27 Eylül 2020 23:48

Yazar Sibel Ünal: Edebiyatın dişil dilini işlevsel kılmak zorundayız

Yazar Sibel Ünal, Dar-ı Sır romanını Çiya Andok'a anlattı.

Fotoğraf kaynağı: Sibel Ünal

Paylaş

Çiya ANDOK

Sibel Ünal, ‘Dar-ı Sır’ romanını anlattı. Romanında ‘Alevi Kadını’na odaklanan Ünal, “Bizler, egemenin baskıcı ötekileştiren eril diline karşı, edebiyatın dişil dilini işlevsel kılmak  zorundayız. Dar-ı Sır, bunun anımsatıcısıdır daha çok” diyor.

Dar-ı Sır, sizin ikinci kitabınız. Ne anlama geliyor Dar-ı Sır?

Dar-ı Sır, sır kapısı anlamına gelir, ancak daha geniş anlamıyla bir geleneğin, öğretinin kısaca bir yaşam biçiminin sırlanan kapısını anlatır. Kapının işlevini düşünecek olursak; ya yaşanmışlığı geçmişe kapatır, gözden uzak tutar ve sırlar; ya da geleceğe açar onu. Geçmişin deneyimini öteye taşımış olur böylece.

Alevi öğretisini aralamak istediniz anladığım kadarıyla... Son yıllarda bu konuda pek çok ki- tap yayımlanıyor. Nitelikli çalışmalar da var aralarında ancak herkesin kendi Alevilik anlayı- şını ortaya koyması da söz konusu. Ne dersiniz?

Haklısınız, her alanda olduğu gibi burada da kirlilik diz boyu. Suyu bilinçli bulandırmak isteyenler de var elbette. Dar-ı Sır, işte Aleviliğin o temiz, has pınarına erişme ve oradan su içme çabasıdır diyebiliriz. Bu yaşam biçimini ‘öz’e dair bilgisini dile dökmekti derdim. Genelde böyleyken, özelde ‘Alevi kadını’nı, yaşamdaki duruşunu, konumlanışını, onu besleyen ana kaynağı vurgulamak, gözler önüne sermek istedim. Böylece ‘kadın’a dair bir model olarak da sunacaktım onu. Kısaca bir dünyaya doğru yol almaktı niyetim. Oraya varmaktan çok orayı keşfetmek, onun büyüsüne katılmaktı amacım. Böylece dişil bir dünya da açılıyordu önümde.

Dişil dünyadan kastınız nedir? Bundan ne anlamamız gerekiyor?

Bir öğretinin merkezine yerleşmiş olan ‘kadın’ olgusundan söz etmek istiyorum. Alevi inancının, felsefesinin özünde ‘kadın’ merkezi durumdadır. Bunu aile büyüklerimde, çevremde, akrabalarımda da gördüm. Koçgiriliyim ben. Her ne kadar adada büyüdüysem de bozkırın kızıyım. Yazar olarak başımı sayfalara eğdiğimde ilk önüme çıkan şeydi, kimliğim. Esasen Dar-ı Sır böylesi bir zorunluluğun ürünü oldu. Bir yere doğruydu yolum. Biliyordum ama nereye? Sonunda gideceğim yerin köklerim olduğunu keşfettim. Atalarıma, analarıma yol yürüdüm böylece.

Umduğunuzu bulabildiniz mi peki? Asimilasyonun yıllardır sürdüğü böylesi bir ortamda sizin deyiminizle, o temiz, has pınarın suyunu içebildiniz mi?

Doğrusu ailem açısından çok şanslıydım. Dedem, bir ‘Ocak Dedesi’ olduğu için, bize kim olduğumuz sıklıkla hatırlatılırdı. Adada olduğumuz halde bu şiarla büyüdük. Gene de asimilasyonun izlerini her geçen gün daha belirgin olarak hissetmeye başladık. Sartre, ‘Elinde ekmek olan insan, ekmekten söz eder mi hiç!’ diye mimlemiş. Alevi kadınından söz etmek bu sancının bir sonucudur aynı zamanda. Elimizden kayıp giden bir şeylerin olduğu açık!

Kayıp giden şey nedir diye soracak olursanız; geçmişten günümüze dek ana soylu/ ana tanrıça kültünden beslenen bu güçlü damar, sessiz ve derinden geri dönülemez bir biçimde temel kaynağından koparılıyor. Öteden beri anaerkil/dişil kaynakla alttan alta -bir yer altı suyu gibi- beslenen bu öğretide kadın başattır. Üreten, çoğaltan, doğayla iç içe yaşamı ören varlığı, hemen göze çarpar onun. Kadının çevresindeki canlı/cansız her şeyle karşılıklı etkileşime girdiği bir dünyadır burası.

Alevi topluluğunun kimliği ciddi bir tehditle karşı karşıya... Bu bilinçli bir politikanın ürünü diyorsunuz, öyle değil mi?

Elbette. Alevi topluluğu giderek belleğini yitiriyor. Bu ise baskıcı Sünni söylemin hedeflediği bir şey. Devletçi Sünni söylem, bütün argümanlarını Aleviliği bir tehdit olarak algılatan bir düzlemde inşa eder. Alevi toplumun en mahrem ve en temel yere koyduğu ‘kadına’ topyekün saldırır böylece. ‘Kirlilik’ kavramıyla o cephede yeni delikler açarak ilerleyecektir de. Ta ki onu kendine benzetip tek tipleştirinceye kadar! Gerçek doğal yaşamı nüvesinde taşıyan bu öğretiden ölümden korkar gibi korkmaktadır çünkü. Ve onun çağrıştırdığı yaşama/ anaerkil düzene dair ne varsa yok etmeyi temel amacı haline getirmiş!

Unutmayalım ki; devletçi/egemen yapı, kendini oluşturan ve kendini ayakta tutan -din, iktidar, eğitim sistemi, geleneksel aile yapısı gibi- bütün unsurlarla bir bütündür. Sınırları belirlenmiş ve tanımlıdır. Biçimsel ve katıdır. Bu yapıya ait olmayan her şey ‘öteki’dir ve kovulması gerekendir. Kirli, bulaşıcı ve dola- yısıyla tehlikelidir. Kim için tehlikelidir? Elbette düzen için! Düzene, egemen kültüre, yapıya tehdit olan ve onun dışında kalan her unsur kirli, çürümüş ve tehdittir. Çünkü hakim düzenin tam karşısında durur. Böylece yaratılan ana/egemen imgeyi gölgeler. Ancak onu ‘öteki’, ‘kirli’ olarak addederse, tanımlarsa kendini korumaya almış olur. Sonuç olarak bu ayırma, temizleme, sınır çizme sadece kültürel bağlamda kalmış olmaz, daha ileri taşınarak ‘Yok edilmesi, ortadan kaldırılması gereken bir unsur’ olarak hedefe konur. Yer yer ham, kaba, ilkel; yer yer incelikle işlenmiş bu fikriyat, oluşturulan algıyla uç noktaya kadar ilerletilir. Böylece meşru bir zemin kurulmuş olur.

Bu yaklaşım bugün oluşturulmadı, geçmişten günümüze süreklileştirilen bir politika. Hükümetler, bunu yürütmekle yükümlüdürler. Çünkü güncel siyaset de bundan nemalanır. Yeryüzünün her köşesindeki hükümranlar aynı eril dili konuşurlar. Peki, edebiyat bu düzeneği nasıl kırabilir?

Edebiyat tam da burada devreye giriyor. İnsandan yana, yaratıcı edimini ortaya koyarak tarif ettiğiniz düzeneği kırıyor. Örneğin Tolstoy, parçası olmadığı bir savaşı -Savaş ve Barış’la- devasa bir romana dönüştürmüş. Sartre, hem yazınsal, hem de eylemiyle karşı durmuştur buna. Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda’da kadının eril dünyadaki dişil mücadelesinin tarihini ve kadın özgürlüğünden dem vurmuştur. Simone de Beauvoir, Genç Kızlık Çağı, Evlilik Çağı, Bağımsızlık Çağı adlı üçlemesini bu amaçla kaleme almıştır. Clara Zetkin gibi yıldız isimlerin bu uğurda yaptığı çalışmalar ve yürüttüğü mücadeleler ayrıca günümüz kadını için hem birer örnek hem de büyük kazançtır. Andığım isimler dışında mücadeleyi yürüten pek çok güçlü kadının varlığı günümüz kadını için bir ışıktır ve onlara çok şey borçluyuz.

Bizler, egemenin baskıcı ötekileştiren eril diline karşı, edebiyatın dişil dilini işlevsel kılmak zorundayız. Dar-ı Sır, bunun anımsatıcısıdır daha çok.

SİBEL ÜNAL HAKKINDA

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi mezunudur. Aynı üniversitede akademisyen olarak çalıştı. Çeşitli eğitim kurumlarında öğretmenlik ve yöneticilik görevlerinde bulundu. İlk öykü kitabı Sabahın Ucu (e yayınları, Ekim 2011) adıyla yayımlanan yazarın, öyküleri ve metin çözümlemeleri farklı edebiyat dergilerinde yayımlandı. Üniversitelerde konuk akademisyen-yazar olarak söyleşilere katıldı ve yaratıcı yazarlık atölyeleri düzenledi. Dar’ı Sır romanı (Peri yayınları, Ekim 2019) yazarın ikinci kitabıdır.

ÖNCEKİ HABER

Tiyatro oyuncusu Ersan Uysal hayatını kaybetti

SONRAKİ HABER

İstanbul Emek ve Demokrasi Güçlerinden HDP açıklaması: Mücadeleyi büyüteceğiz

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa