Hasankeyf’in katli sadece bir tesadüf mü?
“Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı bile keser” ama burada olan durum ağacı biraz ‘betonla’ süsleyerek satma çabasıdır.
Hasankeyf
Fotoğraf: MA
Özgür ÇAMOĞLU
ODTÜ
Hasankeyf Batman iline bağlı Geçmişi 10-12 bin yıl öncesine dayanan bir ilçe. “Medeniyetin beşiği” diyebileceğimiz bir yer kısaca. İnsanlık tarihinin başlarından günümüze birçok faaliyetinin (yazının bulunması, matematik, tıp; astronomi gibi) merkezinde olmuş bir Mezopotamya toprağıdır. Bilinen 24 uygarlığa ev sahipliği yapan bölge kültürel ve yapısal zenginliklerle doludur kısaca.
Bu tarihi ilçeye dair büyük bir tehdit oluşturan Ilısu Barajı ve hidroelektrik santrali projesi hazırlıklarına 1954 yılında başlanıp 1975 yılında tamamlanmıştı. Buna karşın Hasankeyf ve bölgesi 1981 yılında bütünüyle sit alanı ilan edilerek koruma altına alınmıştı. Fakat ilçenin tarih ve kültürel birikimi hiçe sayılarak dönemin başbakanı ve bugünün cumhurbaşkanı tarafından 2006 yılında ilçeden 90 km uzaklıkta bulunan Ilısu Barajı’nın ve hidroelektrik santralinin temelini atmıştı. Birçok sivil toplum örgütünün, TMMOB ve ilçede yaşayanların karşı çıktığı proje açılan davalara rağmen yine de başlanılmasının ardından bu yapılar önce suya sonra betona gömülmüş bir durumda.
BARAJ VE RANT EKSENİNDE KÜLTÜR MİRASI
Yaşadığımız bölgelerdeki tarihi eserlerin restorasyon öncesi ve sonrası hallerini görenlerimiz vardır elbet. Bu restorasyonlar tarihi dokuya zarar vermeden nasıl restore edilir değil de sanki projeyi hangi şirkete versem de daha çok kar etsem ve tarihi dokuyu betona gömüp daha fazla zarar versem diye düşünülmüş hissini yaratıyor. Bunun en son örneği Hasankeyf’tir aslında. Elektrik üretiminde, mevcut kurulu gücümüzün ihtiyacı fazlasıyla karşıladığı biliniyor. Fakat daha fazla elektrik üretmek için binlerce yıllık tarihi ve çevreyi katledecek bir santralin devreye sokulmak istenmesinin politik bir amacı yoksa tamamen akıldışıdır. Bu politik gerekçe aslında Dicle Nehri’nin üzerinde su hâkimiyeti kurmak ve bununla Suriye üzerinde siyasi bir güç elde etmek gibi bir amaç olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu sonuca ulaşmak için 1950’lerden başlayan bu süreçte iktidar partilerinin bu barajın hayalini paylaştıklarını yukarıda paylaştığım bilgiden de anlayabiliriz. Bu bir köşede dursun. Açıklamalara göre Hasankeyf'in yeni evleri bölgenin tarihi (Artuklu) mimarisine “uygun”, 3 oda bir salon olarak inşa edilmiş ve bir kısmı “sahiplerine” teslim edilmiş. Yaklaşık 800 konut yapılmış. Bunların fotoğrafları internette mevcut. Uygun olmayan koşullar altında gerçekleştirilen taşıma işlemleri sonucu tarihi eserler tahrip edilmiş bir durumda. Kaldı ki bu yapıların bulundukları çevre üzerinden anlamlı olduğunu ve aynı çevreye bir anlam kattığını düşününce tarihi yapıların taşınmasının ne denli bir tahribata yol açtığını anlamak mümkün oluyor. Tarihi eserlerin bulundukları yerde korunması ve sergilenmesi gerekliliğini ise birkaç eseri taşınarak oluşturulan “Yeni” Hasankeyf’in durumu internetteki fotoğraflardan bile anlayabiliyoruz. Peki, bu “Yeni” Hasankeyf ile ne amaçlanıyor? Bunu ilçenin kaymakamı Haluk Koç’un sözlerinden çıkarabileceğimiz belli başlı şeyler açıklıyor aslında. Koç’un sözlerinden bazıları: “Üç limanımız tamamlandı. Öncelikle müze limanı ile kale limanı arasında yolcu taşımacılığı düşünüyoruz. Buradaki bölgenin yapısına uygun, konforlu, düşük ses seviyesine sahip, turistlerimizin memnuniyetle bu noktada seyahat etmelerini sağlayacak teknelerle ilgili kurumlara rapor gönderdik." ve “İki yaka arasındaki düzenli seferlerin yanı sıra gelen ziyaretçilerimizi gezdireceğimiz kısa tur güzergâhımız da olacak. Ziyaretçilerimiz burada çeşitli su üstü sportif faaliyetleri de yapabilecek.” “Biz yıllık 40-50 milyon liralık ekonomik büyüklüğe ulaşacağımızı hedefliyoruz.” Bu sözlerle turizmi canlandırmak için yapılan hamleler ön plana çıkarılsa da ve bölgede yaşayan halk ve ekonomi için iyi olacağı öne sürülse de insanın aklına en sağlıklı yollar bunlar mıydı sorusu geliyor elbette. Ülke ekonomisini kalkındırma perdesini biraz aralayınca gördüğümüz şey buralarda bu işletmeleri yapacak ve işletecek olan bir avuç şirketin karına kar katacağıdır. Bu yollarla turizmi canlandırma hedefi bir kenara asıl turistik olan tarihi değerlerin yerine eğlence sporları gibi hizmetlere dayalı bir turizm hedefleniyor. Yapılan açıklamalardan birçok medeniyete ev sahipliği yapmış tarihi bir kenti turistlerin başlıca uğrak noktalarından biri halini getirmek amaçlanmıyor. (Ne var ki restorasyon ile ayakta kalan yapıların turistlerin de etkisiyle bu deformasyonu kaldıramayacağı konusu da düşünülmeye değerdir.) Aksine yamaç paraşütü, tekne gezileri, su sporları gibi eğlence odaklı turistik bir yer haline getirme çabası olduğu anlaşılıyor. Bu durumu biraz düşününce Dicle Nehrinde suyun hâkimiyetini ele geçirmek ve siyasi bir güç kazanmak, bunun sonucunda doğanın ve tarihi alanın zarar görmesine göz yummak, gelen tepkiler üzerine “Yeni Hasankeyf” inşa etmek gibi kronolojik bir sıralama yapmak yanlış olmaz düşüncesindeyim. Tüm bunlar iktidarın talan politikalarının gözle görünür bir örneği değil de nedir?
BİLİNÇLİ TALAN
Hasankeyf üzerinde alınan bu kararlar tesadüfi değil tam tersine bilinçli, ideolojik kararlardır. Tarihi, kültürel yapılar ve eserler üzerinden nasıl daha fazla kar elde edilebilir üzerine kafa yoran bir iktidarın ve yandaş inşaat tekellerinin bilinçli talan ve yağmalama çabalarının bir sonucudur aslında Hasankeyf’in mevcut durumu. Marx’ın “Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı bile keser.” Sözüyle durumu özetlemek mümkün aslında. Burada olan durum ağacı biraz ‘betonla’ süsleyerek satma çabasıdır. Eğer bu da olmazsa emin olabiliriz ki başka “Yeni Hasankeyfler” denenecektir. Buradan da tekrar vurgulayıp bitirmek gerekirse Dicle Nehri’nin kenarında bulunan bu kültürel ve doğal miras yok edilmekte. Binlerce yıllık Anadolu uygarlıklarından bugüne kalan mirası koruyarak gelecek kuşaklara aktarmamız gerekirken, tam tersine bu değerleri yok etmeye kimsenin hakkı yoktur!