Pandemiyle birlikte yeniden sormak; nasıl yapmalı?
"Tutarlılık, istikrar, kararlılık ve cesareti de işin içine katarak lokal alanlardan çıkarak daha geniş boyutlarda dayanışma ağlarını güçlendirmek üzere kullanılmalı sosyal medya kanalları."
Fotoğraf: Pixabay
Dr. Zeynep ARSLAN
Bilgi çağının müthiş geliştiği zamanlarda yaşıyoruz. Dünyanın dört bir yanında olup bitenleri anında takip etme şansımız var. Bilgi alışverişleri son derece hızlı ve dinamik biçimlerde gerçekleşiyor. Ne var ki, gelişen toplumsal hareketler henüz ‘küresel’ boyutta duyulup bilinse de aktivitesi lokal ve birbirinden kopuk kalıyor. Sosyal adeletsizliklerle bağlantılı olarak, ırkçılık, cinsiyetçilik, militarizm karşıtı gösteri ve eylemlere sahne oluyor dünya. Peki, bu kadar hızlı ve yoğun bir tempo halinde olup biterken toplumsal yükselişler, bireylerin çoğunun içlerinde barındırdıkları ‘güçsüzlük’/’iradesizlik’ hali ve hissiyatını nasıl açıklamalı? Nereye varmasını bekliyoruz ve/veya ümit ediyor, istiyoruz bu sürecin?
"YEŞİL" RESTORASYONDA ARANAN ÇARE!
2019 bahar ve yazında önce iklim konularını içeren kitlesel sosyal hareketlenmelere tanık olduk. Özellikle genç nüfusun yoğun ilgi ve katılımıyla devasa boyutlara ulaşan bu eylemler, x,y,z nesillerin kim oldukları ve muhtemelen tarihi değişimi tetikleyecek olanların onlar olduğunu varsaymaya başlamımıza sebep olmuştu. Sonuç itibariyle genel bir ‘küresel’ trend durumunda ve hâlâ tartışma konusu olan neoliberal küresel ekonominin yeşil ve ekolojik hassassiyetleri gözeterek kendisini yeniden restore etme süreçlerine girme durumlarını tartışır ve sorgular olduk. Özellikle Batı Avrupa ülkelerindeki kapitalist merkezlerin muhafazakar sağ partilerin Yeşiller partileriyle koalisyon hükümetleri kurmasıyla somutluk kazandı gidişat. Avusturya örneğinde bariz görünüyor ki, muhalif ve alternatif siyaset biçimlerini arayan kesimlerin de beklediği üzere, içinde 68 hareketinin öğelerini de barındıran Yeşiller partilerinin akıbeti sağ muhafazakar yapılara yedeklenerek netleşti. Herşeye rağmen entellektüel ve aydın diyebileceğimiz kesim ve bireyler bile ‘beterin beteri var’ fikriyle sürece seyirci kalmakla yetiniyorlar şimdilik...
Dünyada sağ muhafazakar, neoliberal yapıların kendini restore etme ve yeniden yapılandırma hal ve evrelerine tanıklık ediyoruz. Düzenin belirlediği söylem sınırları içinde ‘özgürce’ tartışıyoruz. Bir yandan ‘beterin beteri var’ fikriyatıyla belki de bir mucizeyi bekleyenlerin yanına, pandemi süreci kapsamında iktidarlar tarafından beslenilen korku siyaseti de eklemlendi. Öyle ki, can korkusuyla, tarihin önemli kesitlerinde büyük mücadelelerle elde edilmiş demokratik hakların ötelenmesi ve yok sayılmasına göz yumuldu. En eleştirel ve muhalif bireyler arasında bile bu eğilim var olabildi. Yine Avusturya’da, hükümetin pandemiye karşı uygulamaya koyduğu ve daha sonra Anayasa Mahkemesi tarafından Anayasa ihlali olarak belirlenen kararlara sorunsuz entegre ve biat etme hallerini yaşadık. İnsanlar şaşırtıcı bir hızla pandemi ve korku siyaseti eksenli sunulan kısıtlamalara itaat ettiler. Öyle ki, komşunun komşuyu ‘muhtemelen virüs kapmıştır’ diyerek polise şikayet etme durumlarını yaşandı. Özellikle bu durumlar Nazi Almanyası’nda birbirine düşmanlaştırılmış yurttaşların içine düşürüldükleri ruh hallerini hatırlattı. Sonuç itibariyle milyonu aşan işsiz sayısı, sağlık ve sosyal alanlarda çalışanların zor çalışma koşulları ve birden görünür vaziyete gelen özellikle düşük ücretli emek gücü oldukça hızlı bir biçimde hatırlandığı ve farkedildiği gibi yeniden unutuldu. Ve fakat hafiften uyanmalar olacak derken, ikinci bir pandemi dalgası söylemi çoğumuzun yeniden kepenkleri indirmesine sebep oldu. Şimdilik bir bekleyiştir gidiyor...
PANDEMİNİN BESLEDİĞİ "TEVEKKÜL"
Bu arada bir yandan George Floyd’un katledilmesiyle yeniden ayaklanan x, y, z nesilleri, kutup ayılarının neslinin tükendiğini duymaz oldu artık; Amazon ormanlarının son durumu da yeniden bilinmezler arasına girdi! Düzen medyasının gösterdiği yerlere bakıp durmaktan, tutarlı biçimde asıl olup bitenlere yönelemiyoruz. Pandemi süreciyle unutulan iklim sorunlarının yanısıra ara verilen savaşlar daha önce birçoğumuz için imkansız diye düşünüleni mümkün kılmış oldu. Demek ki birileri bir karar veriyor ve savaşlar da tatil edilebiliyormuş! Savaşlar ‘ara tatile’ girmişken, küresel silah ticareti pandemi sürecini de tanımadı elbette. Ve sonunda ara tatil de bitti. Özellikle Ortadoğu’da sular hızlı bir şekilde kaynamaya devam ederken, Türkiye’den aşina olduğumuz linç ve imhacı zihniyetin sınırlar ötesinde de etkin olabildiğine tanık olduk. Öyle ki, esen savaş rüzgarlarıyla birlikte 6-7 Eylül olaylarını hatırlatan Ayasofya ile ilgili son görüntüler ve Madımak katliamını hatırlatan Viyana’da demokratik ve sol gruplara yönelik Türkçü-İslamcı saldırıların arasında parallelikler kurmamak mümkün değil.
Yine, göçmen siyaseti ekseninde düşünüldüğünde, göç alan ve aslında ‘yeni vatan’ olan ülkelerde sağ muhafazakar ve ırkçı mekanizmaların işine yarıyor bu durum. Özellikle kimlik siyasetleri dahilinde toplumsal kutuplaşmalar benzer biçimlerde Avrupa ülkelerinde de boy gösteriyor. Popülist partilerin malzeme konusu olan ‘Türk-İslamcı’ siyasal İslam’a karşı mücadelede kurunun yanında yaş da yanıyor.
Buradan hareketle; 50-60 yıl önce misafir işçi olarak gelinmiş ülkelerde göçmenlerin neredeyse sıfırdan başlayarak kendi varlıklarını açıklama hallerine düşürülmeleri ve toplum içinde zuhur eden huzursuzluklar, tarihin sürekli farklı biçimlerde ‘tekerrür’ ettiğini gösteriyor sanki. Pandemi sürecinde tanıklık ettiğimiz yoğun itaatkârlık ise yer yer gerçekleşen ırkçı saldırıların daha büyük boyutlara ulaşabileceği olasılığı için ‘bir daha asla olmaz’ tevekkül halini de besliyor, güçlendiriyor.
AKVARYUMDAKİ BALIK OLMAMAK İÇİN...
Dahili olduğumuz düzen kendini giderek otoriter biçimlerde sabitliyor ve restore ediyorken, söylemleri ve biçimleri değiştirebilecek siyasi unsurlar lokal alanlara sıkışıp kalıyor. Pratik anlamda eylem geliştirmek konusunda giderek zayıflayan muhalif ve alternatif kesimler şu sıralar ‘Nerede yanlış yaptık? Nerede eksik kaldık? Ne yapmalı?’ sorularıyla meşguliyetlerini ve tartışmalarını sürdürürken, bir zamanlar elde edilmiş demokratik hak kazanımlar da gözler önünde ve usulca geri alınıyor birer birer.
Sosyal medyadan örgütlenme biçimlerinin somut olarak düzeni sarsacak nitelikten son derece uzak olduğunu bile bile buralarda çare aramalar, biçare çabalamalar ve çırpınmalar da en azından bu biçimleriyle yol aldırmayacağa benziyor. ‘Nerede yanlış yaptık?’ ve ‘Nerede eksik kaldık?’ ve de ‘Ne yapmalı?’ sorularının cevapları mevcut oysa. Asıl soru ‘Nasıl yapmalı?’ olmalı. Mesela tutarlılık, istikrar, kararlılık ve cesareti de işin içine katarak lokal alanlardan çıkarak daha geniş boyutlarda dayanışma ağlarını güçlendirmek üzere kullanılmalı sosyal medya kanalları. Bunu yapabilmek için de kapitalist düzenin ‘sus payı’ için sunmuş olduğu konfor sahalarını terk edebilmeyi de göze almak kaçınılmazdır. Düzen, ‘nasıl daha iyi bir maddi duruma erişirim?’ güdümüne hapsettiği bireyi banka, kredi ve faizlerin boyunduruğuna sokarak akvaryumdaki balığa çeviriyor adeta. Hayallerimizi ve umutlarımızı çalmış ve ruhumuzun içini boşaltabilmişse mevcut düzen, evvella buradan ayağa kalkmalı, silkinmeli ve artık pratik alanda yol belirleme çalışmalarına girmeli. Bütün resmin en temelinde yatan ise stratejik, orta ve uzun vadeli düşünmek ve tam olarak dar ideolojik kutuplaşmaların daha ötesinde emekçilerin ortak toplumsal ve yaşamsal çıkarlarını gözeten örgütlülükler ve eylem planları geliştirmektir. Ki perspektif sahibi olmak bir önkoşul olarak önümüzde duruyor...