19 Eylül 2020 00:50

Doç. Dr. İsmet Akça: Krizi krizle yönetmek bir siyaset biçimi haline gelmiş durumda

Devletin kurumsallığının kişinin bir çeşit karizmasıyla ikame edildiği başka tip bir iktidar biçimi ile karşı karşıyayız. Krizi krizle yönetmek bir siyaset biçimi haline gelmiş durumda.

İsmet Akça | Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Serpil İLGÜN

Dolar yükselişine, dolayısıyla ekonomik kriz büyümeye devam ediyor. Koronavirüs tüm yakıcılığıyla gündelik hayatımızın içinde. İç ve dış siyasette krizler devam ederken, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan’a göre ise “Türkiye büyüyor, kalkınıyor ve her şey kontrol altında. Tersini söyleyen vatan hainleriyle hesaplaşılacak!” Ortağı MHP’nin de el yükselterek katıldığı bu tutuma, olası bir erken seçime giderek daha fazla kilitlenen parlamento içi muhalefetse, basın açıklamaları ve sosyal medyadan karşılık veriyor. 

Cumartesi söyleşinde bu hafta Siyaset Bilimci Doç. Dr. İsmet Akça ile Erdoğan’ın krizleri yönetme kapasitesini, toplumsal ve siyasal desteği azalan Türk tipi başkanlık sistemini revize etme ihtiyacını, büyüyen krizlere rağmen ayakta durmasının dinamiklerini ve muhalefetin stratejisini konuştuk.

Korona, ekonomik kriz, artan işsizlik, yoksulluk şartlarındayız ve hepsinin ağırlaşacağı günlere gireceğimiz genel bir tespit. Ancak rejim gerçek gündemleri tartıştırmamayı, ötelemeyi başarıyor. İktidar gerçek sorunları yok saymada ya da iç ve dış siyasette sürekli yükselttiği gerilimlerle nasıl bir strateji izliyor? Hangi hedeflerin peşinde?

AKP, özellikle 2011’den sonra iyice uygulamaya soktuğu baskıcı politikalarla, geniş toplumsal kesimlerden aktif ve pasif rıza devşirebilme kapasitesini git gide yitirmeye başladı. İktidar bloku içindeki sermayenin çeşitli fraksiyonları arasında kapitalizmin kriziyle birlikte çelişkilerin ayyuka çıkması, iktidar blokunun devlet elitleri arasındaki önce Kemalistlerle olan gerilim ve çatışmaların daha sonra Fethullahçılarla yaşanması; bunun dışında uluslararası arenada AKP’nin alt emperyalist arayışlarının gerginlikler üreten, dağılan ittifaklar, yeniden kurulan geçici ittifaklarla sürekli bir kriz halinde ayakta olması; ekonomik sosyal açıdan geniş anlamıyla işçi sınıfının 2013-15’ten itibaren süregiden yoksullaşması, yoksunlaşması ve AKP’nin bu kesimlerden destek almada sıkıntıya düşmesi ve bunun gayet idrakinde olması; Kürt sorununda bir çözüm ufkunun ortadan kalkmasıyla beraber Kürt vatandaşlarda AKP’nin ciddi bir destek kaybına uğraması gibi faktörler nedeniyle aslında AKP, 2002-2010/11 sürecinde başarabildiği geniş kesimlerden rıza alma kapasitesini yitirdi. Bunu semptomatik olarak bir sürü şeyde görüyoruz. Örneğin Gezi’deki toplumsal isyanda. 2015 seçim sonuçları da bunun parlamenter sistemde tasdikidir. Zaten bu noktadan sonra, tam da bu tasdik dolayısıyla AKP, (Aslında AKP değil Erdoğan demek lazım, çünkü partiyi de ikame edecek şekilde liderin öne çıktığı bir siyasal sürece girildi) Erdoğan olağanüstü yollar kullanıyor: Daha yeni tip Müslüman milliyetçiliği üzerinden milliyetçi, militarist ideolojik mobilizasyonun; devletin krizini çözmek adına devlet aygıtlarındaki dağılmayı bir miktar kontrol edebilmek için ülkücülerle ve ulusalcılarla yeni ittifakların ve rızadan öte zorun daha ön plana çıktığı “olağanüstü” yönetme biçimlerinin devrede olduğu bir dönemdeyiz. Zaten toplumsal meşruiyet, benim hegemonya dediğim şeyin rıza devşirme kapasitesinin daralmasının arkasından, formel-yasal-kurumsal mecralardan da gelen meşruiyet kazanabilme yollarının tarumar edilmesiyle beraber, aslında çok daha liderin, şefçi bir meşruiyetin devreye sokulduğu; fakat devletin kurumsallığının aslında kişinin bir çeşit karizmasıyla ikame edildiği başka tip bir iktidar biçimi ile karşı karşıyayız. Bu sürecin kendisi, -5 ile 7 senelik bir şeyden bahsediyorum,- şüphesiz krizlerle malul. Aslında tam da bu kriz hali, bizatihi krizin kendisi ve krizin içinden krizler çıkararak ve krizi krizle yönetmek bir siyaset biçimi haline gelmiş durumda. Konjonktürel olarak anlık, kısa vadeli bütün hamleleri bence bu genel bağlam içinde değerlendirmek durumundayız. Önce bu genel manzarayı görmekte fayda var. Yani AKP’nin artık Türkiye’ye bir gelecek tahayyülünü çok da sunamıyor olması, çok daha gerçeklikten kopuk, ideolojiye daha fazla abanan, reel toplumsal siyasal realiteden ekonomik iktisadi reellerden daha fazla kopan bir Türkiye vadediyor. Yani sunmaya çalışıyor ama bu olmuyor gerçeklikte, dolayısıyla AKP bir hegemonya krizi yaşıyor ve bunu aşmak için sürekli hamleler yapmak zorunda.

Dolayısıyla bunları salt gündem değiştirmek olarak okumak gerçekçi değil?

Bu sadece araçsal bir şey değil, gündemi kapatmak için de değil, mecbur olduğu kadarıyla zaten eridiğini gördüğü kendi blokunu bu şekilde konsolide etmeye çalışıyor. O blokun harcını karıyor, tek başına AKP güçlü blok temsil edemediği için MHP ile kurulan ittifakta yeni bir Müslüman milliyetçiliğe, milliyetçi militarist mobilizasyona dayanan bir blok inşa etmeye çalışıyor. Bu bloku canlı tutabilmeniz, bu blokun çimentosunu sağlayabilmeniz lazım ve bu kolay değil. Çünkü iktisadi kriz altında gündelik hayatın maddi ihtiyaçlarını karşılayacak mekanizmalarınız daralıyor. O zaman ne yapıyorsunuz, Ayasofya gibi ideolojik kültürel mobilizasyon hamleleri yapıyorsunuz. Ayasofya yeni bir mevzu değil, Türkiye sağının tüm renklerinin her daim sembolik siyaset alanında kullandığı bir şey. Dolayısıyla bunu sadece gündemin üstünü örtmek için yapmıyorsunuz; bu geniş toplumsal kesimleri birbirine bağlamak, harcını karmak için bir unsur olarak kullanıyorsunuz. Belli oranda etkili oluyor ama toplumsal, iktisadi, siyasi hayatın başka realiteleri de çok hızlı aktığı için bu tip hamlelerin sizi uzun süre götürmesi pek mümkün olmuyor. Ama bu hamle gerçek mi, gerçek. Siz gerçekten o toplumsal hayatı biçimlendiriyor musunuz biçimlendiriyorsunuz. Yani Ayasofya üzerinden, o sembolik siyaset alanı üzerinden siyasi alanı biçimlendirmeye, bazı şeyleri “normalize” etmeye başlıyorsunuz.

Dış politikada da olan bu…

Evet, örneğin Akdeniz’deki kriz meselesi… Dış politikada ne yapıyorsunuz, işte Suriye, Libya angajmanlarınız var. Bu angajmanlar niye oluyor? Yani sadece “Bir kriz çıkarayım, başka şeylerin üstünü örteyim” değil, çünkü Türkiye özellikle 2008/2009 ekonomik krizinden sonra daha da hızlanan bir şekilde kendi geniş bölgesinde bir alt emperyalist güç olmaya çalışıyor. Buna kapasitesi yetiyor mu vs. hayır. Ama bunun bir önemi yok. Sonuçta bu hamleleri yapmaya devam ediyor, çünkü Türkiye kapitalizminin kendisini yeniden üretebilmek için buna ihtiyacı var. Bunun ideolojik formasyonu da var, işte yeni Osmanlıcılık, bunun uluslararası politika boyutu vs. Şimdi buna daha fazla yükleniliyor, ama sizin kapasiteniz buna elvermediği ve mevcut uluslararası sosyo-politik güç ilişkileri buna uygun olmadığı, istediğiniz gibi at koşturmanıza izin vermediği için çoğu kez başarısızlıklarla sonuçlanıyor.

Ama bu başarısızlıklar AKP için yıkım getirmiyor?

Çünkü dünya kapitalist sisteminde ciddi tektonik çatırdamalar oluyor, Erdoğan’ın manevra alanı kazanabilmesini ve bütün başarısızlıklara rağmen başka bir hamleyle, başka geçici ittifaklarla bir şeyler yapmasını mümkün kılan zemin bu. Dolayısıyla AKP bütün bu süreci krizler üzerinden yönetiyor ve bu krizlerde yeni Türkiye arayışı da var. Olur olmaz, başarılır başarılamaz ama bu, yeni bir devlet, yeni bir rejim inşasını içeriyor, yeni bir millet tarifini içeriyor. Dolayısıyla devletle vatandaş, birey arasındaki ilişkinin, farklı toplumsal gruplarla ilişkinin yeniden tarifini içeriyor, uluslararası politika arenasında yeni arayışlar içeriyor. Bu süreci biraz böyle görmek gerekli. 

BAŞARISIZLIK BERABERİNDE BİR ANDA ÇÖKÜŞÜ GETİRMİYOR

Krizleri krizle yönetme, rıza üretmenin zorlaşması, toplumu nefessiz bırakma gibi hamlelere rağmen AKP, nasıl oluyor da anketlerden birinci parti olarak çıkabiliyor?

Belirttiğim gibi devletin kurumsal mimarisinde gitgide cumhurbaşkanının otoritesinin, karizmasının ikame ettiği bir siyasal rejim devreye sokuluyor. Ama bir de seçimler var. Özellikle 2015 seçimleri sonrasına baktığımızda, Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar ve dozda seçimlerin adil olup olmadığına ilişkin çokça tartışma yaşandı, bunu unutmamamız gerekiyor. Son yerel seçimlerde de gördüğümüz üzere seçim güvenliğinin, adaletinin eskisi gibi olmadığı bir süreç yaşıyoruz. Ama buna rağmen evet partiler, seçim vs. var ve muhalefet ve siyaset çok büyük oranda bu düzlemde yani partiler ve parlamenter siyaset çerçevesinde dönüyor. Bu açıdan baktığımızda AKP desteği eriyor ve bunu anketler de gösteriyor. AKP bunu herkesten önce gördü ve 7 Haziran sonrasında ittifaklar kurdu. Buradaki asli ittifak MHP ile kuruldu. Peki, AKP erirken niye çökmüyor? Çünkü başarısızlık olması, rıza devşirebilme kapasitesinin ciddi zarar görmüş olması beraberinde bir anda çöküşü getirmiyor. Başka koşulların da olması gerekiyor. Seçmenin AKP’den kaçabilmek için başka bir yerlerde bir umut görebilmesi gerekiyor. Ve AKP kendi tabanından kopmaları görmekle birlikte, ‘O tabanın ne kadar geniş bir kesimini nasıl muhafaza edebilirim’ için sürekli hamle yapıyor. İktisadi rant dağıtma da bunun içinde, ideolojik mobilizasyon da bunun içinde, ‘Büyük Türkiye’ vs. üzerinden seçmeninin duygular dünyasına, maddi beklentiler dünyasına hitap etmeye dönük hamleler de... 

"BİRAZ OTORİTERLİK VAR AMA SEÇİMLİ BİR SİSTEM VAR" DEMEK LİBERAL BİR YANILGI

"Erdoğan kazanamayacağı bir seçimi yaptırmaz", "Kendisi için koşulları oluşturduğunda seçime gider" görüşleri şu günlerde yeniden dillendiriliyor. Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Yasası’na ilişkin yapılması planlanan düzenlemeler de buna dayanak yapılıyor. Ancak durum bundan mı ibaret, seçim yoluyla meşruiyet elde etme gibi başka dinamikleri de yok mu?

Kısmen doğru. Şöyle bakmak lazım, birincisi, Erdoğan’ın yani AKP’nin iktidara gelişi ve Erdoğan’ın karizmatik liderliğinin arkasında bir sandık meselesi var. Aslında Türkiye’nin DP’den (Demokrat Parti) itibaren milli irade söylemiyle kurduğu sandıktan güçlü çıkmak, bu meşruiyet açısından önemli. Dolayısıyla bütün bu hareket sandığı elinin tersiyle itip yokmuş gibi davranır mı? Ben pek zannetmiyorum. Ama aynı sandıkla mı gider? Bence hayır. Erdoğan kan kaybedişini görüyor ve buna yönelik hamleler yapıyor. Bu hamleleri hem siyasal alanda kurduğu ittifaklarla hem de Türkiye’nin siyasal sistemini değiştirerek, yasalarla oynayarak, kurumları keyfi müdahalelere zorlayarak yapıyor. Dolayısıyla Türkiye’de seçimler bildiğimiz anlamıyla seçimler olmaktan gitgide çıktı, çıkıyor. Ne yardan ne serden vazgeçemiyorsanız o zaman ne yapacaksınız, tabii ki AKP seçim sisteminde değişiklik yapmak istiyor. AKP-MHP blokunun seçimde en güçlü çıkacağı bir teknik harita hazırlanmaya çalışılıyor. 

Şunu unutmayalım, AKP normal parlamenter sistem içinde yönetmiyor Türkiye’yi, çeşitli “olağanüstü”, “olağan dışı” mekanizmalara çok daha yoğun bir şekilde başvuruyor. Biz bunlar yokmuş gibi davranırsak, “Türkiye’de işte biraz otoriterlik var ama seçimli bir sistem var” diye düşünürsek bence bu bir liberal yanılgıdır. Rekabetçi otoriterizm kavramlarıyla açıklanmaya çalışılıyor, ama Türkiye’deki siyasal rejim bu tarifi çoktan aşmıştır. Bana sorarsanız belki daha erken dönemleri için kullanılabilir. Yoksa Türkiye’de demokrasi her zaman eksik, yarımdı; her zaman otoriter uygulamalar vardı farklı toplumsal gruplara. Şu anda biz çok daha yapısal, sistemik, bir niteliksel değişimden bahsediyoruz. 

Ana muhalefetse normal bir seçim olacakmış gibi davranarak ittifaklara odaklanıyor...

Muhalefet bence bir çeşit yeni tip liberal yanılgı içinde. AKP’nin ilk dönemi 2002/2010 arasında başka tip bir liberal yanılgı vardı; işte “dünya ekonomisi, genişleyen AKP, ordu merkezli devlete karşı sivilleşme, liberalleşme gelecek her şey çok güzel olacak!” Olmayacağını anlatıyorduk, orada otoriter bir popülizm olduğunu bir çoğumuz o dönem için de söylüyorduk. Solda da tezahürleri olan liberal argümanlar dönem sonunda tabii ki çöktüler. Bence şu anda yeniden, yeni bir tip normalleşme, liberalleşme yanılgısı ve halüsinasyonu içinde yaşanıyor ve muhalefet de hem siyasi partiler düzeyinde hem toplumsal bileşenler, aktörler düzeyinde bu yanılgıyı üretiyor ve bu yanılgının peşinden gidiyor. 

İstanbul gibi önemli belediyelerin kaybedilmesi iktisadi rant dağıtımında ciddi bir kesintiye yol açmadı mı?

Muhakkak açtı. İstanbul, Ankara AKP için hem sembolik siyaset hem de pastadan pay dağıtabilmede kritikti ve özellikle İstanbul’un kaybedilmesi tabii ki çok ağır bir sonuçtu. Bu AKP’nin seçmen nezdinde kan kaybı içinde olduğunu da gösteriyor. Şimdi yerel yönetimler yasasında çeşitli düzenlemelerle falan aslında biraz engel olmaya çalışıyor, ama ne olursa olsun günün sonunda bu belediyeleri AKP kontrol etmiyor. AKP’nin yerel yönetimleri akamete uğratma hamleleri devam edecektir. 

REJİMİN ÖZÜNE MÜDAHALE EDEN BİR DEĞİŞİKLİK OLMAYACAK

Özellikle Siyasi Partiler Yasası ve bazı yasalarda yapılacak değişikliklerin salt seçimlere odaklı olmadığı, Türk tipi başkanlık sisteminin bazı arızalar/ sıkıntılar ürettiği üzerine yandaş kalemler yazılar yazıyor. Dolayısıyla her ne kadar Bahçeli buna ‘Gerek yok’ dese de sistemin aksayan yönlerini (Kimileri bundan normalleşme çıkacağını da iddia ediyor) giderici bir hamleyi içeriyor mu?

Şöyle, “Kimin için, kimin sorunları açısından” sorusunu sormak gerekiyor. Yani geniş toplumsal kesimlerin yaşadığı işsizlik, yoksulluk, iktisadi kriz, baskıcı rejim, nefes alamama, gençlerin yaşadığı hem işsizlik hem nefes alamamayı giderecek hamleler olmayacak bunlar. Tabii Seçim Kanunu dışında da yasal düzenlemeler yapılabilir, AKP yanlısı gazetecilerden bunu görüyoruz, bazı ufak tefek, devlet krizi dediğim şeyi kısmen yönetme niyetli, iktidar bloku açısından biraz daha işler kılacak düzenlemeler olacaktır. Ama bunlar yeni siyasal rejimin özüne, ana niteliklerine müdahale eden, bunları dönüştüren değişiklikler olmayacaktır; başkanlık rejiminin işleyebilmesi ve kurulan ittifakların sürdürülebilmesi için revizyonlar yapılacaktır. Bir miktar da, muhtemelen ana muhalefet tamamen liberal normalleşme, parlamenter sisteme dönüş üzerinden bir muhalefet kurduğu için, yapılacak makyajlarla topluma buradan seslenmenin önünü tıkayacaklar. “Bakın aslında biz de aksayan yönlerini görüyoruz ve bunları düzeltiyoruz. Bunları düzeltmenin tek yolu eskiye, eski statükoya, parlamenter sisteme dönüş değildir” demek isteyeceklerdir bu hamlelerle.

MUHALEFET DURARAK, HATTA SUSARAK KAZANACAĞINI VARSAYIYOR

Ana muhalefet ve Millet İttifakı yüksek perdeden olmasa da erken seçim talep ediyor ve güçlendirilmiş parlamenter sistem vaat ederek ‘Güçlendirilmiş parlamenterizm gelecek her şey normale dönecek’ algısını yayıyor. Diğer yandan pek çok kritik meselede iktidarla çatışmaktan imtina ederken Ayasoyfa’dan Doğu Akdeniz gerilimine iktidarın politikalarının yanında duruyor. CHP ve Millet İttifakı’nın izlediği strateji için ne söylersiniz?

Türkiye’de parlamenter muhalefet HDP’yi bypass ederek şöyle bir strateji izliyor; diyorlar ki “Türkiye normalinden saptı ve normale geri dönmek lazım.” Nedir bu normal? İşte Türkiye güçlendirilmiş parlamenter sisteme geri dönmeli, ekonomisi, kurumları dünyayla uyumlu şekilde işler hale gelmeli. Yargı bağımsızlığı, anayasa, hukuk… bunlar yeniden tesis edilmeli. Bu argümanlar 2002 AKP’sine ait argümanlar aslında. Ama dünya 2002 dünyası değil, Türkiye de 2002 dünyasında değil. Muhalefet bu talepler etrafında kendiliğinden ve doğal bir sürecin gelişeceğini varsayıyor. O da şu; mevcut siyasal rejim o kadar başarısız ki, ekonomide, pandemi de başarısız vs., eğer bırakırsak her şey kendiliğinden iktidarın kaybedişini ve muhalefetin iktidara gelişini ve bu vaatleri hayata geçirmesini sağlayacak! Aslında bir şekilde durarak, hatta susarak, çok konuşmayarak kazanma gibi bir strateji izliyor. 

Ve bu stratejinin başarı kazandığının göstergesi de yerel seçimden alınıyor…

Evet, burada sessiz ortak olarak da HDP’yi koşuyorlar. Şunun altını çizmek isterim, sandık düzeyinde seçimin güvenliği, adaleti ile ilgili kaygıları sorunları tekrar zikretmeyeyim ama seçim ve sandık düzeyinde en başarılı olunan yerel seçimlerde HDP desteği olmadan İstanbul, imkânı yok alınamazdı. Dolayısıyla siz Kürt seçmeni ikna etmediğiniz sürece aritmetik olarak zaten çok büyük bir hamle yapma şansınız yok. Çok büyük bir hamleyi ne zaman yaparsınız? AKP eriyor mu, eriyor; ama bunun karşısına siz yeni bir hegemonya projesi, yeni bir toplum projesi, akıllara, dimağlara ve yüreklere hitap edecek güçte bir ses çıkarabilirseniz iktidar olabilirsiniz. Hiç kimse kendiliğinden iktidar olmaz. Size de kimse kendiliğinden iktidarı bırakacak değil. O yüzden sürekli hamleler yapıyor Erdoğan. Siz ne yapıyorsunuz? Duruyorsunuz ve sessizce bunun size yazacağını varsayıyorsunuz. 

Ayasofya örneğinde olduğu gibi, kültürel kutuplaştırma yaratmayalım diyerek onaylama yerine ses çıkararak bunu topluma anlatabilmek mümkün, siz mümkün olanla oraya hamle edemiyorsunuz çünkü cesaretiniz ve iddianız yok. Bütüncül bir toplumsal projeniz yok. O yüzden çatırdayanın kendi kendine çatırdamasını ve iktidarın da otomatik olarak sizin ayağınıza gelmesini bekliyorsunuz. Bu, siyaseti yok saymak demek bana sorarsanız. Bu çizgi liberal ve sol liberal entelijansiya tarafından da fazlasıyla destekleniyor. Ama toplumsal kesimler susan, zayıf şey görmek istemez; iddia ister, vaatler ister… Kürt seçmen Kürt sorununu nasıl çözeceğinizi duymak ister mesela. 

MİLLET İTTİFAKI TOPLUMA ÜMİT, VARLIK VEREMİYOR

Belirttiğiniz gibi muhalefet vizyon ortaya koymayı değil de HDP’nin dışta bırakıldığı ittifak hesabını daha öne koyuyor görünüyor. Bu bağlamda her ne kadar ‘İttifak konuşulmadı hayırlı olsun ziyareti yaptık’ dense de Davutoğlu-Kılıçdaroğlu görüşmesi için ne söylersiniz? Çeşitli çevrelerin Gelecek ve Deva partilerinin de Millet İttifakı içinde olması gerektiğini söylediğini hatırlarsak, bu onun ilk adımı mıydı sizce?

Bence öyle. Açık ya da zımni Türkiye’de bundan sonra gelişecek seçim ve seçim süreci ve siyasal bloklaşma bu şekilde gerçekleşecek, bence bu kaçınılmaz. Yani bir tarafta AKP-MHP bloğu var, buraya eklemlenen belli devlet aygıtları içindeki nicel değil ama niteliksel anlamı olan ulusalcı güçler var. Bunun karşısında liderliğini Kılıçdaroğlu CHP’sinin yaptığı bir blok var. Buraya şimdi Babacan ve Davutoğlu’nun eklemlenmesi söz konusu. Burada bütün bu yaşananlarda Babacan çizgisinin müsebbipliğine girmiyorum, Türkiye’deki siyasal rejim krizinde Davutoğlu’nun bu krizin doğrudan müsebbiplerinden birisi olmasına girmiyorum, ama bunları unutmayalım. Yapılan şey en geniş bloğu yaratmak. Bunun için de en basit, en minimal talepler düzeyinde duruluyor. Bunlar bu partileri belki sandıkta bir araya getirebilir ama bu en basit ve en minimal talepler derinliği olmayan talepler olursa, karşılığı beklendiğinden daha sınırlı olabilir. 

Derinlikten kastınız ne?

Şu; çeşitli toplumsal kesimlerin özellikle bugün Türkiye’de işçi sınıfının, gençlerin, kadınların, Kürtlerin ihtiyaçlarına, sıkıntılarına sahici bir şekilde seslenemiyorsa, o sorunların çözüleceğine dair ümitvarlık veremiyorsa, bu en minimal talepler bir derinlikten yoksun demektir. Dolayısıyla da bir hegemonik kapasite kazanamaz. Yani sandıkta ne olacağını görürüz ama tekrar söylüyorum; bu sandık eski sandık olmayacaktır, son beş sene de olmayacağını bas bas bağırıyor. Bütün bu analizleri mevcut ana akım parlamenter siyaset için yapıyorum, bunun dışında çok zayıf da olsa Türkiye sosyalist solunun vs’nin ne yapması gerektiği ise belki de tam da o bıraktığım yerde başlayacak bir şey. 

Oraya gelmeden, Selahattin Demirtaş seçim ve ittifaklara ilişkin çeşitli önerilerde bulundu. Ancak öneriler değil de ‘İyi Parti lideri Meral Akşener’e eşi Başak Demirtaş’la bir sabah kahvaltıya gitmek’ ve Akşener’in buna verdiği yanıt tartışma konusu edildi. Hatta AKP medyasında Demirtaş’ın Millet İttifakına eklemleneceği yorumları yapıldı. Ne dersiniz, HDP’nin Millet İttifakı’nın bir parçası olma ihtimali var mı? 

Selahattin Demirtaş çok güçlü bir lider ve keskin bir siyasal zekâsı var. Hiçbir şey bir liderle gerçekleşmez ama liderler ivme kazandırır. 7 Haziran’da kazanılan başarıda da bence çok etkiliydi. İktidar zaten bunu gördüğü için arkasından hamlelerini yaptı. Dolayısıyla Demirtaş’ın nezdinde HDP’yi ve çok daha geniş Kürt siyasal ve toplumsal hareketini ağır baskı politikalarıyla kısmen kilitledi kendince. Demirtaş da muhtemelen bu aritmetik içinde bir hamle yapıyor. Bu stratejik mi, taktiksel mi; bana daha çok taktiksel geliyor. Günün sonunda CHP ve sağ partilerle kurulan bu blok HDP’yi istemiyor ama HDP seçmeninin desteğini istiyor. Ne dedi Akşener, “kan davası!” Demek ki ilişkiyi böyle görüyor. Demirtaş bunu göremeyecek bir siyasetçi değil. Ama AKP-MHP bloğunun nasıl çökertileceğine dair, HDP ne yaparsa yapsın oluşan bu ittifakı bir yere doğru çekmeye çalışıyor. HDP açısından bu mu doğru olan, bana öyle gelmiyor. Ama Kürt sorununun militarizasyonunun yaşandığı bu son yıllar, yani siyasal alanın bu anlamda kapatıldığı bir mecrada da kimseyi yukardan üstenci eleştirmek istemem.

DEMOKRATİKLEŞME, LOKOMOTİFİ SINIF SİYASETİ OLAN SOL MUHALEFETLE MÜMKÜN OLABİLİR 

HDP ve sol, sosyalist muhalefet nasıl bir yol izlemeli?

Bence Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu muhalefet, HDP’si, soluyla CHP’nin lokomotifliğini yaptığı bloğa eklemlenmek değil. Buraya siyaseten müdahaleler yapılabilir ama bunun da koşulu ve bence zaten sola düşen görev, daha alternatif bir hegemonya projesi için mücadele etmektir. Bu sadece demokrasi, demokratikleşme söylemi üzerinden gerçekleşemez. İstediğiniz kadar bunu radikal bir şekilde tarif edin sınıfsal meselelere dokunmayan bir siyasi hattın Türkiye solu açısından bir anlamı olmayacağını, nesnel olarak CHP lokomotifliğindeki diğer muhalefet bloğunun güzergahına mecburen düşeceğini düşünüyorum. Dolayısıyla onların yapmadığını yapmak zorunda sol muhalefet. Türkiye kapitalizminin sınıf çatışmalarının, sınıfsal eşitsizliklerin bu kadar ayyuka çıktığı ve çıkacağı bir dönemde sınıf siyasetini lokomotif olarak kuracak, basitçe bir güçlendirilmiş parlamenter sistem tartışması yapmayan, sınıfsal içeriği belirgin daha radikal bir demokratikleşme perspektifini ortaya koyacak bir çıkışa ihtiyaç var. Bu bağımsız siyasi hamleyi yapmadığınız sürece diğer taraftaki tren sizi çeker. 

Türkiye’de demokratikleşme falan olacaksa bu sağ partilerle kurulan ittifaklar, “normalleşme bloğu” ile değil bağımsız bir sol bloğun oluşmasıyla, o bloğun Türkiye siyasetinin bu diğer trenine müdahale etme kapasitesinin yükselmesiyle olur. Bu da ancak işçi sınıfıyla, kadınlarıyla gençleriyle, Kürtleriyle yani mevcut gidişattan umudunu kaybedenlerle buluşabilmekten geçer. Bunun kolay bir şey olmadığının tabii ki gayet farkındayım ama ihtiyacın bu olduğunu da söylemek zorundayım.   
 

ÖNCEKİ HABER

Bahçeli bir kez daha Türk Tabipleri Birliğini hedef aldı

SONRAKİ HABER

CHP Milletvekili Mehmet Güzelmansur Kovid-19'a yakalandı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa