20 Eylül 2020 00:08

Avrupa'nın Gündemi | AB’nin Çin siyasetini şirketlerin çıkarları belirliyor

AB-Çin zirvesinde insan hakları eleştirileri dile getirildi ama Birlik'in Çin’le arayı açmaya niyeti yok. Fransa'da salgın sürerken üniversiteler açıldı. Avrupa'nın diğer önemli gündemi mülteciler.

Ursula von der Leyen (sağ alt), Charles Michel (sağ üst), Angela Merkel (sol alt) ve Xi Jinping (sol üst) | Fotoğraf: AB Konseyi/AA | Kolaj: Evrensel

Paylaş

15 Eylül’de video konferans ile yapılan AB-Çin zirvesinde, Çin’e yönelik insan hakları eleştirileri dile getirildi ama Birlik ülkelerinin, özellikle de Almanya’nın Çin’le arayı açmaya niyeti yok. AB’nin çizgisini AB tekellerinin çıkarları belirliyor.

Fransa’da üniversiteler Kovid salgının arttığı koşullarda açıldı. Hükümet fiziksel mesafe korunma hedefiyle tüm öğrencilerin derslere başlamasını istedi fakat bunun gerçekleşmesi mümkün olmadığı için hibrit bir eğitimin verilmesine karar verildi. Zaten maddi olarak ciddi sıkıntılar içinde olan üniversitelere bu yeni koşullara uyum sağlayabilmeleri için ek bütçe ise ayrılmadı ve sıkıntılar daha ilk haftadan kendisini göstermeye başladı.

Sınırlarındaki insan hakları ihlallerini ve mültecilerin maruz kaldığı iğrenç muameleleri uzun süredir görmezden gelen Avrupa Birliği Komisyonu 23 Eylül’de açıklayacağı tasarıyla gerçekten demokrasinin tarafında olup olmadığının sınavını verecek.


ALMANYA ÇİN’İN ŞEYTANLAŞTIRILMASINA KARŞI:
BOZUŞMA YERİNE TİCARET!

German Foreign Policy

AB ve Çin, bu yıl ikili bir yatırım anlaşması üzerinde uzlaşmak istiyor. Bu, birliğin liderleri ile Çin Devlet Başkanı Şi Cinping arasında salı günü yapılan video konferansın ana sonucu olarak ortaya çıktı. Yıl sonundan önce bir sonuca varılmasını gerçekçi kılan ikili müzakerelerde son zamanlarda önemli ilerlemeler kaydedilmişti. Alman şirketlerinin büyük bir çoğunluğu -basında çıkan haberlerin aksine- mevcut siyasi gerilimler nedeniyle Halk Cumhuriyeti’ne sırtını dönmedi, tersine oradaki varlıklarını “Derinleştirecek olan” anlaşmaya büyük ilgi duyuyor.  AB Dışişleri Temsilcisi Josep Borrell “Çin’in yayılmacılığı” konusunda uyarıda bulunup AB’yi Pekin’e karşı güçlerini birleştirmeye çağırırken, Almanya Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Niels Annen Çin ile “diyalog halinde” kalmayı savunuyor: Pekin ile çatışmada, Çin’i ABD’ye karşı korumak için tarafsızlık geçerli olmalı.

Ortak basın açıklamasına göre, AB Konseyi Başkanı Charles Michel, AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ve Berlin AB Konseyi Başkanlığı adına geçtiğimiz günlerde AB ile Çin arasında yapılan yatırım anlaşması müzakerelerinde önemli ilerleme kaydetti. Başbakan Angela Merkel Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile yapılan video konferansın ardından yaptığı açıklamada konunun “Zorunlu teknoloji transferi ve sübvansiyonların şeffaflığı ile ilgili olarak devlete ait şirketler için davranış kurallarında ilerleme” olduğunu,  “Pazara eşit erişim ve sürdürülebilir kalkınma sorunları” hakkında hâlâ cevaplanmamış sorular bulunduğunu, bu iki alanda “Acilen çalışmaların sürdürülmesi gerektiğini”, “AB ile Çin arasındaki üst düzey görüş alışverişinin dinamizmini sürdürmek açısından” görüşmelerin “önemli” olduğunu söyledi. Hong Kong’da “Temel hak ve özgürlüklerin baltalanmasına” ve Halk Cumhuriyeti’nde “etnik ve dini azınlıklara yönelik muameleye” keskin eleştiri yöneltildi. Bununla birlikte, hedef sadece yatırım anlaşmasının yıl sonuna kadar tamamlanması değil, aynı zamanda “AB ile Çin arasındaki iş birliğini” sağlamayı amaçlayan “2025 stratejik gündemine ilişkin görüşmelere” devam etmekti. Pandemi nedeniyle iptal edilen  AB-Çin zirvesi önümüzdeki yıl için yeniden planlanacak.

AÇIK ARA İLE EN BÜYÜK PAZAR

Brüksel, bu yıl Çin ile AB yatırım anlaşmasını sonuçlandırmaya yönelik çabasıyla başta Almanya olmak üzere çeşitli AB ülkelerinden gelen firmaların taleplerini takip ediyor. Arka plan, yalnızca Halk Cumhuriyeti’nin Alman şirketleri için bir satış pazarı olarak giderek daha önemli hale gelmesi değil. Aslında, Avrupa ve Kuzey Amerika’da Çin’dekinden çok daha kötü sonuçları olan Kovid-19 salgınının hızlandırdığı cari yılın ilk yedi ayında Çin, Almanya ihracatı açısından ikinci en büyük pazar olarak Fransa’nın yerini aldı ve Köln Alman Ekonomi Enstitüsünün (IW) bir analizinin gösterdiği gibi, yıl sonuna kadar Federal Cumhuriyet’in satış pazarları arasında “yeni birinci” olacak.  Buna ek olarak, Halk Cumhuriyeti, yaklaşık 1.4 milyar potansiyel müşteri ile (AB yaklaşık 450 milyon nüfuslu, ABD 330 milyon nüfuslu) üretim alanı olarak daha cazip hale geliyor. Avrupalı şirketler, eşi benzeri görülmemiş kârlarını Çin’in büyümesine borçlu. Çin’deki Avrupa Ticaret Odası tarafından yapılan bir araştırmaya göre, üye şirketlerinin yüzde 39’u geçen yıl yüzde 20’ye varan satış büyümesi elde etti; firmaların yüzde 11’i ise daha yüksek büyüme oranlarına ulaştı.

Çin’deki Avrupa Ticaret Odası tarafından yapılan araştırma, Alman medyasında dolaşan batılı şirketlerin şu anda üretim tesislerini Çin’den Güneydoğu Asya konfederasyonu ülkeleri gibi diğer ülkelere  (ASEAN ve Hindistan) taşımak için yoğun çaba sarf ettikleri içerikli haberleri doğrulamıyor. Bu Çin’de uzun süredir dünyanın her yerine ihracat için en düşük ücretlerle üretim yapan şirketler için de geçerli. Yıllar önce, birçoğu Vietnam veya Kamboçya gibi ülkelerde yeni fabrikalar kurmaya başladı; çünkü ücretler Çin’de yükselirken, Güneydoğu Asya’da hâlâ önemli ölçüde  düşüktü. Çin’deki Avrupa Ticaret Odası ise üyelerinin büyük çoğunluğunun Halk Cumhuriyeti’ndeki faaliyetlerine bağlı kaldığını; büyük Çin pazarı için Çin’de üretim yapan şirketlerin, yerinde üretimlerini derinleştirme eğiliminde olduğunu belirtiyor. Ticaret Odasına göre, Kovid-19 salgınının Çin’de en kötü olduğu şubat ayında bile, AB şirketlerinin yalnızca yüzde 11’i Çin’de planlanan yatırımları diğer ülkelere yönlendirmeyi düşünüyordu; o zamandan beri farklı görüşteki şirketlerin sayısının kesinlikle artmadığı söyleniyor. Çin’deki Alman şirketleri için strateji danışmanı olan Eski Federal Savunma Bakanı Rudolf Scharping, AB’nin Çin ile ilişkisinin medyatik, özellikle de siyasi imajı ile ekonomik gerçeklik arasında büyük fark olduğuna dikkat çekiyor.

AB, yükselen Çin’e karşı dünya gücü iddiasını güçlendirmek için kendisini Pekin’e karşı saldırgan bir şekilde konumlandırıyor. Örneğin, mart 2019 tarihli AB Çin Stratejisi, Çin’in aynı anda “ortak”, “yarışmacı” ve “büyük rakip” olduğunu belirtiyor. İtalya dahil olmak üzere bazı AB ülkelerinde ve aynı zamanda Almanya’da, Halk Cumhuriyeti’nin fark edilir şekilde itibar kazandığı belirgin. AB Dış Politika Sorumlusu Josep Borrell, üye ülkeleri hizaya çekmek için Avrupa değerlerinin ve teknolojisinin korunması ve Çin yayılmacılığına karşı çıkılması gerektiğini vurguladı. Borrell, Halk Cumhuriyeti’ne karşı Birliğin saldırgan bir ittifakı çağrısında bulunurken aynı zamanda, Pekin ile ABD arasındaki çatışmada AB’nin açıkça ABD’nin tarafında konumlanmasına karşı çıktı.Berlin’in Çin politikasındaki çelişen unsurları nasıl bir araya getirmeye çalıştığı, hafta sonu Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Niels Annen tarafından açıklandı. Annen, Halk Cumhuriyeti’ndeki “insan hakları durumu” ve Pekin’in son “Güney Çin Denizi’ndeki askeri manevraları” nedeniyle “Avrupa’da Borrel’in sözlerinde de görüldüğü gibi Çin’le ilgili yeni yönelim” olduğunu açıkladı.  Ancak AB’de “Çin ile diyalog içinde kalma” isteğinin var olduğunu da söyledi. Ekonomik çıkarlar açısından “Eşit şartlarda bir ortaklık istiyoruz”, Washington aylardır Çin’e yönelik politik saldırılarda bulunuyor”, “Soğuk Savaş modeline dayanan yeni bir küresel çatışma çıkarlarımıza uygun değil”, “Bozuşma bizim stratejimiz olamaz”  diyen Annen, “Çin’in şeytanlaştırılmasına karşı” olduğunu sözlerine ekledi. Berlin stratejik olarak, Alman sanayisinin çıkarları doğrultusunda kendisini Pekin’e karşı ofensif bir şekilde konumlandırmayı ama aynı zamanda Washington’dan bağımsızlığı sürdürmeyi hedefliyor.

(Çeviren: Semra Çelik)


ÜNİVERSİTELERİN ÇÖZEMEDİĞİ PROBLEM

Olivier MONOD
Libération

Yarı yüz yüze yarı uzaktan fakat tamamen “Başının çaresine kendin bak”. Üniversitelerin açılışı için izlenmesi gereken çizginin ne olması gerektiğini hiç aramayın: Herkes elinden ne geliyorsa onu yapıyor. Üniversitelerin tümünün pratiği aynı değil. Aynı üniversitede bulunan farklı bölümlerin pratiği bile aynı olmayabiliyor. Hatta aynı bölümdeki öğretim görevlilerinin tutumları arasında bile farklılıklar oluyor. Belirtmek gerekir ki Bakanlığın yönergesi tamamen çelişik bir talimat örneği. “Öğrenci kapasitesini en asgari şekilde olumsuz etkileme hedefiyle fiziksel mesafeyi sağlamayı planlama ve hayata geçirme”. Yani öğrenci sayısını azaltmadan bir metrelik fiziksel mesafe uygulama. İş böyle olunca sosyal medyada son günlerde maskeli öğrencilerle tıklım tıklım dolu amfi resimleri yaygınlaştı. Günlük ders programlanması da içinden çıkılmaz bir sorun oldu. Bazen öğrencilerin amfideki dersten sonra uzaktan izlemeleri gereken bir dersleri daha oluyor. Bunları izliyorlar elbette ama üniversitenin koridorlarında yerlerde oturarak bilgisayarlardan izliyorlar. Bu tür derslerin amacı eğer üniversitede bulunan öğrenci sayısını sınırlandırmaksa tamamen bir başarısızlıktan bahsedilebilir. Sgen-CFDT Sendikası Genel Sekreter Yardımcısı Franck Loureiro’ya göre “Bu üniversite açılışı için hükümet kolektif bir çalışmanın koşullarını yaratmadı”. Bakanlık sadece geçen pazar, kimi üniversitelerde düzenlenen öğrenci şenliklerinden sonra Kovid-19 vaka sayısının artmasıyla tüm üniversite aktörlerini toplantıya davet etti.

Pedagoji açısından ise uzaktan ders konusunda öğretmenler ikiye bölünmüşler, kimileri öğrencilerle irtibatın kesilmesinden korkarken diğerlerini ise Kovid tedirgin ediyor. Clermont-Auvergne Üniversitesi Rektörü Mathias Bernard derslerin yüzde 80’inin yüz yüze olduğunu belirtiyor, fakat bölümlere göre bu oranın çok farklı olduğunu da kabul ediyor. Nanterre Üniversitesinde Sözleşmeli Preker Öğretim Görevlileri Kolektifi Genel Sekreteri Hugo Dumoulin “20 öğrenciden itibaren hibrit öğretime geçiliyor” diye belirtiyor.

Hibridasyon; bu yılki üniversite açılımında en fazla dillerde olan kavram işte bu. Buna göre sınıfta dersi izleyemeyen öğrencilerin internet üzerinden izlemeleri gerekiyor. Hugo Dumoulin’a göre “Neden olmasın, fakat olabilmesi için Cambridge’in olanaklarına sahip olmak lazım. Verdiğim derslerin ses ve görsel çekimini kendi olanaklarımla yapmak zorundayım”. (…) Lyon Üniversitesinde de Snesup-FSU sendikasının Eş Genel Sekreteri Anne Roger’ye göre öğretim görevleri kendi malzemelerini kullanmak zorunda.

Üniversitelerin olanakları arasındaki bu farklılığı hükümet yazın 21 milyon avro ayırarak yarattı. “Yüksek öğrenim nümerik dönüşümü” için bu miktar ayrıldı fakat üniversitelerden proje sunmaları istendi. Sağlık krizinin ortasında 69 dosya sunuldu, bunların 65’i kabul edildi, 15’i ödüllendirildi ve 19 üniversiteye ise projelerine başlayabilmeleri için kısmı bir yardım verildi. Projesi kabul edilmeyen Clermont-Auvergne Üniversitesi Rektörü Mathias Bernard’e göre “Bu yöntem tamamen ters etki yarattı. Negatif bir mesaj verildi. Bundan sonra dosyayı hazırlayan meslektaşlar tekrar nasıl harekete geçirebilir ki?​”. Fakat hükümet bu yöntemde ısrarlı ve açıklanan kalkınma planı kapsamında üniversitelerin numerik donanımı için yeniden 35 milyon ayrıldı. Fakat bu tüm üniversitelerin ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli değil.

Fransız üniversiteleri misyonlarını yerine getirebilmek için yeterli bütçeye sahip değiller zaten, buna bir de sağlık krizinin masrafları eklendi… Üniversite Rektörler Konferansının (CPU) yaptığı hesaplamalara göre Kovid’in her üniversitenin bütçesinde yol açtığı ek masraf yüzde 1 ile yüzde 2 arasında. Mathias Bernard bu durumu şu şekilde özetliyor : “Çok basit bir durum, harcamalarımın ne kadar olduğunu çok iyi biliyorum, fakat gelirlerim konusunda büyük bir muğlaklık var. Gelir konusunda (üniversitelere akan farklı) vergiler aşağı çekiliyor ve devletin desteğinin miktarı da belirtilmedi. Harcamalar konusunda ise personele maske almak gerekti (Clermont Üniversitesinde bunun miktarı 20 bin avro, buna bir de en az gelirli burslu öğrencilere dağıtmak için alınan maskeler için harcanan 25 bin avroyu eklemek lazım). Kimi öğrencilere bilgisayar alabilmeleri için yardımlar da yapıldı (birkaç yüz bin avro). Sözleşmelerinin son dönemleri (evden çıkma yasaklarıyla) tamamen müteessir olan doktora ve post-doktora öğrencilerinin sözleşmesi de tekrar uzatıldı (bu da birkaç yüz bin avro).

Son ve esas olarak ise geçen yıl lise bitirme sınavlarında olağanüstü başarılardan dolayı ülke çapında üniversiteye başlayan ek 35 bin yeni öğrenciye okuma olanakları sunmak lazımdı. Clermont-Auvergne gibi bir üniversitede bu her yıl geleneksel olarak başlayan yeni 7 bin -8 bin öğrenciye 1000 öğrencinin daha eklenmesi anlamına geldi. Bu dalga için Bakanlık üniversitelerin kapasitesini bu yıl 21 bin 500 arttırdığını ve buna gelecek yıl da 20 bin yer daha ekleyeceğini belirtiyor. Fakat Snesup-FSU Sendikasının Eş Genel Sekreteri Anne Roger’ye göre “Bu sadece bir ilandır. Yeni öğretim görevlisi istihdam edilmeden, yeni ek yer olmadan öğrenci kapasitesinin arttırıldığı söylenemez. Bu dalgayı karşılayabilmek için 1000 istihdamın yaratılması gerekiyor. Bakanlığın yaptığı ise üniversitelerin bütçe yetersizliğine aynı şekilde devam etmedir”.

Sendikacı bu söylediğini devletin ayırdığı ek bütçeye dayandırıyor. Her yeni öğrenci için devlet üniversiteye 1600 avro veriyor, oysa ki her yeni öğrencinin toplam masrafı 10 bin ile 12 bin avro arasında hesaplanıyor. Bu ek masraflar için Bakanlık yıl sonu hesaplamalarında elinde kalacak para üzerine hesap yapıyor. Yıl sonunda kimi faturalar böylelikle karşılanacak. Fakat Franck Loureiro “Neyi ve hangi düzeyde karşılayacağını daha bilmiyoruz” diye dert yanıyor.

Üniversite Rektörler Konferansı (CPU) Başkan Yardımcısı Olivier Laboux durumu su şekilde özetliyor: “Bugün üniversitelerin uygun koşullarda açılması için elinden gelen her şeyi yapan meslektaşların çabalarını selamlamak lazım. Fakat birçok üniversite yıl sonuna doğru maddi zorluklar içine düşecekler. Eğer bakanlık söz verdiği gibi masrafları karşılarsa o zaman üniversitelerin yanında olduğunu söyleyebiliriz”.

(Çeviren: Deniz Uztopal)


AB’NİN HUKUKSUZ SINIRLARINDA GÖÇMENLERE KARŞI ŞİDDET NORMALLEŞTİ

Apostolis Fotiadis
The Guardian

Batı Balkan rotası AB ve Türkiye arasında 2016’da yapılan anlaşmayla kapanmış, Suriyeli göçmenlerin Avrupa’ya akını durmuştu. Ama hikaye orada sona ermedi. AB’nin o günden bugüne geniş çaplı göç üzerine uzlaşmazlıkları, dış sınırlarındaki üyelerin kendi sınırlarında kontrolü ele almak için şiddet ve yasaları esnetmeye başvurmasına yol açtı.

AB’nin bugünkü dış sınır kontrol ağı, uluslararası yasalardan ve AB yasalarından kaçınmak amaçlı bir dizi kuralsız prosedürden oluşmakta. AB Komisyonunun sınırlarda olan biten hakkında hiçbir fikri yok.

Bu arada sınırlarda şiddet kol geziyor. Köpek avları, dayak ve işkenceler, çabucak geri göndermeler, sınır polis ve gümrük güçlerinin işleyişine kazınmış ırkçı ön yargıları; bunlar Avrupa Topluluğunun erdemli temellerini aşındırıyor. Avrupalılar bu eylülde daha iyi bir sistem kurma fırsatına sahip; AB Komisyonu bağımsız bir sınır kontrol mekanizması kurup kurmamayı tartışıyor. Ama önce neden böyle bir mekanizmaya ihtiyaç olduğuna bakalım.

Macaristan daha 2016’da AB yasaları dışında hareket eden bir transit geçiş bölgeleri sistemini uygulamaya koymuştu. Yakalanan göçmen ve mülteciler belirlenen bölgelere geri gönderiliyor, aç bırakılıyor ve çoğu zaman da hiçbir yasal prosedüre tabi tutulmadan ülkeden atılıyordu. Hırvat polislerin sistematik ve organize şiddet uyguladığına karşı birçok rapor su yüzüne çıktı. Sınır polisi içinden, üst düzey yöneticilerin yasa dışı uygulama emirleri verdiği yönünde şikayetler üzerine Hırvat savcılar 2019 martında hükümetin bir araştırma başlatmasını talep eti. 

Akdeniz’de İtalyan ve Maltalı otoriteler uluslararası denizcilik yasalarını o kadar esnettiler ki Akdeniz’i aşanları engellemek için sivil gemi ve insan kaçakçılarından oluşan donanmalar kurdular. İtalya, AB’nin de desteğiyle, fiili bir geri gönderme sistemi kurarak, Libya sahil güvenlik güçlerinin savaştan kaçmak için kıyılarından bot ve kayıklara binen binlerce kişiyi geri toplamasını sağlıyor. Bu sene Yunanistan binlerce göçmeni kara ve deniz sınırlarından hukuksuz bir şekilde Türkiye’ye geri gönderdiği için ağır şekilde eleştirildi. Yunan başbakanı bu ithamları “yanlış bilgilendirme” olarak nitelese de giderek artan veri ve raporlar BM Göçmen Ajansı tarafından güvenilir bulunuyor.

Komisyon tarafından üye ülkelerin sınırlarını denetleme amacıyla kurulan ve Frontex’in kontrolündeki sistem gerekli gözetimi sağlamakta başarısız kaldı. Teoride sahadaki koşulların gerçekçi bir resmini ortaya koyması gereken Frontex, insan hakları organizasyonlarına göre yeterince etkili değil. Dahası, raporların eksik olması yeterince delil olmadığının göstergesi olarak gösteriliyor.

Konu üzerine AB Parlementosunun 6 Temmuz’daki toplantısında sıkıştırılan AB İçişleri Komiseri Ylva Johansson komisyonun dış sınırlarında iddia edilen ihlalleri araştırma yetkisine sahip olmadığını ifade etti. Fakat “Geri göndermelerin takibi ve raporların incelenmesi için yeni bir sistemin gerekliliğini sorgulama” vaktinin geldiğini de belirtti.

Vakit gerçekten geldi. Komisyon 23 Eylül’de AB’nin sınırlarına gelen göçmenleri nasıl karşılayacağı ve nasıl bir iltica sistemine sahip olacağı konusunda yeni bir yasal çerçeve önerisi yayımlamayı planlıyor. Johansson sözlerinin arkasında durursa, bu tasarı yeni bir takip mekanizması ve uygun yasal prosedürler için gerekli düzenlemelerin hepsini içerebilir.

Frontex çözümün bir parçası olamaz. Hızla genişleyen ve büyük bir bütçeye sahip olan bu kurum güvenilir bir takip sistemi kurmakta başarısız kaldı.

Kurulacak olan takip sistemi halihazırda var olan gerçekten bağımsız, alanda uzman ve çoğu koşulda da araştırma hakkı bulunan ulusal kurumlara dayanmalıdır. Komisyon AB’nin sınırlarında yasal olmayan uygulamalara ışık tutacak gücü hükümetler kontrolünde olmayan devlet, kamu denetçileri (ombudsmanlık), ulusal işkence ve kötü muamele önleyici organlara doğrudan ve sadece parlamentolara sorumlu bir şekilde verebilir.

Bağımsız bir mekanizma talebi küçük ve bürokratik bir adım gibi görülebilir ve soruna kesin bir çözüm sunmayacaktır. Fakat Avrupa’nın hukukun egemenliği ilkesini tekrar sağlaması gerektiği gerçeği açıktır.

Bu sadece polisi sorumlu tutarken ihlallerin kaydedilmesi ve insan haklarının savunulması konusu değildir. Aynı zamanda politik tacizin, AB ve diğer ülkeler tarafından göçmenliğin silah olarak kullanılmasının engellenmesi konusudur. Yürütme yetkisinin kullanımı sınırlarının Avrupalılar tarafından yeniden demokratik bir şekilde çizilmesini sağlayacaktır. Yaygın görüşün aksine, iyi planlanmış, bağımsız ve etkin bir takip mekanizması üye ülkelerin aleyhine değil yararına olacaktır.

Bu kriz çok uzun bir süredir devam etmektedir ve Avrupa Komisyonu, sınırlarında olanlara gözünü kapatmaktan vazgeçmelidir. Johansson’un gerekli adımı atma zamanı şimdidir.

(Çeviren: Haldun Sonkaynar)

ÖNCEKİ HABER

Antalya Kumluca'da çıkan orman yangınında 60 hektarlık alan yandı

SONRAKİ HABER

Bakanlık, Salda Gölü Nazım İmar Planı'nı onayladı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa