02 Eylül 2020 16:23

Prof. Dr. Hakan Mıhçı: Türkiye’de cari fazla hep kriz işareti oldu

Türkiye’de tahripkar iktisadi ve siyasi krizlerin yaşandığını söyleyen Prof. Dr. Hakan Mıhçı, "Doğal gaz rezervlerinin bulunması Türkiye’yi birdenbire gelişmiş bir kapitalist ülke yapmaz" dedi.

Fotoğraflar: AA&Evrensel

Paylaş

Metin SEVİM
Ankara

Karadeniz’deki doğal gaz rezerviyle ilgili tartışmalar, “müjde” duyurularından daha az sürdü. İktidarın 320 milyar metreküp doğal gaz rezervi bulunduğu açıklamasında, dışa bağımlılıktan kurtulma, cari açığın kapanacağı, eksen değişikliği iddialarında bulunsa da AKP yaratmak istediği heyecanı yakalayamadı. Karadeniz’deki doğal gaz rezervinin ekonomideki etkilerine ilişkin sorularımızı Hacettepe Üniversitesinden 2017 yılında emekli olduktan sonra Göttingen Üniversitesi İktisat Bölümü misafir öğretim üyeliğine başlayan Prof. Dr. Hakan Mıhçı yanıtladı. Türkiye ekonomisinin son 70 yılda sadece 7 yıl cari açık vermediğini kaydeden Mıhçı, bu yılların ise neredeyse tamamının ülke ekonomisinin tarihsel anlamda en çarpıcı ve en tahripkar iktisadi ve siyasi krizlerinin yaşandığı yıllar olduğunu söyledi. Mıhçı, “Ülke ekonomisinin cari fazla vermesinin toplumsal krizlerin en belirgin işareti olarak algılanmaya başlandığını söylemek abartı olmayacaktır. Öyle ki, cari fazla Türkiye ekonomisi için sevinilecek değil, kaygı duyulacak bir iktisadi gösterge olmuştur” dedi.

Karadeniz’de doğal gaz bulunduğu açıklanınca, iktidar cari açığın kapanacağını iddia etmeye başladı. Bu konuda ne dersiniz?

Türkiye ekonomisinin en temel yapısal sorunlarından biri dış ticaret ve cari açıklardır. Dış ticaret ve cari açıkların ülke ekonomisinde yapısal sorun haline gelişinin miladını İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasına tarihlemek olanaklıdır. Türkiye ekonomisi 1940’lı yılların sonlarından günümüze kadar geçen yaklaşık 70 yıllık, uzun sayılabilecek dönem içerisinde sürekli olarak cari açık ve özellikle de dış ticaret açığı veren dünyadaki ender ekonomilerden bir tanesidir. Türkiye ekonomisinin dış ticareti 1950-2019 yılları arasında her yıl istisnasız açık vermiş; farklı bir ifadeyle mal ihracatı sürekli olarak ithalatının altında kalmış; bu eğilim cari açıkların ve borçlanma gereksiniminin kronikleşmesine yol açmıştır.

Son 70 yıllık zaman dilimi içerisinde Türkiye ekonomisinin cari açık vermediği yıl sayısı sadece 7’dir. Bu istisnai yılların neredeyse tamamı (1973, 1988, 1989, 1994, 2001 gibi) ülke ekonomisinin tarihsel anlamda en çarpıcı ve en tahripkar iktisadi ve siyasi krizlerinin yaşandığı yıllar olmuştur. Dolayısıyla, garip bir şekilde ülke ekonomisinin cari fazla vermesinin toplumsal krizlerin en belirgin işareti olarak algılanmaya başlandığını söylemek abartı olmayacaktır. Öyle ki, cari fazla Türkiye ekonomisi için sevinilecek değil, kaygı duyulacak bir iktisadi gösterge olmuştur.

“REZERVLER BULMAK İLE BİRDENBİRE GELİŞMİŞ BİR KAPİTALİST EKONOMİYE DÖNÜŞME OLANAĞI YOK”

Peki doğal gazın bulunmasıyla birlikte Türkiye’nin ekonomik “liginde” bir değişiklik olacak mı?

Türkiye ekonomisi İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir “eksen değişimiyle” karşı karşıya kalmış veya bu değişimi bilinçli olarak benimsemiş, dünya kapitalist sistemine bağımlı bir şekilde yeniden eklemlenmiştir. Bu bağımlılık, sanayinin yapısı değişse de, iktisat politikaları farklılaşsa da, değişik ideolojik yönelimleri olan hükümetler siyasi iktidara gelmiş olsa da, farklı sanayileşme/kalkınma stratejileri uygulansa da (İthal ikameci anlayıştan ihracata yönelik sanayileşmeye geçiş gibi), dünya ekonomisinin genel yöneliminde kayda değer değişiklikler yaşansa da özünde değişikliğe uğramadan geçerliliğini korumuş ve ülke ekonomisinin köklü bir atılım gerçekleştirerek dahil olduğu ülke grubu sınıflamasının veya soruda ifade edilen şekliyle içinde bulunduğu “ligin” bir üstüne çıkmasını engellemiştir. Yeni doğal gaz rezervlerinin bulunmasının da Türkiye’nin ekonomik “liginde” bir değişiklik yaratması çok düşük bir olasılıktır. Özetle, Türkiye ekonomisinin doğal gaz rezervlerinin bulunmasıyla birdenbire gelişmiş bir kapitalist ekonomiye dönüşme olanağı bulunmamaktadır.

Enerji kaynakları Ortadoğu ve Uzak Doğu’da egemenlik kavgalarının da en önemli nedenlerinden biri. Peki Türkiye bu doğal gaz rezervini çıkarabilmek için gerekli teknoloji ve sanayi durumuna sahip midir?

Bu konuda uzman değilim maalesef. Genel bir takım bilgiler üzerinden sınırlı yorumlar yapabilirim ancak. Küresel düzeyde hızlı sanayileşme süreçleri ekonomilerin enerji kaynaklarına yönelik taleplerini giderek arttırıyor. Öte yandan, yenilenemeyen enerji kaynakları da aşırı kullanımdan dolayı hızla tükeniyor. Üstelik doğanın tahribine ve yok oluşuna doğru insanlığı sürüklüyor. Çevre dostu yenilenebilir enerji kaynaklarının üretim ve tüketim süreçlerindeki kullanımı ise halen sınırlı düzeylerde seyrediyor. Örneğin Türkiye’nin tükettiği toplam enerji kaynakları içinde yenilenebilir olanların payı olumlu doğa ve coğrafi koşullarına rağmen sadece yüzde 4-5 düzeyleriyle sınırlanmış gözüküyor.

Böyle olunca giderek azalan geleneksel enerji kaynakları üzerindeki rekabet keskinleşiyor ve küresel egemenlik süreçlerinin hayati bir parçası ve göstergesi haline geliyor. Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de yaşanan gerilimlerin bir boyutu enerji ise diğer boyutunun dünya kaynakları üzerindeki egemenlik mücadelesi olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Küresel kapitalizmin öncü ülkeleri enerji kaynakları üzerinden egemenlik ilişkilerini sürdürmek veya kendi lehlerine değiştirmek istiyorlar.

Türkiye’nin bulduğunu açıkladığı 320 milyar metreküplük doğal gaz rezervinin dünya genelindeki rekabet ve egemenlik mücadelesine çok sınırlı da olsa bir etkisi olabilir. Ancak bu ilk haberden yola çıkarak uzun dönemli kapsamlı analizlere girişmenin doğru olacağını düşünmüyorum. Çünkü doğal gaz rezervleriyle ilgili olarak yapılan açıklamalarda teknik olarak henüz netlik kazanmamış pek çok unsurun bulunduğu anlaşılıyor. Konunun uzmanları açısından bile yapılan açıklamalar tatminkar olmaktan uzak gözüküyor. Bulunduğu açıklanan rezerv miktarı henüz “kanıtlanmış” (proven) olmaktan uzaktır. “Bulunduğu yerdeki potansiyel gaz miktarını” göstermektedir. Böyle olunca kanıtlanmış miktar mevcut açıklamalardan çok daha düşük olabilir.

Oysa, açıklanan potansiyel kaynakların nihai geliştirme programının gerçekleştirilebilmesi için tahminen 3-5 milyar dolarlık ek bir yatırım programına gereksinim duyulacaktır. Diğer karmaşık teknik süreçler de hesaba katıldığında hem maliyetlerin yükselmesi söz konusudur hem de olası üretim aşamasına geçmek için gereksinim duyulan sürecin açıklanandan (2023) çok daha uzun yıllar (en az 7-10 yıl) alacağı anlaşılmaktadır. Türkiye ekonomisi açıklanan doğal gaz rezervlerini çıkarabilecek gerekli teknoloji ve donanım düzeyine sahip değildir.

“YENİ ENERJİ KAYNAKLARI, SERMAYENİN EMEKÇİLER ÜZERİNDEKİ EGEMENLİĞİNİ PEKİŞTİRİR”

Doğal gaz rezervleri sıralamasında Türkiye’nin durumuna baktığımızda Karadeniz’de bulunan doğal gaz üretimine 7 ile 10 yıl içinde başlanabileceği ve yatırım maliyetlerinin çok yüksek olacağı ifade ediliyor. Bu durum Türkiye işçi ve emekçilerine ne getirecektir?

“ABD Enerji Enformasyon İdaresi” (US Energy Information Administration) ve “BP” kaynaklarına dayanarak oluşturduğu güncel sıralamada Türkiye 218 milyar metreküplük “kanıtlanmış” rezerviyle dünyada 84. sırada yer almakta ve toplam rezervler içindeki payı yüzde 0.003 (binde 3) gibi ihmal edilebilecek bir düzeyde bulunmaktadır. Açıklanan son rakamlar mevcut rakamlara eklendiğinde dahi Türkiye’nin sıralamadaki yerinde ve dünyadaki payında anlamlı bir değişiklik ortaya çıkmayacaktır.

Yüksek maliyetler bir yana kalkınma stratejileri, enerji politikaları ve çevresel kaynaklarının korunması açılarından bundan 10 yıl sonra dünyadaki enerji kullanım örüntülerinin hangi yöne doğru evrileceğinin dikkate alınması gerekmektedir. Dünyadaki genel eğilim çevre dostu olduğu anlaşılan yenilenebilir enerji kaynaklarına doğru olduğu görülmekte, ülkeler de kendi enerji üretim ve tüketim örüntülerini bu doğrultuda dönüştürmeye çabalamaktadırlar. Türkiye’nin de dikkatini bu yöne doğru çevirmesi, karbondioksit salımı yüksek geleneksel enerji kaynaklarının kullanımını hızla terk etmesi anlamlı gözükmektedir.

Enerji kaynaklarına erişimin emekçi sınıflar üzerinde yaratacağı etkinin irdelenmesi ise ayrı bir tartışma konusudur. Yeni rezervlerin bulunması ve bu rezervlerin kullanıma sokulması süreçlerinin başlı başına çalışan sınıflar üzerinde yaratacağı önemli maliyetler bulunmaktadır. Bundan belki de daha önemlisi enerji kaynaklarının mülkiyeti ve kullanım haklarıyla ilgilidir. Dünyadaki enerji kaynaklarının çok büyük bir kısmına çok uluslu büyük sermaye şirketleri sahiptir veya bu kaynakların kullanımından çok yüksek kârlar elde etmektedirler. Dolayısıyla, yeni enerji kaynaklarının bulunması ve kullanıma sokulmasının, küresel düzeyde sermaye sınıfının emekçi sınıflar üzerindeki egemenliğini pekiştiren bir etken olarak görmek olanaklıdır.

Gelişmiş az sayıdaki ülkeyi dışarıda tutacak olursak, dünya enerji arzının önemli bir kısmını sağlayan gelişme yolundaki ülkelerde (Katar, İran, Suudi Arabistan, Türkmenistan, Birleşik Arap Emirliği gibi) sınıflar arası eşitsizliklerin boyutunun çok yüksek olduğu görülmektedir. Bu ülkelerde çalışan sınıflar yoksulluk ve sefaletle mücadele etmek zorunda kalırken; eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, toplumsal cinsiyet, gelir dağılımı eşitsizliği gibi kalkınmanın insani boyutlarıyla ilgili göstergelerin de oldukça kötü olduğu gözlenmektedir.

Doğal gaz açıklaması öncesinde bir “müjde” haberi lanse edildi.  Halkı böyle bir beklenti içerisine sokmalarının nedeni nedir? Doğal gaz gerçekten Türkiye halkları için mi yoksa Türkiye’nin burjuvazisi için mi müjdedir?

- Sorunun ikinci kısmına büyük ölçüde bir önceki soruda değindiğimden oradan başlamanın pratik olacağını düşünüyorum. Doğal gazın bulunduğu haberi Türkiye’nin emekçi sınıflarından çok burjuvazisi açısından “müjde” niteliği taşımaktadır. Çünkü bu haberin kendisi de olası pratik yansımaları da burjuvazinin lehine sonuçlar vermeye aday gözükmektedir. Böyle bir “potansiyeli” vardır. Gerçekliğe ne şekilde yansıdığını ise önümüzdeki yıllar bize gösterecektir.

Diğer yandan, doğal gaz rezervlerinin bulunmasının “müjdeli” bir haber olarak kamuoyuna yansıtılmasının iktisadi olmaktan çok siyasi hedeflerinin olduğu akla yakın gelmektedir. İktisadi hedef henüz kuramsal ve potansiyel düzeyde kendini göstermektedir. Pratik bir gerçeklik haline gelip gelmeyeceği bilinmemektedir ve bunun anlaşılması için uzun yılların geçmesi gerekmektedir. Dolayısıyla, daha önce çeşitli kereler karşılaştığımız gibi, olgular ile algılar arasında derin bir açık yaratılmak istenmekte ve mevcut siyasi iktidar bu açığı kullanarak siyasi ömrünü uzatma çabası içine girmektedir.

Geniş kitleler ve özellikle de çalışan sınıflar ülke ekonomisinin ve siyasetinin son dönemdeki gidişatından eskisi kadar hoşnut görünmemektedirler. Ülke ekonomisi 2018 yılından günümüze kadar ciddi krizlerle karşı karşıya kalmaktadır. Yıllık büyüme oranları 2018’de yüzde 2.6’ya, 2019’da yüzde 0.9’a düşerek uzun dönemli ortalama büyüme oranlarının (yaklaşık yüzde 5) oldukça altına inmiştir. 2020 yılında ekonominin küçüleceğine kesin gözüyle bakılmakta, sadece küçülmenin boyutuyla ilgili farklı tahminlerle karşılaşılmaktadır. Örneğin Dünya Bankası Türkiye ekonomisinin 2020 yılındaki büyüme oranının - yüzde3.8 olacağını tahmin etmektedir. OECD ise 2020’deki küçülme oranının - yüzde 4.8 olacağını hesaplamaktadır. Her koşulda 2018-2020 yılları arasında Türkiye ekonomisinin kümülatif büyüme oranının negatif olacağı neredeyse kesin gibi gözükmektedir.

İktisadi büyümenin durması ve eksiye dönmesi işsizlik rakamlarını da olumsuz yönde etkilemektedir. 2018 yılında yüzde 11 düzeyinde gerçekleşen işsizlik oranı 2019 yılında yüzde 13.7’ye yükselmiştir. Yüksek düzeyde negatif büyümenin gerçekleşmesinin beklendiği 2020 yılında işsizlik oranlarının mevcut düzeyin çok daha üstüne çıkması normal karşılanmalıdır.

Kesintisiz gerçekleşen dış ticaret ve cari işlem açıklarının doğal bir yansıması olarak ülkenin dış borçları da zaman içinde sürekli yükselme eğilimi göstermiş, 2019 yılında dış borç stoku 437 milyar ABD doları ile GSYİH’nın yüzde 58’ine kadar tırmanmış; özellikle son dönemdeki iktisadi daralmanın, küresel düzeydeki talep azalışının, turizm gelirlerindeki şiddetli düşüşlerin yarattığı etkilerle dış borç ödemelerindeki zorluklar artmaktadır. Üstelik son haftalarda döviz kurlarında olağanüstü artışlar gerçekleşmekte, yerli paranın yabancı paralar karşısındaki değeri tarihsel olarak en düşük düzeylere gerilemekte, bu alanda her gün yeni bir rekor kırılmaktadır.

Siyasi gelişmeler de iktisadi yaşamda son dönemde görülen krizlerden bağımsız değildir. Siyasi iktidar yükselişinin başlangıcını oluşturan büyük şehirlerdeki belediye başkanlıklarını uzun bir aradan sonra ilk kez kaybetmiş, başkanlık sistemine yönelik sorgulamalar başlamış, komşu ülkelere yönelik askeri harekatlar eski cazibesini ve yapılabilirliğini yitirmiş, uluslararası politikada yalnızlaşma süreci başlamış, eski doğal müttefiklerin neredeyse tümü kaybedilmiş, kısacası siyasi iktidara duyulan güven sarsılmıştır. Üstelik sarsılan bu güveni yeniden tesis etme çabalarının da büyük medya hakimiyetine rağmen bir türlü olumlu sonuç vermediği ve sorgulamaların arttığı görülmektedir. Üstüne eklenen Corona Covid19 virüsü salgın süreci korku ve gelecek kaygılarının bir üst düzeye yükselmesine yol açmakla kalmamış, belirsizliğin ve güvensizliğin boyutunu arttırarak siyasi iktidarın sorumluluklarını yeterince yerine getirmediği, verileri şeffaf bir şekilde halkla paylaşmadığı iddialarının giderek yaygınlaşmasına ve huzursuzlukların alevlenmesine neden olmuştur. Ek olarak, iktisadi krizin derinleşmesi siyasi iktidarın salgın sürecinden kaynaklanan kayıpların telafisini de zorlaştırmış gözükmekte, eski rant aktarma kanalları yeterince çalış(a)mamakta, yakın gelecek çalışan sınıflar açısından işsizlik, yoksulluk ve gelir kaybı tehdidi anlamına gelmektedir.

Bu olumsuz iktisadi ve siyasi atmosferden çıkışın bir yolu olarak doğal gaz rezervlerinin bulunduğunun müjdeli bir haber olarak yayılmasına yönelinmiş, ancak görünen o ki, haberin beklenen etkisi Ayasofya’nın ibadete açılması kadar bile uzun ömürlü olamamıştır. Müjdeli haberin ortaya çıktığı ve haberin açıklandığı saatlerde döviz kuru beklentilerin tersine artış eğilimine girmiştir. Sonuç olarak, olgular ile algılar arasında son yıllarda oluşan açık kapanma eğilimine girmektedir. Şimdi sıradaki müjdeli haberin ne olduğu beklenmektedir. 

 

 

ÖNCEKİ HABER

Ağustos ayında 27 kadın erkekler tarafından öldürüldü

SONRAKİ HABER

Barış Atay'ı darbeden 3 kişi tutuklandı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa