05 Ağustos 2020 07:27

İstanbul sözleşmesi neden hedefte?

Şiddetin engellenmesi konusundaki yükümlülüklerin devlete ait olduğunu söyleyen bu sözleşmeye bugün sahip çıkmak, hayatlarımıza sahip çıkmak demek aynı zamanda.

Fotoğraf: Ekmek ve Gül

Paylaş

Hazan İLİK

YTÜ

İstanbul Sözleşmesi adıyla bildiğimiz “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” AKP’nin biçimsel bir özgürlük ve demokrasi havası estirmeye çalıştığı, bununla birlikte AB ile üyelik görüşmelerinin devam ettiği 2011 yılında “kalfalıktan ustalığa geçiş” döneminde kadın örgütlerinin ve kadın hareketinin de mücadelesiyle imzalandı. O dönem mevcut iktidarın daha geniş toplumsal kesimleri etrafında tutmaya ikna edebileceği bir zemin vardı ve iktidar da görünürde attığı adımlarla bunu yapmaya çalışıyordu.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİNİ HEDEFE KOYMAK

Bugün ise ekonominin içine girdiği kriz, iç ve dış siyasette gelinen nokta iktidar açısından eskinin söylem ve politikalarını görünürde de olsa sürdürmenin mümkün ve gerekli olmadığı, tersine en radikal, en dinci ve milliyetçi kesimlerle ittifakını güçlendirmek kaygısıyla hareket etmenin olağanlaştığı toplumsal muhalefetin tümünü sistematik olarak ezmeden, baskı altında tutmadan iktidarını sürdürmesinin mümkün olmadığı bir dönemdeyiz. Kısaca tek adam tek parti yönetimi gerici, faşist bir politik rejim kurma hedefine bağlı olarak yeni bir topyekûn saldırı süreci başlatmış durumda. İşte son dönemde konuşulan Ayasofya, sosyal medya yasası ve en nihayetinde İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi tartışmaları böyle bir sistematiğin sonucu.

Bu tabloda İstanbul Sözleşmesi’ni hedefe koymak, büyük ölçüde örgütsüz olsa da gerici ve faşist politik bir rejimin inşası yolunda güçlü bir muhalefet odağı olabilecek kadın mücadelesini ve beraberinde kadınları güçlendirecek kazanılmış hakları ezmeyi hedefe koymak demektir. Hatta Erdoğan’ın Bulgaristan, Hırvatistan, Macaristan gibi ülkelerden örnekler vererek Türkiye’nin çekilmesi gerektiğini söylemesi de bir tesadüf değildir. Erdoğan’ın ilham aldığı Macaristan tüm dünyaca faşist bir rejim olarak tanınmaktadır. Hatta ne tesadüf ki neo faşist bir partinin iktidarda olduğu Polonya da İstanbul Sözleşmesinden çıkmayı tartışıyor. Üstelik kadınları güçlendiren düzenlemelerin ve hakların kaldırılmasını isteyen, bu tartışmayı gündeme getiren iktidarca dile getirildiği gibi “halk” değil, tek adam rejiminin her geçen gün kulağını daha çok açtığı çeşitli tarikat ve cemaatlerin sözcüleri, onların organize ettiği sözde vakıf ve dernekler, AKİT gibi gazeteler, kısaca orta çağcı ve gerici odaklardır. 

TOPLUMSAL YAŞAMIN HER ALANINDA EŞİTLİK İÇİN

Yüksek öğrenim eğitimi alamayan, lise eğitimi açıktan alan/almayan, göçmen, ana dili farklı, emekçi sınıfların en yoksul kesimlerine dahil olan binlerce genç kadın çocuk yaşta evlendiriliyor, çocuk sahibi olmaya zorlanıyor, istihdam olanaklarından tamamen uzak yaşıyor. Öte yandan TÜİK verilerine göre 15-24 yaş arası üniversite mezunu, ne eğitimde ne de istihdamda bulunan, yani toplumsal hayata hiçbir yerinden dahil olamayan gençlerin oranı %33’ken, aynı yaş grubu için kadınlarda bu oran %38,7. Sadece bunlarla da sınırlı değil, okurken çalışmak zorunda kalan binlerce üniversiteli kadının ağırlıklı olarak hizmet iş kolunda iş bulabildiğini, bu iş bulma süreçlerinde işletmeler açısından kadınlar bir “vitrin” olarak görüldüğünden güzellik puanlamalarına göre işe alındığını, sigortasız ve ucuza çalıştığını, çalışırken patronları ve müşteriler tarafından sürekli tacize uğradığını, üstelik bu çalışma alanlarında tüm bunlar oldukça yaygın olduğundan artık kanıksandığını, normalleştiğini biliyoruz. Genç kadınların gelecek kaygısı ve geçim sıkıntısına çözüm ararken korkunç bir taciz ve şiddetin içine düştüğünü biliyoruz. İşte İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddeti kadınlar ve erkekler arasındaki eşitsiz güç ilişkileri temelinde tanımladığından, toplumsal cinsiyete dayalı her türden şiddetin kaynağı eşitsizliktir, şiddeti önlemek istiyorsanız eşitsizliği yaratan ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel tüm koşulları ortadan kaldırmalısınız dediği için yaşatır diyoruz.

SADECE CEZALANDIRICI DEĞİL, ÖNLEYİCİ

Her gün eskiden veya şimdi partneri oldukları erkekler tarafından cinsel, fiziksel şiddete uğrayan, katledilen kadınların haberini aldığımız bugünlerde, aile içi şiddeti “eylemi gerçekleştiren, mağdurla aynı ikametgahı paylaşmakta olsun veya olmasın veya daha önce paylaşmış olsun veya olmasın, aile içinde veya aile biriminde veya mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan bireyler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır*” şeklinde tanımlayan İstanbul Sözleşmesini savunmak bu yüzden önemli.

Gündelik hayattan medyaya, cinsiyetçi, taciz ve ayrımcılıklarla dolu akademisinden toplamda eğitim sistemine kadar, toplumsal yaşamın her alanının böylesi bir perspektifle düzenlenmesi gerektiğini söyleyen, üstelik şiddetin -yalnızca cezalandırıcı değil, önleyici biçimde- engellenmesi konusundaki yükümlülüklerin devlete ait olduğunu söyleyen bu sözleşmeye bugün sahip çıkmak, hayatlarımıza sahip çıkmak demek aynı zamanda.

*İstanbul Sözleşmesi 3. Madde B bendi

 

ÖNCEKİ HABER

IMF: Düşük rezervler Türkiye’yi şoklara karşı savunmasız bırakıyor

SONRAKİ HABER

Haklarımızı sokakta bulmadık, yedirmeyiz

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa