17 Ağustos 2020 00:47

Arap Coğrafyasında Geçen Hafta: Türk dış politikası dost bırakmadı

Arap basınında iki gündem öne çıktı: Türkiye'nin Doğu Akdeniz ve Irak'taki yeni gerilimlerle süren dış politikasının bölgedeki etkisi ve İsrail-BAE "normalleşme" anlaşması.

Fotoğraf: Atina Haber Ajansı / AA

Paylaş

Ali KARATAŞ
Kays ABBAS

Türkiye’nin son dönemde Doğu Akdeniz’de ve Irak’ta yaşadığı gerginlik, Arap dünyasının önemli gündemlerinden biri oldu. Özellikle son süreçte dış politikada Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından atılan her adım tepkiyle karşılanıyor. Makalelerde dikkat çeken noktalardan biri eleştirilerin ya Erdoğan’a ya da genel olarak "Türk dış politikası"na yapılması ve AKP isminin geçmemesi.

Arap dünyasında Türkiye uzmanı olarak bilinen Akademisyen Muhammed Nureddin, son dönemde Türkiye dış politikasında yaşanan gelişmeleri değerlendiren makalesinde Ayasofya’nın cami olarak kılıçlı açılışına gönderme yaparak “Mısır, Türk kılıcını kırıyor” başlığını kullandı. Nureddin, son zamanlarda bölgesel ve uluslararası çatışmalarda niteliksel gelişmelerin yaşandığını belirtti. Mısır-Yunanistan anlaşmasının Erdoğan-Serrac anlaşmasını yok saydığı için kızdırdığına vurgu yaptı.

Türkiye’nin dış politikasına diğer bir eleştiri, Irak’ta iki subayın SİHA’lar tarafından vurularak öldürülmesi nedeniyle geldi. Rai al Youm gazetesi başyazısında “Bu Türk saldırıları, Ankara’nın komşu ülkeler de dahil olmak üzere tek bir Arap dost bırakmadığını ortaya çıkardı. Güçleri Suriye’ye girip Libya’da savaşıyor ve Irak’ın egemenliğini ihlal ediyor. Mısır’la bir çatışmanın ve Körfez ülkeleriyle gerginliğin eşiğinde” denildi. Makalede Amerikan- İsrail saldırganlığı karşısında Arap dostu ve savunucusu olduğu var sayılan “Müslüman ülke Türkiye”nin, politikalarından dolayı Arap dünyasının kendisine karşı seferber olmasına yol açacağı ifade edildi.

Al Arab gazetesinden Hayrullah Hayrullah, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerine atıfta bulunarak Türkiye için “Hasta Adam” benzetmesini kullandı. Son dönemdeki dış politikasını İran dış politikasına benzeterek sürekli dışarıda sorun aramakla suçladı.

İSRAİL’LE NORMALLEŞME; MALUMUN İLANI

Arap dünyasının diğer önemli gündemi, Birleşik Arap Emirliklerinin (BAE) İsrail’le normalleşmeyi imza altına alan anlaşmaydı. Direniş eksenine yakınlığıyla bilinen ve Lübnan’da yayınlanan al Ahbar gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni İbrahim el Emin anlaşmanın hiç de şaşırtıcı olmadığını ve İsrail’le 25 yıldan beri devam eden ilişkilerin resmiyet kazandığını yazdı.

İsrail, Arap dünyasında ilk olarak 1979 yılında Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat tarafından tanınmış ve daha sonra Wadi Araba anlaşmasıyla onu Ürdün izlemişti. BAE, böylece İsrail’i tanıyan üçüncü Arap ülkesi olacak.

Buna karşılık BAE’de yayımlanan al Halic gazetesi yapılacak anlaşmayı “Tarihi anlaşma, Filistin topraklarını ilhak etmeyi durdurdu” manşetiyle duyurdu. Gazete, “ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu, Abu Dabi Veliaht Prensi ve Silahlı Kuvvetler Yüksek Komutan Yardımcısı Majesteleri Şeyh Muhammed bin Zayed el Nahyan, perşembe günü yaptıkları üçlü telefon görüşmesiyle İsrail, Trump’ın barış planına uygun olarak Filistin topraklarını ilhak etme planını durdurdu” ifadelerini kullandı. Ortak bir açıklamada, bu tarihi diplomatik başarının bölgedeki barışı artıracağı vurgulandı. Üç liderin cesur diplomasisinin ve vizyonunun ve BAE ile İsrail’in bölgede büyük potansiyele giden yolu açan yeni bir yol çizme cesaretinin bir kanıtı olduğu belirtildi.

Al Arab el Cedid gazetesinden Ernest Huri BAE ile İsrail arasında yapılacak anlaşmanın Trump’ın seçim yatırımı olduğunu iddia etti.


MISIR, TÜRK KILICINI KIRIYOR

Muhammed NUREDDİN
al Halic

Son zamanlarda bölgesel/uluslararası çatışmalarda daha fazla alanda ve durumda önemli ve niteliksel gelişmeler yaşandı. Bunlardan ilki, 6 Ağustos perşembe günü Kahire’de Dışişleri Bakanları Semih Şükri ve Nikos Dendias tarafından Doğu Akdeniz’deki iki ülke arasındaki münhasır ekonomik bölgeyi tanımlamak için imzalanan Mısır-Yunan anlaşması.

Mısır-Yunan ortak deniz bölgesi anlaşması, Türkiye’yi kızdırdı. Çünkü 27 Kasım 2019 tarihli Erdoğan-Serrac anlaşmasına göre Türkiye ile Libya arasındaki ortak deniz bölgelerinin bir parçasını içine alıyordu. Bu anlamda imzalanan Mısır-Yunan anlaşması, sanki Erdoğan-Serrac arasında herhangi bir ittifak olmamış gibi anlaşmayı baltalamaktadır. İkincisi, anlaşmanın Doğu Akdeniz’den Avrupa’ya uzanacak boru hatlarını kontrol etme işlevini boşa çıkarmakta ve Türkiye kıyılarından Libya kıyılarına kadar uzanan Türk kılıcını kırmaktadır.

Türkiye, Erdoğan ile Serrac arasındaki anlaşma ile büyük bir başarı elde ettiğini düşünürken Mısır, mümkün olan en iyi şekilde ve sakin olarak sahaya indi. Doğu Akdeniz’in bazı bölgelerin kaderini tek başına belirlemeye çalışan Türkiye’ye cevap verdi.

Mısır’ın, Türkiye’nin bölgedeki yayılma girişimlerine karşı sabır, müzakere ve barış ile karakterize edilen bilge bir yaklaşım izlediğine şüphe yok. Ancak aynı zamanda, ister Doğu Akdeniz’de ister Libya’da olsun, kendisine dayatılması durumunda bir saha çatışmasına hazır olduğunu açıkça gösterdi. Hiç şüphe yok ki bu anlaşmayla Mısır ve Yunanistan, Türkiye’nin Akdeniz planlarına acı bir darbe vurdu. Bu anlaşmanın Libya’da ve Akdeniz’de Mısır ulusal güvenliğinin yararına sonuçları olacak.

Beyrut’taki büyük patlama,  bölgedeki rakip güçlerin rekabeti Lübnan’a taşımaya istekli olduklarını göstermeleri için bir fırsat oldu. Lübnan, tarihi boyunca esen her rüzgara açık bir ülke oldu. Tüm dünyanın istihbarat cenneti olduğu bilinmesine ve tüm siyasi yapıları dış güçlerle bağımlılık ilişkileriyle iç içe geçmiş olmasına rağmen, patlama birçok ülkenin ajandalarını uygulamak için iştahını kabarttı.

Faydalanmaya çalışan ülkelerden ilki Fransa’ydı. Cumhurbaşkanı Emanuel Macron,  patlamadan kırk saat sonra Beyrut’a geldi. Lübnan’a gelişi, Hasan Diyab başkanlığındaki  hükümetin istifasında önemli bir faktör olabilecek istisnai bir ziyaretti.

Bu Fransız tavrı Türkiye’yi kızdırdı. Macron’un ziyaretinin sona ermesinden 24 saat sonra, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Beyrut Limanının yeniden inşası için yardım teklifleri eşliğinde Beyrut’a gönderildi. Türk ziyareti, Fransız ziyaretine ve Doğu Akdeniz’deki Türk-Fransız çatışmasına yanıt olarak geldi. Ama bu ziyaret aynı zamanda Arap muhalifleriyle mücadelenin bir parçasıydı. Beyrut’un patlamasıyla Lübnan, bu çatışma için fiilen başka bir alan haline geldi.


ERDOĞAN’IN HIRSLARI... UFKU OLMAYAN MACERALAR

Hayrullah HAYRULLAH
al Arab

Bu günlerde keskin bir şekilde ortaya çıkan bir soru var: Türkiye’yi doğal olmayan davranışlara yönelten ne oldu? Bölgenin her yerinde ve hatta Avrupa’yla saldırgan bir tarafa dönüşmesinin sebebi ne?

Türkiye, Eski Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun dediği gibi sınırları dışında sorun arayan İran’a benzemek yerine Yunanistan dahil çevresi ile “sıfır sorun” politikası benimsemişti. Belki de Türkiye’nin saldırganlığının en son kanıtı, biri tuğgeneral diğeri albay rütbesi olan iki kıdemli Iraklı subayı öldürdükten sonra iki ülke arasındaki ilişkilerde gerilime yol açan Irak’taki tacizdir.

Türkiye, rasyonel bir referansa ihtiyaç duyan bir bölgede, her şeyden önce pervasız olmaktan uzak, bir hakem olabilirdi.

Tüm bu saldırganlığı açıklayan cevap, Türkiye’nin bölgenin hasta adamı haline gelmesi.  Aynen geçen yüzyılın yirmili yılların başlarında çöküşünden önceki dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun vaziyeti gibi. Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’yi ulaştırdığı yer, ılımlılık yolunda yürümek yerine Müslüman Kardeşler projesini tanıtma görevini üstlenmek.

Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesini bir kenara bırakırsak, Erdoğan’ın özlemleri ve tutkuları bir dizi hayal edilemez maceradan fazlası olamaz. Bunun sadece bir nedeni var. Türkiye, Katar’ın sonsuza kadar devam edemeyeceği belli olan tüm mali desteğine rağmen, (mevcut) büyüklüğünden daha büyük bir rol oynamasına izin verecek bir ekonomik altyapıya sahip değildir.

Coğrafi konum, Soğuk Savaş yıllarında Türkiye’nin bölgedeki Batı çıkarlarını savunmada öncü rol oynamasında rol oynadı. NATO üyesi Türkiye, cephede Sovyetler Birliği’ne karşı caydırıcı bir güçtü. ABD füzelerinin Türkiye’den çekilmesinin, 1962 sonbaharında Küba’da bulunan Sovyet füzelerinin sökülmesiyle Moskova ile Washington arasında bir anlaşmaya yol açan çözümün bir parçası olduğunu kim hatırlıyor?

Aslında Türkiye, Ayetullah Humeyni’nin 1979’da her düzeyde iç başarısızlığı örtmek için kurduğu “İslam Cumhuriyeti” sınırları dışına sürekli kaçışa dayanan İran yayılmacılığının başarısızlığının deneyiminden ders almayı reddediyor.

Bölgede siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan kalkınmaya model olabilecek, ılımlı İslam’ın ışığında bir hoşgörü ülkesi olan Türkiye; tek adam yüzünden hasta bir duruma dönüştü. Recep Tayyip Erdoğan yönetimindeki Türkiye, bir üçüncü dünya ülkesi olarak bölgede başka bir geri rejime dönüşme yönünde ilerledi. Türkiye, iktidarın tüm anahtarlarını cebinde tutan tek bir kişi tarafından kontrol edilen bir ülke haline geldi.

Türkiye, Erdoğan’ın Suriyeli paralı askerleri kullanan ve özellikle Fransa ile İtalya arasındaki Avrupa-Avrupa farklılıklarına bağlayan Libya’ya ulaşma arzusundan uzaklaşarak, bölgedeki gerçek büyüklüğüne ve doğal rolüne kavuşabilir.


MAJESTELERİNDEN NE BEKLİYORDUNUZ?

İbrahim el EMİN
al Ahbar

Herhangi bir olayda sürpriz unsuru olmadığında tepki çok soğuk olur. Bu izlenim, düşman İsrail ve Abu Dabi yöneticilerinin eski ilişkilerini kamuoyuna açıklamasından sonra hakim oldu. Sürpriz olmamasının nedeni, Abu Dabi hükümdarları ile düşman arasındaki fiili ilişkilerin uzun yıllar öncesine gitmesidir. İngilizler Amerikalılardan önce, en az elli yıl boyunca taraflar arasında kanallar açmak için çalıştı. İngilizlerin Basra Körfezi’nden çekildiği dönemde (1968-1972) şeyhlerin takıntısı, sadece Britanya’yı Körfez’den güçlerini çekmemeye ikna etmeye çalışmak değildi. İşgalin tüm bedelini ödemeye ve Londra ile iş birliğini artırmaya istekliydiler. Arap ülkelerine gelen Batılı ziyaretçiler Washington’a giden yol, Tel Aviv’den geçmeli diyorlardı.

İran’ın bölgede yayılması, Suud’un tüm Arap Yarımadası’nı yönetme çabaları ve Cemal Abdül Nasır adlı zorlu bir düşmanın yıldızının yükselişi bu şeyhliklerin yöneticilerinin endişe ve korkularını arttırdı. En büyük korku, Arap milliyetçi eğiliminin Umman’da silahlı bir halk ayaklanmasına yol açacak şekilde adanın güneyindeki sosyalist ve solcu cephelerin etkisini güçlendirip genişlettiği iç hareketlerden kaynaklanıyordu. BAE, Bahreyn ve Kuveyt’teki karışıklıklara, suikastlere ve siyasi faaliyetlere ek olarak Güney Yemen’de komünist bir yönetim inşa edildi. O dönemde şeyhlik başkentleri, Beyrut, Şam, Kahire ve Bağdat gibi başkentlerden gelen “düşman sızıntıları”na karşı Batı hükümetlerine aidatlarını ödemeleri karşılığında, Amerikan, İngiliz ve İsrail güvenlik servislerinin hizmetlerinden yararlandılar. Yerel rakiplerine karşı tüm güvenlik faaliyetlerini finanse ettiler.

Enver Sedat, İsrail düşmanına teslim olarak Kudüs’e gittiğinde Arap Yarımadası’nın çeşitli şeyhliklerinde taraftarlarının olduğunu çok iyi biliyordu. 1980’lerin başından bu yana tüm Körfez ülkeleri resmi Arap rejimlerini sürdürmek ve Filistin Kurtuluş Örgütündeki sağ kanat hareketi de dahil olmak üzere düşmanla normalleşme cephelerini desteklemek için finansör rolünü oynamaya başladılar.

Son zamanlarda Beyrut’ta gördüğümüz Fransız işgaline geri dönüş talepleri, karşılığı boş olmayan Arap Yarımadası’nın tüm ülkelerinde ortak yaklaşımıdır. Bugün, çocuklarından başlamak üzere ülkelerin tüm sakinleri, tamamen işgal edilmiş topraklar olduklarını biliyorlar. Daha da kötüsü, bu yöneticiler sömürgecilik ve İsrail ile daha fazla içli dışlı olmaya başladılar. Önümüzdeki iki yıl boyunca bu şeyhler, Amerikalıların ve İsrail’in dostluğunu kazanma çabası için devlet fonlarına 450 milyar dolardan fazla harcayacak.

Son on yılda İsrail ile ilişkiler hakkında konuşmak normal, utanılmayacak genel bir mesele haline geldi. Katar ve Umman’ın düşmanla normalleşmeye gittikleri gün, iki ülke komşularından kimsenin tepkisinden korkmadı. Katar ve Umman liderleri, Arap yarımadasının geri kalan şeyhliklerinin yöneticilerini İsrail ile bağlayan ilişkilerin boyutunu çok iyi biliyorlar. Doha ve Büyük Muscat’ın Riyad ve Abu Dabi hükümdarlarının küstahlığından duydukları korku, onları resmiyet gerektiren ilişkilerin bile ötesine götürdü ve düşmanla doğrudan normalleşmeye gittiler.


BAE-İSRAİL İTTİFAKI: SONSUZA KADAR YALAN

Ernest HURİ
el Arab el Cedid

İsrail ile ilişkileri olmakla her suçlandığında yalan söylemek, 25 yıldır tekrarlanan resmi Emirlik yanıtlarının teması olmuştur. Sonrasında ittifakta yer alan her şeyle; güvenlik, siyasi, ekonomik ve kültürel düzeyde güçlü ilişkiler kurmuştur. Yalan, İsrail ile bir anlaşmanın imzalandığını ilan etmesine rağmen, resmi BAE pozisyonunun başlığı olarak kaldı. Aslında çeyrek asırdır var olan ilişkileri resmileştirmekten başka hiçbir şey yapılmadı. 13 Ağustos 2020’den önce yalan söylemek anlaşılabilirdi. Koalisyon anlaşması metninin yayımlanma tarihi sadece ilişkilerin normalleşmesi tarihi değildir. Ama Tel Aviv ve Abu Dabi ittifaklarını açıkça ilan etmeyi kabul ettiklerinde neden yalan söyleme ihtiyacı duyasınız? Batı Şeria’nın İsrail tarafından ilhak edilmesini çağrıştıran şakanın gerekçesi nedir?

Muhammed bin Zayed, Tel Aviv ile Abu Dabi arasındaki ittifak anlaşmasının ilhakı dondurduğunu iddia etti. Oysa bütün dünya ilhakın şimdilik donmasının BAE hükümdarlarının sahte kahramanlıklarıyla hiçbir ilgisi olmadığını biliyor. Aksine, Benyamin Netanyahu ve Benny Gantz’ın, Trump yönetiminin öngördüğü şekilde ilhakın ayrıntılarını çözememelerinin nedeni İsrail’in iç kriziydi. Anlaşma metninin edepsizliği, bin Zayed’in yalanının tek ölçü olduğunu söylemeyi hak ediyor. İsrail medyasının bile dayanamayacağı bir yalan.

Aslında BAE, İsrail ile ittifak anlaşmasını duyurarak Donald Trump’ın çaresiz seçim kampanyasına vermesi gereken desteği sağladı. 3 Kasım seçimlerinde şimdiye kadar kaybeden aday, kendisini Arap-İsrail barış anlaşmalarında vaftiz babası rolü biçen üçüncü ABD başkanı olarak göstermeye meraklıydı (Jimmy Carter, “Camp David” ve Bill Clinton’dan sonra, “Wadi Araba” ve “Oslo” anlaşmalarını imzalamışlardı).

İsrail-BAE koalisyonunun duyurusu, kulağımıza ve gözümüze tonlarca yalan söylemekten kurtulmak ve bazı basit insanların gözlerinden kalın bir kafa karışıklığını gidermek için 25 yıl önce yapılmış olmalıydı.

ÖNCEKİ HABER

Maden şirketine karşı mücadeleyi kazanan Kirazlıyayla köylüleri toplandı

SONRAKİ HABER

Erdoğan: Hedefimiz 2022'nin sonunda yeni bir Ayder ortaya çıkarmak

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa