18 Kasım 2012 14:56
/
Güncelleme: 13 Aralık 2014 05:43

SUNU: Edebiyatın temel sorunlarını masaya yatırıyoruz

Bugün binlerce baskı yaparak satış rekorları kıran bir çok kitap piyasada dolaşıyor. Bilboardları, gazete ve televizyonları süsleyen bir yığın kitap reklamı da bununla eşdeğer olarak ilerliyor.
Öte yandan yayınevlerinin birbirleriyle olan yarışı sonucunda da edebiyat alanına ilişkin bir sürü eser yayınlanıyor. Pop salgını gibi, birden parlayıp iki hafta sonra kimsenin hatırlamadığı ürünlerin yaygınlaşması Türkiye’deki edebiyatın nereye doğru ilerlediği sorusunu akıllara getiriyor.
Düşünce ve duyguları güzel ve etkili bir biçimde anlatma sanatı olarak tanımlanabilecek edebiyat kavramına, piyasaya sunulan kitapların kaçı uyuyor? Her anlatı, her metin edebiyat tanımı içerisine sokulamayacağı gibi; toplumu aydınlatacak, edebiyata düzey kazandıracak eserlerin niteliği nasıl olmalı?
Edebiyatımızdaki temel sorunun ne olduğunu sorgulayacağımız dosyamızda; yeni nesil edebiyatın durumu, yazarlığın hayatı idame ettirebilecek bir meslek olup olmadığı ve yazar ile okuyucu arasındaki bağ üzerine tartışma yürüteceğiz.

Hazırlayan: Erkan Araz


GERÇEK EDEBİYAT HALKTAN YANADIR

Adnan BİNYAZAR
Yazar


Gerçek edebiyat halktan yanadır. Kurulu düzen ise, hiçbir çağda gerçekleri gün yüzüne çıkaran yazardan hoşlanmamıştır. Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde, adamlar ses duvarını aşarak 39 bin kilometre yükseklerden yeryüzüne atlarken, gerçekleri dile getirmenin ötesinde bir eylemi olmayan onlarca gazeteci neden Silivri’de adalet bekliyor?  
Yazanın, düşünenin üzerindeki bu baskı, halk kendi demokrasisini yerleştirene değin sürecek. Zaman, aydınlığın muştucusudur; elbet bir gün o da gerçekleşecek.
Edebiyatın nereye gittiği sorusuna yanıt aranırken şu nokta gözden kaçırılmamalıdır. Yayınevleri arasındaki rekabetten dolayı basılan eserlerde belirgin bir kalite düşüklüğü yaşanıyor. Medyanın allayıp pullayarak öne sürdüğü yazarlar birden ilgi odağı olabiliyor. Toplumu aydınlatacak, edebiyata düzey kazandıracak esere binde bir rastlanıyorsa sevinelim. Pop salgınında olduğu gibi, birden parlayıp iki hafta sonra kimsenin aklına gelmeyen ürünler sardı ortalığı. Sanatta erotizmin pornoya dönüşmesinden öte düzeysizlik yoktur. Üstelik bu düzeysizliğe sanat adı altında düşülüyor. Ne yazık ki, konu eleştirel bir ortamda tartışılmıyor da. Kurgusuyla, anlatımıyla, beğeni düşüklüğüyle gittikçe yaygınlaşan bu tür kitaplar, edebiyatı özünden saptırmakla kalmıyor, toplumun edebiyat kavramına duyduğu saygınlığı da zedeliyor. Herkesin yakındığı okumama sorununun temelinde yatan budur.

YAZARIN OKURLA İLİŞKİSİ

“Türk edebiyatı nereye gidiyor?” sorusu bağlamında yazarın okurla ilişki kurması üzerinde de duruluyor. Bence en önemli sorunlardan biridir bu. Rusya’da, özellikle romancıların, eserlerini bastırmadan, yazarlardan, eleştirmenlerden, okurlardan oluşan bir topluluk karşısında okuyup onların değerlendirmelerine sunduklarını okumuştum. Bunların arasında Gogol, Dostoyevski, Tolstoy, Mayakovski gibi devler de var. Bunun Avrupa’da öteden beri uygulandığını Berlin’de bulunduğum yıllarda öğrendim. Almanlar, büyük olasılıkla yazarın, kitabın değerini bilen bütün Avrupa ülkelerinde kitap yayımlandıktan sonra “okuma günleri” düzenleniyor. Kimi zaman, bir bakıma dinlenme, sohbet yeri olan kahvehanelerde toplanılıyor, kitap tanıtıldıktan sonra, yazar, kitabın kendince ilginç bulduğu yerini okuyor, daha sonra da sorulara geçiliyor. Yazara ücret de ödeniyor. Almanya’da okumalara çağırdıklarında honorar adı altında bir ödeme yapmışlardı da şaşırıp kalmıştım.
Bizde bu tür toplantılar yeni yeni başlıyor. Semih Gümüş’le A. Ömer Türkeş’in İstanbul Modern’de yazarlarla konuşmaları düzeyli bir başlangıç. Bu arada, önce özel okullarda başlamak üzere, sonra devlet okullarında da uygulanan yazar-öğrenci buluşmalarını kuşkusuz iyi bir gelişimedir. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında Batı kültüründen etkilenen İstanbul konaklarında çocukların da katıldığı ev içi toplu okumalardan dolayı biz de bu tür toplantılara yabancı değiliz.
Son günlerde yayımlanan Orhan Karaveli’nin Kendi Heykelini Yapan Adam İlhan Selçuk (Doğan Kitap) adlı kitapta bunun somut bir örneğini görüyoruz. İlhan Selçuk’un kız kardeşi Ülfet Ertel anlatıyor:
“İlhan Abim şiirle yatıp kalkan bir insandı. Belleğinde yüzlerce şiir vardı ve ben biraz büyüyünce rütbe verme oyununu geçmişte bırakmıştık. Artık şiirle söyleşiyor, bir yandan da sanki birbirimizi sınava çekiyorduk. Sözgelişi o çok sevdiği Hacı Bektaş Veli’yle başlardı:
     Hararet nardadır sacda değildir
     Keramet baştadır taçda değildir

     deyince ben arkasını getirirdim:

     Her ne arar isen kendinde ara
     Kudüs’te, Mekke’de Hac’da değildir    

Bu şiir oyunu Yunus Emre’yle, Namık Kemal’le, Âşık Veysel’le, Ahmet Haşim’le sürer, sıra Nâzım Hikmet’e kadar gelirmiş.

YENİ KUŞAK İÇVARLIĞINI RUHUNDA DUYUMSAYAMIYOR

İnsan, yalnızca beden değil, dünyayı ruhunda taşıyan sınırı belirsiz bir “içvarlık”tır. Beden zamanlı, içvarlık zamansızdır. İnsanda zamansızlığı edebiyat, sanat yaratıyor. İnsan, nice deneyimlerden geçerek vardığı moral değerleri içvarlığında oluşuma uğratarak insanlığını kurdu. Sözü, sizin deyiminizle “yeni nesil”e getireyim. Yeni kuşak, büyük çoğunluğuyla moral değerlerin oluşturduğu içvarlığını ruhunda duyumsayamıyor. Oysa içvarlık, kabuğu içinde kaplumbağa ne denli mutluysa, insana da aynı mutluluğu duyumsatır, o güveni verir; yani, insanı “insan” kılar.
Bu yargıya geçmişe özlem duygusuyla varmıyorum. Böyle algılanmasını da istemem. Ama şu da bir gerçek: “Eski”nin değerleri bu güne olduğu gibi taşınamaz ama birbirinin ardınca gelen kuşaklar, çağlarına uyum sağlarken, eski değerlerden doğan boşluğu doldurabilmelidirler. Yüzyıllar öncesinin Raffaello’sunun değeri, yüzyılımızda o gelenekten bir Picasso yetiştiği için anlamlıdır. İçvarlığını geliştirmeyen kuşaklar, insanlıklarından uzaklaşıp birer zulüm makinesine dönüyorlar. Okuyun gazete sayfalarını, kadına yapılan zulüm, tecavüz tüyleri ürpertiyor. Moral değerleriyle oluşan sanat, edebiyat insanı vicdanlı kılan en etkili araçtır. Vicdanın ancak içvarlığı olan insanda bulunduğunu sanırım vurgulamaya gerek kalmayacaktır. İnsana, insan olduğu bilincini kazandıran da içvarlığıdır.

İNSANLIK YABAN HAYVANINA DÖNDÜ DÖNECEK

Öte yandan yazarların, yayıncısıyla, okuruyla, kitabına emek veren kişilerle bir araya gelip çalışmalarını sohbet havası içinde değerlendirilmesi, yapılan işi daha düzeyli kılar. Babıâli özleminizde haklısınız. Ama ne yazık ki, yıllarca aynı apartmanda oturanlar birbirlerinin kapılarını çalmadıkları gibi yüzlerini de görmek istemiyorlar. İnsanlık yaban hayvanına döndü dönecek... Yukarıda sözünü ettiğim moral değer yoksunluğunun sonucudur bu duruma düşüş. Sanki, çevremizi saranlar insan değil, robotlardan oluşan teknik yaratıklar...


‘YAZ, MESLEKSİZ!’

GELELİM yazarlığın “hayatı idame ettirip ettirmeme” sorununa... Sait Faik’e mesleği sorulduğunda “yazar” deyince, ilgili memurun, sekretere dönüp, “Yaz, mesleksiz!” demsinin üzerinden nerdeyse altmış yıl geçti. Bu gün de değişen bir şey yok. Yazarın iyi kötü bir mesleği olmasa, nerdeyse İranlı ozan Firdevsi gibi, ölüsü sokakta bulunur. Büyük yazar Orhan Kemal, parmağını gaz ocaklarında ısıtarak tefrika romanlarının parasını almak için kim bilir kaç gazete patronunun kapısını aşındırmıştır. Kaç yayınevi sahibinin bürosunda nöbet tutmuştur!..
Beş on yazarın dışında, yazarlığı geçim sağlayacak bir meslek olarak düşünmek hayaldir. Büyük yayınevleri az çok telif sorununu kurumlaştırdılar. Onların arasında bile ödeyecekleri telifi aylar sonrasına erteleyenler var. Küçük yayınevlerine kitap verdiyseniz telifi unutun. Az çok, sıkça yenilenen telif yasası da var. Ödememeyi yasaya nasıl uydurdukları bir sırdır.
Deveye boynun eğri demişler, o da nerem doğru ki demiş. “Türk edebiyatı nereye gidiyor?” Eğriliğini doğrultursa belki gidecek yeri de bulur...

Yarın: Cengiz Gündoğdu (Eleştirmen)

evrensel.net

Evrensel'i Takip Et