21 Temmuz 2020 23:00

Ne içinde şehrin ne de dışında

"Birbirine paralel yokuşlar boyunca sıralanan, içlerinde binlerce işçinin çalıştığı bu koca binaların ayakta zor duran halini görünce insan deprem fikrini aklından kovmak istiyor."

Kaynak: Unplash/ Krzysztof Kowalik 

Paylaş

Kapitalizmin gelişme çağlarında fabrikalarını kent merkezlerine kuran ve böylece fabrikaların çevrelerinde işçi kentlerinin doğuşuna sebep olan burjuvazi, sonraları kent merkezlerinin önemini kavradığında adeta “Biz ne yaptık?​” diyerek fabrikaları, böylece de işçileri şehirlerin dışına taşımaya başlamış, kent merkezlerini de yeniden inşa etmeye girişmiştir. Burjuvazinin toplam çıkarları bakımından çok yönlü bir işlevselliği olan bu temel kentleşme mantığı İstanbul’un kent tarihi açısından da aşağı yukarı böyledir. Sanayi havzalarının ve işçi bölgelerinin sürekli olarak şehrin dışına kaydırılması bugün de hala devam etmekte.

90’lı yıllarda büyük bir sanayi havzası olan Güngören’de de bu değişimin izlerini görüyoruz. Sancaktepe Sanayi Mahallesi’ndeki eski fabrikaların binalarında artık satış mağazaları var, bazılarıysa kim bilir kaç yıldır boş. Bu eski binaların az gerisindeyse saya işletmelerinin olduğu büyük bir alan var. Bu alana tepe demek daha doğru olur, öyle ki buranın resmi olarak bir İstanbul ilçesinde olması dışında İstanbul’la alakası dimdik yokuşlara sahip olmasından ibaret. Yalnız buradaki yokuşlar eski İstanbul’un güzelliklerine ya da denize değil 19. yüzyıl Avrupası’na çıkıyor. Nitekim buranın atölyelerindeki üretim yöntemleri ve bununla bağlantılı olarak da çalışma koşulları ancak bu türden bir nostaljiye bağlanabiliyor.

Atölyelerin içinde oldukları binaların hangi amaçlarla yapıldığını anlamaya çalışıp çok beceremiyoruz, ama böyle bir kullanıma uygun olmadıkları kesin. Birçok atölyede üretimin gerçekleştirilebilmesi için sonradan yapılmış değişiklikleri görebiliyoruz. Yangın merdivenleriyse tek tük karşımıza çıkıyor. Birbirine paralel yokuşlar boyunca sıralanan, içlerinde binlerce işçinin çalıştığı bu koca binaların ayakta zor duran halini görünce insan deprem fikrini aklından kovmak istiyor.

İSTİSNA OLMAYAN HİKAYELER

25-30 yıl önce sendikalı fabrikaların olduğu bölgede şimdi en ilkel şartlarda çalışan küçük atölyeler, bu atölyelerdeyse çok yoğun bir göçmen işçi kitlesi var. Bu işçilerin Cuma namazı saatleri sosyalleşebildikleri ender zamanlardan. İşçiler özellikle namazdan sonra kendilerine kalan kısa vakit içinde gruplar halinde bu dik yokuşları dolduruyor.

Bu gruplardan biriyle tanışıyoruz, bu arkadaşlar oldukça genç. Aldıkları ortak sigara paketini açmaya çalışırlarken selam verdiğimiz gençlerin Türkçeleri oldukça düzgün, ilk başta göçmen olduklarını anlamıyoruz, ancak hayat hikayelerini dinledikçe bunu da sebeplendirmek mümkün oluyor. Sohbet ettiğimiz 18-20 yaşlarındaki Suriyeli genç işçilerin hepsi de 9-10 yaşlarında Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmışlar. Göç ettiklerinden beri, yani çocuk yaştan itibaren sayada çalışan bu gençlerin hikayeleri istisna değil. Bu bölgede çocuk işçilik oldukça yaygın. Sohbet ettiğimiz gençler de çok küçük yaşta çalışmaya başladıkları için okulu erken yaşta bırakmak zorunda kalmışlar. Okusaydım inşaat mühendisi olmak isterdim diyen gençlerden birinin bugün kurabildiği hayal ise şartları bir tık daha iyi olan atölyelerden birine geçebilmekle sınırlı.

Kıdem tazminatını gasp edecek yasal düzenleme pek bu bölgenin gündemi değil, nitekim burada sigortalı bir işçiye rastlamak hayli zor. Sohbet ettiğimiz Suriyeli gençlerin de durumu farksız değil. Sigortasız çalıştırılan bu gençlerin aldıkları maaş ise asgari ücret düzeyinde. Çalışma ve yaşam koşullarından, uğradıkları ayrımcılıklardan şikayetçiler. “Peki ne yapmalıyız, nasıl düzeltmeliyiz?​” diye sorduğumuzda çok çalışarak diyerek cevap veren arkadaşını düzeltme ihtiyacı hissediyor diğeri. “Çok çalışmalıyız evet ama haksızlığa karşı da ses çıkarmalıyız. Yoksa düzelmez.”

Yaşadıkları haksızlıklardan söz açılınca neredeyse bütün Suriyeliler gibi bu arkadaşlar da “Her milletin içinde iyi insan da kötü insan da vardır” cümlesini kurma ihtiyacı hissediyorlar. Sonra, belki de bu haksızlıkları onlara hak vererek dinleyen pek insanla karşılaşmadıklarından, birden içlerini dökmeye başlıyorlar. Polislerden çok şikayetçiler, birçok kez kendilerine Suriyeli oldukları için kötü muamelede bulunan polislerle karşılaşmışlar. Patronlar da sorun tabii, sürekli bağırmalarından çok şikayetçiler.

ZABİT SESİ PATRON SESİ

Tam bunları konuşurken içlerinden birinin patronu geçiyor yanımızdan, kendi işçisini görünce “Ne yapıyorsunuz burada?​” diye soruyor asabi bir ses tonuyla. Bu aslında burada olmalarına, sohbet etmemize kızdığından değil, zaten paydostalar. İşçi arkadaş da bunu cevaplaması için sormadığını bildiğinden cevap verme ihtiyacı hissetmiyor zaten. Bu, işçisini sokakta gördüğünde, öylesine bile olsa ne yaptığını sorma refleksi. Samimiyetimizin sınırlı olduğu birini gördüğümüzde laf olsun diye “N’aber?​” diye sorup geçip gideriz ya, işte patronun işçilerine laf olsun diye sorduğu soru “Ne yapıyorsunuz burada?​” olmuş artık. Onun hayatında kurduğu tahakküm böylesine sıradanlaşmış, kurdukları ilişkinin her yönünü belirler olmuş.

Artık insan sesleri yerini yavaş yavaş makine seslerine bırakmaya başlıyor, o büyük insan kalabalığı bir anda kayboluyor. Genç arkadaşlarımızın da işlerine dönmeleri gerek artık, biz de tekrar görüşmek üzere sözleşip vedalaşıyoruz.

ÖNCEKİ HABER

Uyuşturulan mahalleler

SONRAKİ HABER

Erken normalleşme kime ne getiriyor?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa