Parçalara bölünmüş eğitim sistemi
Eğitim sistemi, bizlerin “işsiz kalmamak”, “geçinebilmek” gibi kaygılarını kullanıp bizleri, bu rekabetçi sisteme adapte olmaya zorlar.
Fotoğraf: Pngtree
Ege DENİZ
ODTÜ
Bugün, eğitim aldığımız sınıflar iki parçaya bölünmüş durumdadır. Bir parça öğretmeni; diğer parça ise biz öğrencileri oluşturur. Öğretmen, bizlerle çeşitli anlatılar eşliğinde iletişime geçer ve bu anlatılar, çoğunlukla farkında olduğumuz üzere belli başlı terimleri, kalıpları, içerisinde bulunduğumuz dünya ile bağları zayıflatılmış kavramları barındırır. İçerisinde bulunduğumuz eğitim sistemi, öğrenciler arası rekabeti ve bu şekildeki anlatıları temel olarak alır.
ÖĞRENCİLERİN YETENEKLERİ ARKA PLANDA
Sistemdeki “başarılı öğrenciler” konumunda bulunmamız için her birimizden sınavlarımızda daha yüksek notlar elde etmemiz beklenir. Öğrenciler, yetenekleri ve ilgi alanları arka planda tutularak rekabetçi bir sınıflandırmaya tabii tutulurlar. Eğitim sistemi, bizlerin “işsiz kalmamak”, “geçinebilmek” gibi kaygılarını kullanıp bizleri, bu rekabetçi sisteme adapte olmaya zorlar. Adaptasyon sürecinde ise bir hükümetin kendi ideolojisi ile çevrelenmiş müfredatlar içerisinde eğitim sürecimizi geçiririz. Bu müfredatın belirlenmesinden öğretilmesine kadarki süreçte söz hakkımız da bulunmaz. Bir şekliyle diyebiliriz ki bu eğitim sürecinin salt nesnesi olur, verilen bilgiyi özümsemekten başka bir yükümlülüğümüz ve hakkımız da bulunmaz. Bu eğitim sürecinin görünürdeki öznesi olan öğretmenlerin görevi ise müfredatın anlatılması olmakla beraber tek özgürlükleri de müfredatın nasıl anlatılacağıdır. Eğer ki bu müfredat anlatılmazsa işin sonu soruşturmalarla ve şikayetlerle başlar, işinden olmaya kadar gider.
ANLATILAN MÜFREDATLAR NE İÇİN?
Anlatılan bu müfredatlar ise devletler tarafından kendi ideolojilerini propaganda etmelerinin ve benimsetmenin bir aracı olarak kullanılır. Eğitim müfredatlarında tarih, halk kitlelerinin hareketlerinden ve fikirlerinden arındırılmış, soyutlanmış haldedir; fen alanındaki derslerde ise bilim, toplum için bir gelişim aracı olmanın dışında incelenir haldedir. Böyle bir sistem içerisinde tutunmak isteyen bizler ise müfredatın öğretmenlere dayattığı anlatıları olduğu gibi almamız veya onu mekanik bir şekilde ezberlememiz gerekir. Öğrenme sürecimizde “4 çarpı 4’ün 16 olması” veya “Türkiye’nin başkentinin Ankara olması” gibi bilgilerde, önermelerde sadece kavramlara odaklanmamız beklenir; bizlere bu kavramlar arasındaki karşılıklı ilişkiler verilmez yani anlatının dışarısında tutulur.
Bir konu hakkında aldığımız bilgilerin tabanının, yoğun olarak kavramlardan ve terimlerden oluşması, o konunun yüzeysel biçimde kavranmasına sebebiyet verir. Halbuki, konunun derinlemesine incelenmesi; kavramların, denklemlerin ve terimlerin bir bütün içerisinde bulundukları koşullarla karşılıklı ilişkileri ön planda tutularak incelenmesiyle mümkündür.
Mevcut eğitim sisteminin dayattığı müfredat, yüzeysel anlatı hatasına her düştüğünde, konunun bizler tarafından dünyadan ve toplumdan bağımsız, tek başına var olan, soyut bir şeymiş gibi algılanmasına neden olur. Sonuç olarak, bizlerin bu konuları dünyanın kendisinden bağımsız düzlemler üzerinde anlamamız, birbirinden tamamen ayrı ve farklı parçalar halinde kavramamız; içinde bulunduğumuz dünyanın koşullarını anlamamızın ve bu koşulların bizim üzerimizdeki sınırlayıcı etkilerini çözümleyebilmemizin önünde büyük bir engel teşkil eder.
Bu paragrafa kadar bahsettiğimiz “bankacı eğitim modeli”, hiç kuşkusuz ezen sınıfın çıkarları için varlığını sürdürmektedir. İçerisinde bulunduğumuz eğitim sistemi, bizleri eğitim sürecine “nesneler” olarak katılmaya zorlar. Eğitim sürecinde edilgen bir rol alan bizlerin dünyadaki konumumuzun da edilgen olarak şekillendiğini sanmamız, bizlerin toplum içerisindeki konumumuzu ve bu konumun sebeplerini anlamamızı oldukça zorlaştırır. Sonuç olarak, içerisinde bulunduğumuz toplumu, bizleri sınırlandıran ve gelişimimizin hep karşısında duran sistemi anlayamamak, koşulları kendi geleceğimiz için değiştirmemizin önünde büyük bir engel teşkil eder.
PEKİ NASIL OLMALI?
Biz öğrencilerin yaratıcı ve biçimlendirici potansiyelini ortaya çıkarabilecek, değişimi devam ettirici güç olmamızı sağlayacak bir eğitim modeli nasıl olmalıdır? Öncelikle, bizlerin yaşadığımız çevremizde, yurdumuzda ve dünyamızda bir dönüşüm başlatabilmemiz için diyalektik bir düşünme eylemini temele almamız ve harekete geçmemiz gerekiyor. Dünyayı algılamamızda, aldığımız eğitimin payı çok büyüktür. Eleştirel bir bakış açısını elde edebilmemiz için eğitim sürecinin, biz öğrencileri problemleri tanımaya ve onları çözmeye odaklaması gerekir. Eğitim süreci içerisinde, iletişim olmazsa olmazdır fakat bu iletişimin günümüzdeki eğitim modelindeki gibi salt bir “anlatı” ile vücut bulmaması gerekir. İletişimin temelinde içerisinde bulunduğumuz dünyayı ve koşulları idrak etme eylemi bulunur. İdrak etme süreci hem öğrenciler hem de öğretmenler üzerinde işler. Bu sürecin öğretmen ve öğrenci tarafından beraber, ortaklaşa, bir otorite olmaksızın geçirilmesi demek sınıf içerisindeki iletişimin kuvvetlenmesi ve beraber gelişimin hızlanması demektir. Problem tanımlayıcı bir eğitim modelinde, sınıflar iki farklı kutba (öğretmen-öğrenci) ayrılmak yerine tek bir yerde toplanır. Öğrenme süreci herkesin içerisinde rol aldığı, etken olduğu bir şekilde gerçekleşir. Problemi tanımlama uğraşı, bizlere nesnelerin birbirleri arasındaki karşılıklı ve toplu bağı gösterir. Perspektifimizi bu bağlantı üzerine tutmak, bizleri problemin çözümüne götürecek olan incelemeyi yapmamızı sağlar ve eleştirel bir bakış açısı kazandırır. Bu bakış açısı ise bizlere; dünyanın durağan olmayan, bizlerin de içerisinde özneler olarak bulunduğumuz ve sürekli bir değişim içerisinde olduğunu gösterir. Problem tanımlayıcı eğitim modeli, bizlere içerisinde bulunduğumuz dünyayı; birlikte, diyalektik bir yöntem ile algılamamıza ve özneler halinde hareket edip onu değiştirebilmemize olanak sağlar.