosyal sorun ve talepleri de çok yakıcı bir hal alıyor. Bu somut durum karşısında, Gezi sonrasının “pasif direnişi”, gerek çerçevesi, gerekse biçimi bakımından giderek dar gelmeye başlıyor. Türkiye gençliğinin biriken sorun ve özlemleri, gelinen nokta itibarıyla, yeni bir çerçeve ve mücadele biçimini fiilen de zorlamaya başlıyor.
Özellikle büyük kentlerdeki gençliğin ana kitlesinin ekonomik-sosyal sorunlarının son 7 yılda giderek ağırlaşmasıyla birlikte, “yaşam tarzı” sorununun gençlerce algılanışındaki açı da genişlemeye başladı. “Yaşam tarzı” meselesi, herhangi bir kültür sorunu olarak görülebilir veya “yaşam tarzı” eksenli mücadeleler birer “kültür mücadeleleri” olarak anlaşılabilir. Bu, kuşkusuz çok dar bir ele alıştır. Ve aslında bu dar kavranılışıyla, iktidar açısından da bir şekilde üstesinden gelinebilir bir meseledir. Oysa, “yaşam tarzı” kavramı, insanların kendi geçim araçlarını üretme tarzıyla bağıntılı olup kültür sorununa indirgenmemelidir.
Kısacası, gelinen yerde, Türkiye gençliği; kendi sosyal, ekonomik ve kültürel sorunlarının bir bütün oluşturduğu, bu bütünün gerektirdiği şeylerin mevcut iktidarca karşılan(a)madığını açıktan gördüğü bir süreçtedir. Bu süreçte, “pasif direniş”inin, kamusal ve toplumsal yaşamda da “pasifize edilmesine” tekabül ettiğini anlamaya başlayacak bir gençliğin harekete geçmesi, uzak bir geleceğin konusu olmasa gerek.