14 Eylül 2020 01:10

Şair Mehmet Özkan Şüküran: Kitapta bizi çağıran ses adil olmaya adım atanların sesi

Şair Mehmet Özkan Şüküran ile yeni kitabı Aynada Yürüyen Sesler'i konuştuk.

Şair Mehmet Özkan Şüküran: Kitapta bizi çağıran ses adil olmaya adım atanların sesi

Görsel: Aynada Yürüyen Sesler kitabının kapağı ve Mehmet Özkan Şüküran | Fotoğraf: Mehmet Özkan Şüküran'ın kişisel arşivi | Kolaj: Evrensel

Merve ARLI

Mehmet Özkan Şüküran; 2016 Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü’ne değer görülen Gül Rengini’den sonra Aynada Yürüyen Sesler kitabını okuruyla buluşturdu. Yeni kitabını anlatan Şüküran “Kitapta bizi çağıran ses, bu coğrafyada adil olmaya adım atanların, siyaseti bir ahlak meselesi olarak görüp siyaseten ahlaklı davranmaya cüret edebilenlerin karşılaştığı, her gün kulağına yapışabileceği bir ses.” diyor.  

Kitabınızın adından çıkışla, öncelikle ayna imgesi üzerine konuşmak isterim. Levhaya Yazılan Bakış şiirinizde şöyle diyorsunuz: “aynada görünür, kardeşine bakmanın utancı./ öyleyse, o ilk taşı kim yerinden kaldıracak”. Ayna sizin için hem toplumsal hem de bireysel bir yüzleşmeyi mi imliyor?
Ayna bakılan bir şey, aynı zamanda bakan, kendini duyuran, içindekine dair bakana bir şeyler söyleyen, fısıldayan bir şey. Aynaya her baktığında bakanın bir nesneden, bir yüzden, bir bedenden çok bir ses görmesi; bedenin, yüzün okunabilir bir şey olmasından ileri geliyor. Yüzümüzde bugünün, geçmişin ve tek tek bireylerin sesini taşırız, yüzü ve bedeni oluşturan şey biraz da bu ses. Bu ses çokça yürür ama onu yürürken görmek, dediğini duymak, usulca kulak kesilmek zor bir şey olsa da mümkün. Zorluğu sesi duyduğumuzda artık bir başka yolda olacağımızı bilmenin endişesi ve korkusundan ileri geliyor. Psikanalitik boyutları olduğu, çokça tartışıldığı gibi ayna metaforu pek çok anlamda işlevsel de. Fakat aynadaki seslerle karşılaşmadığımız sürece birey olamamamız gibi -ayna evresi- bir toplumsallık da inşa edemeyiz. Aynanın farklı bir boyutu da var, o sesleri görmeden, sadece yüzümüze, kendimize, kendi sesimize odaklanmak, başkasını görmemek gibi. Yani kabul ve ret mekanizmalarının ikisini de barındırıyor bu imge. Kitapta ben, kendi kişisel hikayemden ve toplumsal olarak kulak ardı ettiğimiz bu seslerden yola çıkarak, görünür olan sesi yakalamak, bunu dile dökmek istedim. Bir yüzleşme olabileceği gibi, bir utanç, geride kalmanın bir kabusu, sese artık yetişememenin bir azabı, sesten artık kaçışın mümkün olmayışı ve ona şiirle karşılık verme hali olarak da okunabilir.

Gül Rengini ve Aynada Yürüyen Sesler kitaplarınızdaki şiirleri okurken yolda olmayı, bitimsiz bir yolculuk halinde olmayı akla getiren çok imge var. Sanki yola çıkmak, nerede olunacaksa artık orada olmamak üzerinden yeniden bir varoluş imkanı sunuyor. Ama bu imkanı sunarken bir yandan da buradayım, diyor. Sizin için şiir ve elbette dil bu imkanın kendisi mi?
Burada olmayı duyurma hali, bir kabule, bir hesaplaşmaya, kendine yaklaşmaya tekabül ediyor sanıyorum. Hep bir menzil kaybıyla karşı karşıyayız bugün. Hayatımıza eşlik eden kısa vadeli pratikler, düşünce dünyasından hareket alanımıza kadar her tarafı ele geçirmiş durumda. Gitmek istediğimiz, seçtiğimiz menzile tam yaklaşırken düşmek, düşmenin ağrısıyla yola devam etmek sancılı olduğu gibi bize bir imkan da sunuyor. Bu imkanı yakalamak, en az menzile varmak kadar anlamlı. Dilin ve şiirin sunduğu imkan benim için daha çok böyle bir şey. Bir farkla, yürürken bizi çağıran menzile dair düşünürken bir kibrin vuku bulması da çok olağan, dilde bu kibre düşmeden, dili bir imkana, yaratıcı bir yıkıma dönüştürmek belki de.

Birçok şiirinizde ‘dil’ hem bir hadise hem de elden kayıp giden, yitirilen bir unsur. Buna karşın ‘ses’ dönüp gelinen bir mekan, çocukluğa dair bir iz, adeta bilinçaltı çağrısı olarak ortaya çıkıyor.
Bir dili sonradan öğrenmeniz, onunla sonradan tanışmanız, bir zorunluluktan ileri geliyorsa bu bir hadisedir bana göre. Fakat önceki dille temasın azalmış, bile isteye azaltılmış olması, kabul etmeliyim ki yitirmenin de önünü açan bir durum. Ama her yitirdiğimizi söylediğimiz şeyin büsbütün yitimi mümkün değil. Bir ses, bir yerlerden, bazen bilinmeyen bir yerden gelen bir ses yitirilmiş olanın aslında yitirilmediğini hatırlatır. Her tanışıklık bizden bir şeyler aldığı gibi, dil konusunda da yitirilen bir şeyler elbette söz konusu. Bu yüzden kitapta görünür olan sesin gelip her yolda, her köşe başında kişiyi bulması, çığlıkvari bir yerden kendini duyurması, onu hem yitirilen hem de yaşayan bir şeye dönüştürüyor. Şiir aracılığıyla dile bir mekan inşa etmek gibi. Öte yandan, insan ve doğa gibi dilin de çağırdığı, kendini açığa vurduğu zamanlar oluyor.

Şiirlerinizde bir mekan sorunsalı ortaya çıkıyor. Birkaç örnek vermek gerekirse… bir yerlere vaktinde gidememek, kıpırdayamamak, şiirlerinizde dikkat çeken mekansal ifadeler… Buradan çıkışla şunu sormak isterim. İnsan bu çağda bir mekana ait olamıyor mu? Ya da ait olunabilecek mekanları çoktan yitirdik mi?
Müştereklerin gasbı epeydir mekan mefhumu tartışıldıkça gündeme gelen bir konu. Kendimizi sağaltabileceğimiz müşterek alanlar, daimi gözetim ve denetime tabi tutulmanın yanı sıra ranta açılmakta, sermaye bu müşterekleri birikim sürecine dahil etmek için seferber olmuş durumda. Bahsettiğiniz ifadeler ait olunan mekanla hepimizin problemli bir şekilde ilişkide olduğunu belirtme maksadı taşıyor biraz. Diğer yandan, daha doğrudan söylersem, yaşadığımız yerden hepimizin uzak bir zamana atılması, zorunlu bir göçe tabi tutulması mekan sorununu gündeme getiriyor haliyle. Oraya gidememek, oraya varamamak, buna cüret edememek, o kudrete sahip olup kıpırdayamamak başlıca meselelerimiz, en azından bende öyle. Orası kim için ne ifade ediyorsa artık…

Son olarak, ilk şiir kitabınıza göre şiirinizde yalınlaştığınızı söyleyebilirim. Buna katılır mısınız?
Elbette. İlk şiir kitabında, bile isteye, biraz daha zor bir dil kullanmıştım. Bu kitapta ise narasyona daha yakın, daha yalın bir dil kullanmaya gayret ettim. Yapabilmişsem ne alâ.

"DOĞA BİR MERAK VE NOSTALJİ NESNESİ DEĞİL"

“Birinin İndiği” şiiriniz şöyle başlıyor: “bir şehre girmenin değil, çıkmanın anlatıldığı çok söz eskidi, /izin ver burada bir fesleğen çoğalsın /yoruldum, bir yazıya ulaşmak için akşamı beklemekten /sular görmekten, bir dağı düşünmekten.” Şehirde yaşayan bir şair olarak şiirlerinizde doğa imgelerini sıklıkla kullanıyorsunuz. Fakat Gül Rengini’deki şiirlerinize kıyasla doğa bir çağrı olarak değil, artık çağrısı cılızlaşmış bir ideal olarak karşımıza çıkıyor. Buna katılır mısınız?
Doğaya sık sık başvurduğum doğru. Fakat doğa bir merak ve nostalji nesnesi olarak yer etmemiş bende. Daha çok bir özneye karşılık geliyor gibi. Doğanın bir insan öznesinin yerine kullanılması, insanı gizleyen, insanı çağıran bir şeye dönüşmesi ya da insanın doğaya karışması doğayı bir özne olarak görmemden ileri geliyor. Doğanın kendisi bu anlamda politik bir şey, akarsuların, dağların politik bir şeye dönüşmesi gibi. Şehirde yaşamanın paradoksu da bu sanırım, doğadan uzaklaşmak ama bir yüzün hep orada olması hali. İlk kitapta doğa içinde yaşanılan bir şeyken, bu kitapta şehirde yaşamanın bir paradoksu olarak doğanın sürekli çağırması, oraya ulaşmamanın ıstırabı olarak kendini dayatması söz konusu. Yani varılacak bir mekan diyelim biz ona. Ama özetle kitapta bizi çağıran ses, bu coğrafyada adil olmaya adım atanların, siyaseti bir ahlak meselesi olarak görüp siyaseten ahlaklı davranmaya cüret edebilenlerin karşılaştığı, her gün kulağına yapışabileceği bir ses. Bu sese yaklaşırken düşmeyi göze almak da, düşüp geçmek de kişiye kalmış.

İLGİLİ HABERLER

Evrensel'i Takip Et