Ayasofya’nın fetiş karakteri
Herhangi bir nesne, sırrını ancak erbabının bileceğine inandırıldığımız, bizim aklımızın onu bilmeye yetmeyeceğine ikna olduğumuz zaman fetiş haline gelir. Bugün Ayasofya’nın başına gelen budur.
Fotoğraf: Muhammed Enes Yıldırım/AA
Aydın ÇUBUKÇU
Daha önce başka bir yazımda anlatmıştım, Asur Kralları, ele geçirdikleri ülkelerin halklarını köleleştirip kafileler halinde beraberlerinde sürüklerken, o halkın tanrılarını da tantanalı törenlerle kendi ülkelerine getirirlermiş. Bu tanrılar, eski tanrılarının yanında eski inanca dâhil edilirlermiş. Böylece, tutsak edilen halkın, tanrıları da artık tutsak olduğuna göre, yeni efendilerine sadakatte kusur etmeyecekleri umulurmuş. Bunu Hititler de yaparmış. O yüzden adları “Bin Tanrılı Halk” olarak yazılmış tarihe. Demek ki kayıtlara geçmiş haliyle bildiğimiz kadarıyla, dinlerin iktidarların hizmetine koşulmasının en az üç bin yıllık tarihi var.
Tapınaklar, inancın yerine getirilmesinde kullanılan kimi nesneler, muskalar, nazarlıklar, çeşitli takılar, kıyafetler, çoğu zaman ona inanların yakıştırdıkları dışında herhangi bir anlama sahip değildir. Bu, yalnızca o anlamı veren kişi dışında kimseyi ilgilendirmemesi gereken bireysel bir tercihtir. Herhangi bir nesnede, kıyafette, yapıda, heykelde, kolyede, küpede büyülü, dünya ötesi bir güç ya da onun temsilini gören kişi, bunu başkalarına da dayatmadığı sürece kime ne?
Ama tarih boyunca, bütün iktidarlar, dinsel ya da siyasal otoriteler, herhangi bir nesneyi ya da davranış biçimini kutsal ilan ederek onun etrafında yasaklar ve mecburiyetler inşa etmekten geri durmamıştır. Asurlar’da olduğu gibi, kendi tanrıları yetmemiş, başkalarının tanrılarını da “devletleştirmişlerdir!” Uğruna kurbanlar verilmiş, tapınaklar inşa edilmiş, ibadet biçimleri, dualar uydurulmuştur. Bunları uyduran, kurallara bağlayan ve öğreten kurumlar yaratılmıştır. Çünkü bunlar olmaksızın, yönetilenleri zorbalığı kabul eder hale getirmek mümkün görülmemiştir.
Bütün dinlerin ve inançların, doğaüstü güçler taşıdığı ilan edilmiş araçları vardır. Kutsal mekânlar, kentler, dağlar, ağaçlar, hayvanlar, putlar, törenler ve ibadetler inancı ya da dini gündelik hayatın bir parçası, hatta ta kendisi haline getirmek için seferber edilmiştir. Krallar, beyler, her türden iktidar sahipleri, yönetmek istedikleri halkın inançlarını yalnızca kendisinin temsil ettiğini, tanrıların sözcüsü, hatta kimi zaman ta kendisi olduğunu ilan etmişlerdir. Bunun örneklerini görmek için binlerce, yüzlerce yıl gerilere gitmeye gerek yok. Trump’ın elinde İncil’le poz vermesini hatırlayalım yeter.
***
Güncel ya da tarihsel herhangi bir olayın, bir mekânın, kişinin ya da düşüncenin kutsal olduğu iddiasını geniş halk yığınlarına kabul ettirmek bunca yılın yöneticilik tecrübesine sahip egemen sınıflar için çok zor değildir. Efsaneler, el altında hazır bulunan yüzlerce yalancı tanık, zaten kutsal olduğu kabul edilen kitaplar, her gün yüzlerce kez tekrar edilen ezber kalıpları bugüne kadar etkili olmuştur, bundan böyle de işe yaramaya devam edecektir.
Tarih belgeleri gösteriyor ki, örneğin İstanbul’u alan Sultan, yaptığı işin din adına ve kutsal bir iş olduğuna dair herhangi bir iddia ileri sürmemiştir. Onun hayalinde, önce İstanbul’u almak, sonra Roma’ya kadar uzanan büyük bir imparatorluk, yüzlerce yıl önce çökmüş olan Roma İmparatorluğu gibi bir imparatorluk kurmaktı. Dinsel inançları pek çok sofuyu yerinden hoplatacak kadar esnekti. İslam otoritelerinin yasakladığı pek çok şey, onun gündelik hayatının bir parçasıydı. Şarap içerdi ve herkesin bildiği gibi küffarden ressam getirip portresini yaptırmıştı. Dini kasideler değil, aşk şiirleri yazıyordu. Çocuklarının anası Hıristiyan’dı ve dinini değiştirmesini asla dayatmamıştı.
Peki, sonra ne oldu? Böyle bir sultan, sonraki iktidar sahiplerinin araç olarak kullanmasına uygun değildi ve onu değiştirdiler. Hakkında hadis uydurdular. Masallar tarihin yerine geçti. Fatih Sultan Mehmet, gerçek kimliğiyle siyaset piyasasında işe yaramazdı! Hem Fatih, hem de fetih bu yüzden fetiş haline getirildi. Büyülü dumanların arkasına gizlendi, bu dünyadan koparılıp kutsallık katına çıkarıldı.
***
Herhangi bir nesne, sırrını ancak erbabının bileceğine inandırıldığımız, bizim aklımızın onu bilmeye yetmeyeceğine ikna olduğumuz zaman fetiş haline gelir.
Bugün Ayasofya’nın başına gelen budur. Olağanüstü bir mimarlık şaheseri olan bu yapı, Bizans zamanında bir ara mezhep kavgaları yüzünden, bir kısım halk tarafından “Yahudi tapınağı” olarak karalanmıştı. Fatih onun değerini bildi, şahsi koruması altına aldı. Bugün tarihsel, dinsel, sanatsal açılardan bilinmedik yönü yoktur. Defalarca değişik açılardan, farklı bilim dalları aracılığıyla incelenmiş, hangi taşının dünyanın hangi köşesinden geldiğine kadar bilinmedik yönü kalmamıştır. Ama bilinen bu haliyle, o da fetiş yapılamaz. Sırlarla yüklü bir bilinmez olduğuna inanırsak insan bilgi ve emeğinin harika bir ürünü olmaktan çıkar ve cennetin kapısı değeri kazanır!
Üstelik onu böyle kabul ettirmek, dökülmekte olan bir iktidarın koltuk değneği olarak elverişli araç değeri kazanacaksa, adeta İstanbul’un yeniden fethi kadar önemliymiş gibi gösterilerek İslami ibadete açılır!
Sultan Beyazıt, “bir yerde ne kadar çok cami varsa o kadar çok riya vardır” dermiş. Din tüccarlığının ne işe yaradığını bilen bir devlet adamının sözüdür ve asla yabana atılmamalıdır. Daha yakın zamanda, Ayasofya’nın karşısındaki Sultan Ahmet Camisi’ni göstererek, “önce orayı doldurun, sonra Ayasofya’yı isteyin” diyen kişi, şimdi asla dolmayacağını bile bile yeni bir cami açmaya hazırlanıyor. Muhtemeldir ki, çok büyük şatafatla, bir halkı esir almak için, tanrılarını esir almanın en kestirme yol olduğunu keşfeden eski putperest kralların yolundan yürüyerek, bizzat kendisi de orada Cuma namazı kılmaya gelecek. Bakalım soframızdaki ekmek büyüyecek mi?