Pandemi gölgesinde ‘demokrasi’ tartışması sürüyor
Avrupa'nın gündeminde bu hafta, Almanya'da korona tedbirlerine karşı yapılan eylem, Fransa’da ise hükümetin açıkladığı 100 milyarlık ekonomik kalkınma planı var.
Fotoğraf - Kolaj: Evrensel
Berlin’de 28 Ağustos’ta korona tedbirlerine karşı yapılan eylemde Federal Alman Meclisinin giriş kapısına hücum edilmesi, ülkenin dış imajını zedelediği için medyanın ana konusu oldu. Rus muhalif Nawalny’nin zehirlendiğinin belirlenmesiyle gündemin ikinci konusu olmasına rağmen “Demokrasimiz tehlikede” diyenlerle, “Bu demokrasinin iyi bir sonucudur” diyenler arasında tartışma sürüyor. Handelsblatt gazetesi; “Meclis binasına saldırının henüz merdivenlerde sona ermesi, her şeyin yolunda olduğunu göstermiyor. Almanya için Alternatif (AfD) Partisi sayesinde zaten mecliste demokrasiyle içeriden mücadele eden bir siyasi güç var. Mülteci politikasında artık pek ekmek olmadığı için korona krizi kışkırtmaların yeni kaynağı haline geldi” derken Telepolis Sol’un görevine dikkat çeken bir yorum yayımladı.
Günlük virüs vakası sayısının 1500’lere geri tırmandığı Büyük Britanya’da medya hükümeti sorumlu tutacağına, şahısların davranışlarını manşetlere taşımaya devam ediyor. Kendi koyduğu kuralları ihlal ederek halkın güvenini kaybeden hükümet ve danışmanları, her gün yaptıkları çarklar ve Kovid-19 mücadelesinin her alanında gösterdikleri devasa beceriksizliğe rağmen sorumlu tutulmuyor, sorumluluk alma teşebbüsünde bile bulunmuyor. Sorunun kaynağı ise yine birbirine karşı kışkırtılan halk olarak gösteriliyor.
Fransa’da hükümet 100 milyarlık bir ekonomik kalkınma planı açıkladı. Bir kez daha bu miktarın ezici çoğunluğu büyük tekellerin kasalarına akacak. Bugüne kadar zaten onlarca milyar zenginleri daha da zenginleştirmeye yönelik emekçilerin cebinden sermaye akarken bunlara bir yenisi daha da eklendi. Üstelik hükümet bunun karşılığında işten atmaların durdurulmasını bile istemiyor.
BUNDESTAG’A SALDIRI- BİR BARDAK SUDA FIRTINA
Wolf Wetzel
Telepolis
ÇOK kötü adamların, yani Otonom (yaşlılar için), Antifa (genç olanlar için) ve RAF 3.0’ın (herkes için) Reichstag’a saldırı çağrısında bulunduğunu hayal edin. Bunun için internette çok sayıda beğeni ve kana susamış onay ve büyük bir hazırlık olduğunu da tahayyül edin. Ve elbette, tüm “izleyicileri” hukukun üstünlüğünün sertliklerine hazırlamak ve operasyon planlarını buna göre keskinleştirmek için her türden “güvenlik çemberinden” gelen çok sayıda uyarı da olurdu.
Bu kıyamet ve korku senaryosunu hayal edin ve ardından aşağıdakilerin gerçekten gerçekleştiğini düşünün: Her şeyden önce, bu şeytani ittifakın düzenlediği Bundestag eteklerindeki miting sorunsuz bir şekilde onaylandı. Benzer kaygılarla diğer gösterileri yasaklamayı amaçlayan uygulamalardan açıkça hariç tutuldu. Söz konusu miting alanında, polisin o gün seferber ettiği hemen hemen tüm güç geri çekildi. O gün en az 3 bin polis memuru görev yaptı, bunların 2997’si Rusya büyükelçiliği önündeyken üçü de parlamento binası önündeydi.
Sonuç olarak, bazılarının uyardığı, başkalarının hevesle beklediği şey tam olarak gerçekleşti: Birkaç yüz kişi koyulan engelleri neşeli bir şekilde aştı. Tamamen beklenmedik bir şekilde ve kendilerini yormadan, bu birkaç yüz kişi Bundestag’a doğru koştu ve Olympus’a(!) giden merdivenleri tırmandı. Orada, 3 bin polis arasından geride bırakılan üç polis tarafından karşılandılar. Üç polisin hiç şansı yoktu ama yine de denediler. Ellerinde imparatorluk bayrakları, gamalı haçlı bayraklar olan merdiven tırmanıcıları coşkulu birkaç dakika yaşadı. Sonuçta Berlin yetkilileri üç polisin merdivenleri geri alarak demokrasiyi kurtardığını ilan etti.
“Solcular” böyle bir saldırı çağrısı yapsaydı bunların hiçbirinin olmayacağını anlamak umarım zor değildir. Bundestag’ın önünde, 29 Ağustos 2020’de Berlin’de yaşanan durumun böyle mizahi şekilde aşılamayacağını belirtmekte de fayda var. Her iki tarafın da haklı olarak paylaşabileceği bir mizah: Parlamento binasına “saldıranlar” ve onu demokrasinin somut simgesi olarak savunmak isteyenler…
Partiler, politikacılar, cumhurbaşkanı şok içinde, sonuç çıkarmaktan söz ediyorlar… Her şeyi serbest bırakanlar, NSU cinayetlerine, mülteci yurtlarına ve muhaliflere yönelik saldırılara ses çıkarmayanlar, polis ve ordu içinde aşırı sağ hücrelerin kurulmasından rahatsız olmayanların korumak istediği demokrasi bu mu? Korumamız gereken demokrasi bu mu olmalı? Berlin’deki eyalet hükümeti partileri, Berlin’deki Anayasayı Koruma Kurumunun federal meclis binası önündeki onaylanmış mitingde kimin toplanmak istediğini bilmeyecek kadar aptal olduğu iddia edilebilir mi?
Ve elbette, eylemleri örgütleyenlere, sağcı olmadıklarına yemin billah ederek eylemlere katılanlara “özgürlük” ile ne kastettiklerini, Merkel diktatörlüğünün alternatifi olarak neyi gördüklerini sormanın tam zamanı. Bu nasıl bir özgürlük? Kapitalizm çerçevesinde, kapitalizmin iyi günlerinde olduğu gibi bir özgürlük mü? Öyleyse, ne kadar çok çalışırsanız ve parasını da ödeyebilirseniz özgürlüğün tadını çıkarmayı hak edersiniz. Yani parayı verenin düdüğü çaldığı bir demokrasi!
İşte bu nedenle solun açık tavır alması gerekir. Konu bir “Merkel diktatörlüğü” ya da demokrasiyi savunmak değilse, o zaman ne?
Kriz, dışlanma, yalıtılma korona ile başlamadı. Toplumsal eşitsizliğin tırmanması kapitalizmin sonucu. Sol’n merkezine alması gereken görev, krizin nedenleri ve faturanın kime kesileceği yönünde kitleleri bilinçlendirmek ve harekete geçebileceği platformları yaratmak olmalı. Sol, yalnızca maske takılmasına ve gerekli mesafenin korunmasına dikkat ettiği sürece, boş bir stadyumda kurallara uymayı kontrol eden bir yan hakem olmaktan öteye gidemeyecektir. Mevcut baştan çıkarıcı protestolarda neyin eksik ya da yanlış olduğu konusunda çok fazla enerji ve zaman harcamak yerine sağın sahip çıkamayacağı, çıkmasına izin verilmeyeceği bir platform oluşturmak ve demokrasi ve özgürlük için protesto organize etmek zorunludur.
Çeviren: Semra Çelik
SUÇLU ‘BENCİL KORONA SALAKLARI’ DEĞİL BRİTANYA HÜKÜMETİ
Stephen Reicher
The Guardian
KORONA salakları yine haber; bu sefer park ya da kumsallarda üst üste değil de Yunanistan tatilinden dönüş uçuşlarında seğirttikleri için. En fecisi, yolcuların maskelerini çıkarıp diğerleriyle konuşmak için koridorda yukarı aşağı dolaştığı Zante-Cardiff uçuşu oldu. Yedi yolcunun bulaşıcı hasta olduğu düşünülen yolculuktan şu ana kadar 16’sı Kovid-19 pozitif çıktı ve 193 yolcunun tümü kendini evde izole etmek zorunda kaldı.
Bu olayın ana haber olması anlaşılır. Her birimiz kendimizi uçuşta sorumlu davranan fakat şimdi kendini eve kilitlemek zorunda kalanların yerine koyabilir, öfkelerini haklı bulabiliriz. Öyle ya, korona salaklığının böylesi yaygın olduğu koşullarda ne şansımız var? Fakat, enfeksiyonun yayılışında antisosyal şahıslara yoğunlaşmak sorunu yanlış tanımlama ve çözüm bulma çabalarını boşa çıkarma tehlikesini artırıyor.
Adını sadece “Lewis” olarak veren bir yolcu, daha önceki altı hafta içinde 10 değişik uçuşta bulunduğunu ve hiçbir sorun yaşanmadığını söylüyor. Fakat rutin uçuşlar heyecan vermediği için ön sayfalara taşınmıyor. Sadece olaylı uçuşu gördüğümüz için de istisna yaygın olanmış gibi görünüyor. Medyadaki “korona salağı” yaygınlığı, onların olduklarından daha büyük bir sorun gibi görünmesine yol açıyor - buna ‘bulunabilirlik etkisi’ (availability effect) denir.
Dolayısıyla, sorunlardan biri de ilgi çekici başlıkların Kovid sınırlamalarına uyma algısını çarpıtması oluyor. Asıl ilginç olan halkın kısıtlamalara uyma oranı. Maske örneğinde olduğu gibi, daha öncesinde halkın çoğunluğunun reddedeceği yönünde cehennem tellallıklarına rağmen, çoğunluk sorun çıkarmadan takmakta. 21 Ağustos’ta yayımlanan Ulusal İstatistik Bürosu (ONS) verilerine göre, bir önceki hafta maske taktığını söyleyenlerin oranı yüzde 95.
Fakat çarpıtma işin sadece bir yönü; davranış değiştirme iletişiminde en bariz hatalardan biri “Çok fazlanız yanlış (kötü beslenme, sigara içme, aşırı alkol alma, vs.) yapıyorsunuz, durun” demektir. Bir davranışın yaygın olduğunu söyleyerek onu normalleştiriyor ve engel olmak istediğiniz davranışın sürdürülmesini sağlıyorsunuz. Olduğundan daha fazla kişiyi Kovid kurallarına uymuyormuş gibi göstererek, sınırlamalara uyma eğilimini zayıflatarak yerine uymama eğilimleri yaratma riskini taşıyorsunuz. Yanlış sadece korona salağı salgınından bahsetmek değil, asıl tehlike gerçekleşmesine yol açabilecek olmanız…
Korona salağı tanımlaması pandemi kısıtlamalarına uymamayı bir motivasyon ve psikolojik seçim sorununa indirgiyor. İnsanlar kısıtlamaları uygulamıyor çünkü çok antisosyal ya da geri zekalılar; dolayısıyla da lanetlenmeliler. Günümüz pandemisi ve hatta davranış değiştirme üzerine tüm araştırmalardan alınan açık ders motivasyonun birçok etkenden sadece birisi olduğu. Uymamazlık konusunda ise genellikle ana sorun motivasyon değil.
Örneğin, tüm ülkenin karantinada olduğu dönemde halkın en fakir kesimi için evden çalışma en zengin kesimden altı kat, evde izolasyon ise üç kat daha az olasıydı. Bu dönemde evde kalma ve izolasyon motivasyonu nüfusun tüm kesimlerinde yüksekti. O halde, halkı evde tutmanın yolu, psikolojilerinde bir kusur varsayarak evinde kalmayanları cezalandırmak değil. İstedikleri üzere evde kalabilmeleri için gerekli desteği sağlamak ve masalarına öğün koymak.
Aynı sorunu ulusal karantina sonrası da görebiliyoruz. Sorun halkın virüsün yayılmasını sağlayacak davranışlarda bulunmak istemesinden çok bulaşmayı artıracak koşullara teşvik edilmesi ve zorlanması…
Neticede, şahısların bilinçli davranması ve davranışlarını sonuçlarından sorumlu tutulması gerektiği kadar uçaktaki korona salaklarının da tehlikeli bir hedef şaşırtma taktiği olduğu kaçınılmaz bir gerçek. Günümüz pandemisinin sorunları şahısların psikolojik yetersizliğinden çok hükümetin müdahalesinin yetersizliğidir. Öncekine odaklanmamız bazılarının işine yarasa da içinde bulunduğumuz berbat durumdan çıkmamızı zorlaştıracaktır.
Çeviren: Haldun Sonkaynar
KISIR DÖNGÜ
Stephane Sahuc
Humanité / Başyazı
YİRMİ yıldan fazla bir dönemdir şirketlere farklı yardım adı altında verilen yüzlerce milyar avroya onlarca milyar avro daha eklendi. İnsanın kafasını döndüren miktarlar söz konusu. İster bunlara “vergi muafiyeti”, “vergi kredisi” ya da “Üretim vergilerinin düşürülmesi” denilsin, bu milyarlar her zaman aynı kişilerin ceplerine gidiyor. Ve gerekçe olarak ise her zaman aynı kelimeler seferber ediliyor: “rekabet”, “istihdam”. Fakat hangi sonuç elde ediliyor? Ne kadar istihdam yaratılıyor? Kaç tane küçük şirket kurtarıldı? Kaç bölge tekrar sanayileştirildi? Kaç istihdam havuzu canlandırıldı?
Daha da kötüsü şirketlere doğru akan bu kamu parası işçilerin işten atılmalarına bile engel olmuyor. Emekçilerin, esnafın, küçük patronların doğrudan cebinden alınan bu milyarlar büyük patron ve borsa hissedarlarının cebine akıyor. Vergi ve sosyal ödentilerin düşürülmesi, daha önce toplumun hizmetine sunulan emeğin yarattığı zenginliklerin sürekli daha fazla arttırılan bir bölümünün sermayeye tekrar dağıtılması anlamına geliyor.
Ama sadece bununla da sınırlı değil hediye. Topluluğun cebinden alınan bu miktarlar daha sonra “Kamu harcamalarını azaltma” ve “Borç ödeme” adına sunulan kamu hizmetinin düşürülmesi anlamına geliyor. Bu kısır döngü, her zaman hükümeti daha fazla hizmetine sokmak isteyen bir azınlığı daha fazla zenginleştirirken, topluluğun ezici çoğunluğuna hayat düzeyinin düşürülmemesi için sürekli emeğin üretkenliğinin arttırılmasını dayatıyor. Zira şirketlere yardım etmek kendi başına kötü bir fikir olmasa bile en azından bu yardımların niteliği ve verilme koşullarının masaya yatırılması gerekir. En uygun olan, elbette, emekçi ve yurttaşların bu paranın kullanılmasına bir bakma ve müdahale etme hakkının olmasıdır. Böylelikle bu para istihdam yaratmaya, çalışma süresinin düşürülmesine, üretim biçimlerinin dönüştürülmesine, enerji dönüşümünün hızlandırılmasına vs. hizmet edebilir. Yani “Bir kapitalist kalkınmanın” kısır döngüsünün yerine tüm tercihlerin merkezine insanı ve dünyayı koyan sosyal, ekolojik ve demokratik bir ekonominin olumlu döngüsüne geçmesine hizmet edebilir.
Çeviren: Deniz Uztopal