Burak Büyükcivelek: Ayasofya’yı mimari değil, siyasi olarak kullanıyorlar
ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğr. Üyesi Dr. Burak Büyükcivelek, iktidarın Ayasofya konusunu mimari ve planlama bağlamı içinde kullanmadığına dikkat çekti.
Fotoğraf: DHA
Didar GÜNGÖR
Ankara
Ayasaofya’nın bu hafta cami olarak ibadete açılacak olması, mekan ve toplum tartışmasını yeniden gündeme geldi. Konuya ilişkin sorularımızı yanıtlayan ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümünden Öğr. Üyesi Dr. A. Burak Büyükcivelek, iktidarın Ayasofya konusunu mimari ve planlama bağlamı içinde değil, ulusal ve uluslararası siyasi ilişkiler çerçevesinde değerlendirmeyi, bu ilişkiler içinde bir araç olarak kullanmayı uygun gördüğüne dikkat çekti. Büyükcivelek, “‘Papa şunu yaptı, Haçlılar şöyle talan etti, Cordoba’da şu oldu’ demek yerine bir dünya mirasının korunması, geliştirilmesi ve sergilenmesi konusunda sürdürülebilir çözümler nasıl üretilebilir gibi sorular farklı bir yaklaşımın başlangıcı olabilirdi” dedi.
"GEZİ PARKI BUNUN ÇOK GÜZEL BİR ÖRNEĞİYDİ"
Toplumsal mücadele ve mekan arasındaki ilişki nasıldır?
Mekan ile toplumsal dinamikler arasındaki ilişki kaçınılmaz bir bağlılık içindedir. Her toplum kendi mekanını üretir. İçinde yaşadığımız dönem de tarihin genel akışı içinde bir sayfa olarak ele alınabilir. Adil ya da eşitlikçi toplumlarda mekan ortaklaşılarak, uzlaşılarla üretilirken eşitsizliğin egemen olduğu toplumlarda mekan egemen sınıfın etkisi altında şekillenir. Ancak adalet ve eşitlik arayışı bir mücadeleye dönüşürse (ki eninde sonunda dönüşür), o zaman mekan bu mücadelenin hem sahnesi hem de parçası olur. Gezi Parkı direnişi bunun çok güzel, değerli bir örneğiydi.
Türkiye’de mekânsal süreçler nasıl şekilleniyor?
Böyle bir çerçeveden bakınca Türkiye’deki mekan üretim süreçlerinin demokratik, katılımcı, kapsayıcı olduğunu söylemek olanaklı değildir. Yönetimi, gücü elinde bulunduran bir azınlık seçilme hakkının verdiği yetkiye dayanarak mekanı kendi hayalleri, gereksinimleri üzerinden şekillendirmektedir. Ankara’daki bol dinazorlu Ankapark’ın da, Millet Bahçeleri örneğinin de, Ayasofya’nın ne şekilde değerlendirileceğine ilişkin durumun da böyle bir durumun parçası olduğu söylenebilir.
Türkiye’deki mekan üretimi giderek merkezileşen bir süreç içinde giderek daha da dışlayıcı bir hal almaktadır. Güçlü olanın mekanı şekillendirdiği süreçler içinde ya siyasi ya da maddi güç -ki çoğu zaman bunlar birliktedir- mekanı şekillendirmede egemen olmaktadır. Demokratik bir mekan üretim sisteminin dayanağı olan hukuk sistemi güç ilişkileri çerçevesinde şekillenirken, kararlar genellikle güç ilişkilerini yansıtır şekilde alınırken, eleştirel eğitim kurumları ve örgütlü yapılar baskı altında sessizleştiriliyor.
"SAVUNMA TOPLUMSAL BİR SİYASİ GÜCE DÖNÜŞMELİ"
Demokratik bir mekan üretimini engelleyen mekanizmalardan bahsettiniz. Buna karşı neler yapılabilir?
Her şeye rağmen, Şehir Plancıları Odası, Mimarlar Odası gibi mekansal kaygıları hukuki düzenleme taşımak konusunda topluma karşı sorumlu olan kurumlar mücadelelerini sürdürmektedirler. Ancak uzmanlar kurulu şeklinde görev yapan odaların etkisinin var olan haliyle çok sınırlı kaldığı düşüncesindeyim. Odaların bilim temelli yaptığı savunular tabii ki değerlidir, önemlidir, gereklidir. Ancak bu uzman bakış açısı savunuların toplum tarafından yeterince benimsenmemesine ve savunmanın yalnızca hukuksal alanda geçerli olmasına neden olmaktadır. Oysa savunmanın toplumsallaşarak siyasi bir güce dönüşmesi gerekmektedir. Bilimden beslenen ve toplumu arkasına alan düşüncelerin etkisinin çok daha fazla olacağı yadsınamaz. Toplumsallaşmanın nasıl olabileceği ise ayrı bir tartışma konusudur.
Bu tartışmalar ekseninde bin yılları aşan tarihi değerlerden Ayasofya’nın dönüşümünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de ne yazık ki hiçbir konu tekil bir bağlam içinde değerlendirilemiyor. Bu da beni zorunlu olarak Ayasofya ile ilgili düzenlemeleri yorumlarken konuyu mekansal bağlamdan öte başka bağlamları da katarak değerlendirmeye zorluyor. Zaten Türkiye’de mekan üretimindeki en yetkili kurum olan hükümet de, Ayasofya konusunu mimari ve planlama bağlamı içinde değil ulusal ve uluslararası siyasi ilişkiler çerçevesinde değerlendirmeyi, bu ilişkiler içinde bir araç olarak kullanmayı uygun görüyor.
Bir yandan, ulusal siyaset bağlamında hem çalışanı hem işvereni son derece zorlayıcı bir süreçten geçerken, gündelik yaşamın iktisadi kaygıları herkesi gün geçtikçe daha da düşündürürken hükümet Ayasofya üzerinden yeni bir gündem yaratarak dikkatleri başka bir alana çekmeyi amaçlıyor olmalı. Müslümanlık, Hristiyanlık, ibadet, papa, Cordoba Ulu Camii derken bir anda yaşam pahalılığını tartışmaz olduk. Diğer yandan, Ayasofya konusunun Türkiye tarafından uluslararası siyaset alanında geliştirilen “radikal” politikaların bilinçli bir parçası olduğu kanısındayım. Türkiye’nin yalnızlaş(tırıl)masına karşı üretilen politikalara karşı üretilen ve giderek daha da radikalleşen politikaların diğer devletlerin dikkatini çekmek amacıyla “durun, biz de varız!” demeyi amaçladığı kanısındayım.
"ÇÖZÜM BİLİM VE DEMOKRASİDEN GEÇİYOR"
Farklı bir yaklaşım nasıl olabilir?
Ayasofya konusunda Türkiye hem ulusal hem uluslararası bağlamda var olan durumların ötesinde, bunların önüne geçen bir yaklaşım geliştirebilirdi. “Papa şunu yaptı, Haçlılar şöyle talan etti, Cordoba’da şu oldu” demek yerine bir dünya mirasının korunması, geliştirilmesi ve sergilenmesi konusunda sürdürülebilir çözümler nasıl üretilebilir? Bilim ve teknolojinin olanaklarıyla bu değer gelecek kuşaklara nasıl aktarılır ve dünyaya, insanlığa daha geniş anlamda nasıl mal edilebilir? gibi sorular farklı bir yaklaşımın başlangıcı olabilirdi. Böylelikle olumsuz örneklerden etkilenmek ve yanlış çıkarımlar yapmak yerine, tüm dünya yanlış yapıyor olsa bile yanlışın parçası olmayıp, insanlığı bir bütün olarak gören bir bakış açısıyla, doğru politikanın nasıl olması gerektiği konusunda tüm dünyaya yol gösterici olunabilirdi. Ancak unutulmamalıdır ki, böyle bir politikaya ulaşmanın tek yolu bilimden, demokrasiden, katılımcılık ve uzlaşıdan geçmektedir.