Ayasofya: “Kutsal Bilgelik”ten ideolojik değişime**
Bir tarafın sürekli saldırdığı, diğer tarafın savunma bile yapmadığı koşullarda kutuplaşma olmaz, olsa olsa baskı ve iktidarın tahkimi olur.
Fotoğraf: Pixabay
Ender Şiar ARGIN
İstanbul
Ayasofya müzesi geçtiğimiz hafta ibadete açılarak cami statüsünü geri aldı. Justinianus tarafından 537 yılında bazilika planlı bir patrik katedrali olarak inşa edilmiş, 1453 yılında İstanbul’un fethiyle birlikte 2. Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüş, 1934 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla müze statüsüne çevrilmişti. Bu yazıda Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması etrafında cereyan eden tartışmalara değinecek, siyasal-ideolojik arka planı etrafında Ayasofya kararının Türkiye’nin politik atmosferi açısından ne ifade ettiğini tartışmaya çalışacağız.
HALKIN İSTEĞİ Mİ?
Öncelikle meselenin “Türkiye’nin iç meselesi olduğu” ve “halkın isteği buysa” Ayasofya’nın ibadete açılmasının doğru olduğuna yönelik yaygın argümandan bahsetmek gerekir. Gerçekten Ayasofya’nın ibadete açılıp açılmaması arasında taraf olmadığını iddia eden ve kararı halkın vermesi gerektiği yönündeki yaygın görüş gençlik içerisinde de çokça alıcı bulmuş gibi görünüyor. Elbette Türkiye az buçuk demokratik bir ülke olsa ve halkın gündemine ülkenin iç-dış siyasetine sirayet edecek önemli bir mesele gelmiş olsa, halk kesimlerinin kendi taleplerini ve ihtiyaçlarını gözeterek “en yüzeysel” düzeyde de olsa katıldığı yönetim-karar alma mekanizmaları işliyor olsa; bu argüman işleyebilir, halkın isteğine göre bir kararın alınmasına itiraz etmenin bir karşılığı olmazdı. Ancak ne Türkiye böyle demokratik bir ülke, ne de halk kesimlerinin Ayasofya’nın yeniden camiye dönüştürülmesine yönelik düşüncelerini mevcut koşullarda değerlendirebileceğimiz mekanizmalardan bahsedebiliyoruz. “Halk istiyor” argümanının en büyük destek çubuğunu İslamcı çevrelerin çeşitli mitinglerde vb. attığı “zincirler kırılsın, Ayasofya açılsın” sloganı oluşturuyor. Ancak Metropol’ün yaptığı bir anket bize tam tersi sonuçları gösteriyor.* Ayasofya’nın ibadete açılmasının nedenine dair soruya ankete katılan vatandaşların %44’ü “gündem değiştirmek”, %12’si “argüman üretmek” yanıtlarını veriyor. Ayrıca, pandemi koşullarının Türkiye emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarındaki ağır etkisini, gittikçe yükselen ve artık AKP’lilerin bile inanmadığı TÜİK işsizlik verilerini, düşman kıskandıran yoksulluk-yoksunluk koşullarını vb. göz önünde bulundurursak Ayasofya’nın ibadete açılması yönünde bir sosyal talebin öne çıktığını iddia etmek akla mantığa oldukça aykırı.
KUTUPLAŞMA MESELESİ
Yine Ayasofya kararında genel olarak muhalefetin aldığı siyasal taktik pozisyon etrafında yoğunlaşan “kutuplaşmanın sırası değil” minvalindeki tartışmadan ve burjuva muhalefetinden umudunu henüz kesmeyen gençlik kesimlerinin bu yönde çıkışlarından bahsedebiliriz. Bir ülkücü fraksiyon olarak İYİP, İslamcı siyasetin yeni aktörleri DEVA ve Gelecek’ten zaten Türk sağının sembolik tartışmasında aksi bir pozisyon beklemek mümkün değildi. Üstüne CHP’li vekillerin, belediye başkanlarının aldığı “hayırlı olsun” pozisyonunu düşününce Ayasofya meselesinde “AKP’nin istediği kutuplaşma siyasetinin tuzağına düşmemek” üzere muhalefetin tavrının da destek alan pozisyonlardan biri olduğunu söyleyebiliriz. Ancak CHP liderinin doğrudan açıkladığı gibi “iktidarı devirmek için bir şey yapmaya gerek yok, kendi kendilerine düşecekler” yönünde bir siyasal taktiğin başarılı olma ihtimalinin olmadığını dünya siyaset tarihi defalarca kanıtlamıştır. Tek adam iktidarının önüne koyduğu bütün siyasal-kültürel hedefleri zor, baskı ve şiddeti arttırarak gerçekleştirdiği, muhalefetin bu zor ve şiddete bir de diğer yanağını gösterdiği mevcut politik atmosferde herhangi bir kutuplaşmadan bahsedilemeyeceği açıktır. Bir tarafın sürekli saldırdığı, diğer tarafın savunma bile yapmadığı koşullarda kutuplaşma olmaz, olsa olsa baskı ve iktidarın tahkimi olur. Ayrıca burada kafa yorulması gereken mesele düzen siyaseti sınırlarında bir kutuplaşmanın olması değil, düzen/düzen-dışı uçlarında yeterince kutuplaşmanın olmamasıdır. AKP ve tek adam iktidarının politik önderliğiyle tekelci burjuvazinin emekçi sınıfların kıdem tazminatı vb. en temel dayanaklarına amansızca saldırdığı koşullarda emekçilerin acil taleplerini ve sınıfsal çıkarlarını merkeze alan bir siyasal hattın yeterince güçlenememesi, kendisine siyasal hedefler arayan sosyal öfkenin yeterince örgütlenememesi üzerine düşünmek gerek. “Kutuplaşma” denilen mefhum bizim isteğimizden bağımsız, sınıflı toplumun ve sınıflar mücadelesinin günlük seyri içerisinde kendine yer buluyor zaten.
DÜZEN PARTİLERİNİN 1950’DEN BERİ GÜNDEMİ
Ayasofya’nın ibadete açılmasına yönelik tartışmalar 1950 DP iktidarından beri milliyetçi-muhafazakar düzen partilerince sıcak tutulan gündemlerden biri. Bu türden siyasal yönelimleri tek potada “sağ” siyaset olarak eritirsek, Ayasofya’nın, “Türk sağının” en sembolik nesnelerinden biri haline geldiğini söylemek abartı olmaz. Türk sağının yalnızca düzen partileri düzeyinde değil; dernek, tarikat, cemaat vb. hemen her türlü siyasal organizasyonunca en sembolik tartışmalardan biridir Ayasofya.
Öncelikli dertlerden biri olarak muhafazakar-dinci sosyal-kültürel yaşam hayalinin önündeki Cumhuriyet’in laik-seküler mirasıyla hesaplaşmanın aldığı uzun yoldan bahsetmek gerekiyor. Çünkü Ayasofya’nın Kemalist kadrolarca müzeye çevrilmesi, siyasal olarak tutarlı veya değil, Osmanlı’nın dinsel değerleri ve kültürel mirasına karşı bir reddedişi; Osmanlı Aydınlanmasını bir ölçüde reddetmese de yeni bir toplumsal organizasyonun sadece ekonomik değil ideolojik-kültürel ihtiyaçlarını da içinde barındırıyordu. Öyleyse özellikle İslamcı çevreler açısından Ayasofya’nın bir “hesap defteri” nesnesine dönüştürülmesi bu bağlamda anlaşılabilir. Ayrıca CB danışmanı Kalın’ın söylediği “bizim gençliğimiz ‘zincirler kırılsın Ayasofya açılsın’ sloganıyla geçti” demecinden de bahsetmek gerek. Zira AKP kurucu kadrolarının, Saadet Partisi vb. etrafındaki “milli görüş” siyasetçilerinin, İYİP-MHP vb. ülkücü militanların önemli bölümünün birleştiği zemin Türkiye sağının 60 sonrası anti-komünist ve anti-cumhuriyetçi siyasal hedefleriydi. Emekçi sınıflardan yana, antiemperyalist, bağımsızlık yanlısı bir siyasetin karşısına Türk sağı “Komünizmle Mücadele Dernekleri” ile çıkıyordu. Hem Cumhuriyet rejiminin laik-seküler ve demokratik kazanımlarına hem sosyalist/düzen-dışı siyaset arayışına dinci-gerici siyasal hedefler ve örgütlenmelerle çıkmıştı Türk sağı. İşte son haftalarda Mustafa Kemal'in “hain” ilan edilmesinden Ayasofya’nın ibadete açılmasının toplumsal muhalefete karşı bir “siyasal zafer” olarak ilan edilmesi arasındaki bağlantının ana motivasyonu bu tarihsel hedeflerdir.
YA ÖZNESİ OLACAĞIZ YA DA SEYİRCİSİ
Türkiye emekçi sınıflarının ve onun genç kuşaklarının önündeki görevlerin acilliğine ilişkin Genç Hayat’ın çeşitli sayılarında birçok vurgu içeren yazıyı okuduk. Bu ülkede bir gelecek göremeyen gençler olarak görevlerimizi yeniden hatırlatmaya gerek yok. Tek adam iktidarının ve arkasında sıralanan düzen siyasetinin deposunda dinci-milliyetçi hamasetten başka işsizliği, yoksulluğu, açlığı görünmez kılacak araç kalmadı, bu araçların işlevselliği de sorgulanır durumda. Ya bu açmazın derinleşmesi için emekçi sınıflara, her kesimden gence başka bir alternatifi mümkün kılacak bir siyasal öznenin parçası olacağız, örgütlü bir siyasal müdahaleyi hazırlayacağız ya da tek adam iktidarının sınır tanımaz basıncına seyirci kalacak, yaşam koşullarımızın çıkmazının, dayanılmazlığının nereye kadar sürdürülebilir olduğunu bekleyeceğiz. Üçüncü bir yoldan bahsetmek çok mümkün değil.
* https://www.evrensel.net/haber/409168/halkin-yuzde-43-8i-ayasofya-tartismasinin-amaci-icin-gundem-degistirmek-diyor
** Ayasofya’nın anlamı “Kutsal Bilgelik”tir
ÇIKMAZ SOKAK
Ancak AKP ve tek adam iktidarı açısından Ayasofya’yı yalnızca kültürel-ideolojik ihtiyaçlarla bağlantılı olarak değerlendirmek eksik olacaktır. Hiçbir milliyetçi-muhafazakar yönelimin, tek başına ideolojik yönleriyle değerlendirilemeyeceğini, AKP’nin 18 yıllık iktidarı boyunca Türkiye’nin liberal devlet mekanizmalarını tasfiye etmeye yönelik sosyal görevleriyle her gün yeniden hatırlattığını söyleyebiliriz. Burada elbette AKP’nin politik-ideolojik ihtiyaçlarıyla tekelci burjuvazinin sosyo-ekonomik yani sınıfsal ihtiyaçlarının kesişme noktalarından bahsediyoruz. Türkiye emekçi sınıflarının düştüğü darboğaz, içinden çıkılmasına yönelik herhangi bir tutarlı planın gündemde olmadığı ekonomik kriz, uydurma verilerin çok üzerindeki işsizlik ve daha nice sorunlar bir yanda, Türkiye tekelci sermaye güçlerinin ve kapitalist çıkarların ağır sonuçlarının bir sis perdesi olarak milliyetçi-muhafazakar politikalar bir yanda.
Tek adam iktidarı ve başkanlık sisteminin aldığı yolun ekonomik faturasının ağırlığını, baskı ve şiddet derecesini arttırarak, hegemonik siyasal-kültürel hedefleri tek tek hayata geçirerek bastırmaya çalıştığı sır değil. Ancak işlerin eskisi kadar kolay olmadığı, AKP’nin yoksul sınıflarla kurduğu “gönül bağının” eski kuvvetinin çok gerisinde olduğu, ideolojik-dinsel mukaddesatçı aldatmacanın açlık ve yoksulluğu eskisi gibi görünmez kıl(a)madığı da bir sır değil. Kamuoyu anketlerinde bile görünen “buz” gibi bir gerçeği tek adam iktidarı görmüyor değil elbette ancak iktidarın hedeflerini bu ölçüde revize ettiğinden, siyasal tahakkümünü güçlendirdiği ölçüde belirli bir sosyal yedeklenmeye bel bağladığı bir “vites arttırma” durumunda ısrar ettiğinden de bahsedebiliriz.