Bekir Ağırdır: Yarını inşa etme diye bir derdimiz var
Bekir Ağırdır ile raflara yeni giren ilk kitabı “Hikayesini Arayan Gelecek”e dair konuştuk.

Fotoğraf: Adalet Çavdar
Ayşen ŞAHİN
‘Hikâyesini Arayan Gelecek’, Bekir Ağırdır’ın raflara yeni giren ilk kitabı. Editörlüğünü Adalet Çavdar’ın yaptığı kitapta ülke gündeminden dünyanın geleceğine, verilerle desteklenmiş, bireyler kadar kurumları da ilgilendiren o kadar çok satır var ki önemli yerleri kaybetmemek için not kağıdı yapıştırayım derken 3 balya harcamak zorunda kaldım. Ağırdır, “Dayanışma hep bir meşakkati göğüslemeyi ima ediyor ama bizim o meşakkati göğüslemekten öte yarını inşa etmek diye bir meselemiz var” diyor.
“Yazan değil, konuşan biri” olduğunuzu söylüyorsunuz; yazarken düşüncelerinizin değiştiğini, yeniden şekillendiğini, yön değiştirdiğini hissettiğiniz oldu mu?
Sesli düşünerek ama bir yandan da o düşünceyi de sınayarak, konuşa tartışa üretmenin çok değerli olduğunu düşünüyorum. Burada kritik olan şey, ülkenin okumuş yazmışları fikir değiştirmeyi çok “suç,” “zul” gibi görüyoruz. Ben böyle bir bağımlılık hissetmiyorum.
Bunca anlatma çabası ve elinizdeki verilere rağmen hâlâ iki kere iki dört, diyemeyen bir siyasetle karşılaştığınızda, yeniden ve baştan anlatma motivasyonunuzu nasıl sağlıyorsunuz?
Yatma saatine kadar “Ya lanet olsun, hiçbir şey olmuyor, yapamıyoruz da. Koşullar veya karşımızdaki aktörler de buysa, peki” moduna geliyorsunuz ama sabah kalkınca, yeniden başlama isteği geliyor.
Hayatın her alanında, ilişkiler, iş hayatı, arkadaşlıklar, tolerans sınırlarım çok geniş, her şeyi tartışabilirim, her kararım da tartışılabilir ama herhangi bir ilişki veya bir iş, eğer kendi felsefemi sorgulatıp da “İnsanlara güvenmemek lazımmış” tepkisine neden oluyorsa, o tepkiye veya olaya değil de beni o duygu haline savuran insanı ya da olayı affetmiyorum, siliyorum hayatımdan. O konuda yüreğimle barışığım.
Ama gün içindeki bu “lanet olsun” periyodlarının arası git gide sıklaşıyor tabii.
“Küresel ara buzul dönem”i tarifinizden nereye çıkacağız, küresel bir amaç arayışında mecbur kalınacak bir iklim seferberliği aranan hikaye olabilir mi sizce?
Tabii. Bir, yoksullukla; iki, iklim değişikliğine karşı mücadele.
Mesela yerküre ile yeni bir ilişki üretme, üretim biçimi değişecek. Ama bu tabii birdenbire olmayacak. Burada mesele yeniyi nereden üreteceğimiz. “Yeni” meselesinde bence birkaç tane enerji kaynağı var. Biri dediğiniz gibi bu iklim değişikliği ya da yerküre ile ilişki meselesi ama asıl Türkiye için özellikle kadın ve gençlik meselesi. Türkiye çok gecikmiş bir modernleşme yaşıyor. Batı’nın 1930’larda yaşadığı o kentlileşme, kentli pratiklerin getirdiği özgürleşme ve sanayi toplumunun bir şeması var. Türkiye bunu 1990’lardan beri yaşıyor. Ama bir orta kutbu kaybettiği için zorlanıyor. Cumhuriyet’in o “muasır medeniyet” tanımı vardı, iyisi ile kötüsü ile. O dönem, hep beraber bir yere doğru bakıyorlar ve oraya doğru hareket etmeye çalışıyorlar. Şimdi o baktıkları yer darmaduman olduğu için bu değişim son derece savruk yaşanıyor.
Bu süreçte değişimin dinamiklerinden ikisi kadınlardaki zihni değişim ve genç kuşaklardaki çokluya doğmak. Metropolde farklılıklara doğuyorlar. Üçüncü bir dinamik de bence sivil toplum. Sivil toplum hem yerelleşiyor hem de gerçek sorunların üzerine oturmaya başladı. Çünkü Konya Ovası’nın temiz içme suyu diyorsanız dindarı için de ateisti için de Türkü için de Kürdü için de kimlikleri aşan bir reel sorundan konuşuyorsunuz demektir.
Bir sürü kıpırtı var, bunların ülkemizdeki yansımasına “Dağlardaki çoban ateşleri” diyorum, küçük küçük gibi görünüyor, Cerattepe’ydi, Yırca Köyü ya da Kaz Dağları idi ya da yoksullukla ilgili Beyoğlu’ndaki kimsesizlere yemek veren lokantadan tut da yoksullukla mücadele girişimi kurulan mahalli dayanışmalar...
Bir de galiba artık ülke çapındaki liderlerdense, her yerelde farklı liderlikler olacak.
Bak yerel yönetimlerden mesela en mutlu olduğum şeylerden birisi o.
Bir de bizim yerel yönetim diye bildiğimiz şey nedir? Hep bir kamu hizmeti üretmek: Çöp toplayacak, son yirmi yılda da işte sosyal yardım yapacak vs. Yani kentin ekonomik düzeninden, istihdamından sorumlu değilmiş gibi. Çünkü ne? Onlar ulusal hükümetlerin işi güya ama bugün metropoller öyle bir noktaya geldi ki İstanbul kendi başına Türkiye’nin gayrisafi milli hasılasının neredeyse yarısını üretiyor. Kentin seçilmiş belediye başkanının bu ekonomik üretimle ilgili tasarruf yetkisinin, yönetim maharetinin bu süreçlere dahil olmaması mümkün değil. Bence metropollerdeki yerel yöneticinin üreteceği bu tür manevralar ve yeni politikalar, bambaşka bir yerel yönetim zihniyetine çevrilmemizi sağlayacak.
İKTİDAR, VAATLERİ DEĞİL KAYBEDECEKLERİ ÜZERİNDEN OYUN OYNUYOR
Tam da şöyle bir soru hazırlamıştım: Pandemide yerel yönetimlerle, devletin atanmışları arasında yetkiler konusunda bir çatışma yaşandı. Salgının belki de bir olumlu noktası; toplumun, yerel yönetimin önemi konusunda ve neleri yapabileceği konusunda uyanması olabilir mi?
İki boyutu var meselenin: Merkezi devlet, gerçekten yerel yönetimlerin hayatın içinde bu kadar etkin olmasını istemiyor. İkinci bir boyutu da elbette güncel siyasetle ilgili, çünkü iktidarın kurduğu dil son iki yıldır artık tümüyle, seçmenini muhalefet üzerinden korkutmak...
Vaatleri üzerinden değil, kaybedecekleri üzerinden bir oyun oynuyor. Dolayısıyla o korku çalışmayacak. İktidarın en önemli argümanı oyun dışı kalacak; onu istemediği için sıkıştırıyor ki yapamaz olsunlar.
Orada da yerel yönetimler son derece yaratıcı örnekler üretebiliyorlar, askıda fatura ödemeleri gibi. Bence yeni hayat oralarda oluşacak, Ankara’nın merkezi iktidarının etrafındaki kavga üzerinden değil.
KÜRT MESELESİ, ORTAK HAYATI İNŞA ETME MESELESİ
Bu uzlaşı kısmına geri gidelim. “Türkiye’nin ara buzul dönemden çıkabilmesi için Kürt sorunu da başta olmak üzere her konuda münakaşa ve münazara yerine müzakere ve mutabakat” öneriyorsunuz. Muhalefetin elini kolunu bağlayan kimlik siyasetinden mi ibaret?
Hepimiz, bir sabah güneş doğarken kapının önüne çıkıp birbirimizi öpeceğiz ve kutuplaşma bitecek falan değil. “Kimlik siyasetini aşma” derken, iktidar bunun nimetinden yararlandığı için özellikle muhalif kanattakilerin çabalaması lazım. Bunu aşmanın yolu kimlikleri yok saymak değil, “Ben kimlik siyaseti yapmıyorum” demek de değil, çünkü Türkiye’deki kimliklerin ya da Kürt meselesinin, hatta siyasal İslam ve dindarların da sorunu o, bütün bu kalkınma ve modernleşme süreçlerine kendi kimlikleri ile dahil olamamalarının ürettiği problemleri konuşuyoruz aslında. Çünkü çizdiğin modernleşme ya da kalkınma dediğin şey, ulusal hükümetinin tercihlerine göre ve senin kendi “iyi, doğru ve güzel”ine göre. Kürt meselesinin çözümü denen şey bugün geldiğimiz noktada parlamentoda “Kürtler” diye başlayan sekiz yasa yapmak değil: Yeni baştan bir ortak hayatı inşa etmek meselesi. Bu iktidar sorunlu ve Türkiye’nin bu iktidara bir alternatif oluşturması lazım ama bu iktidara alternatif sadece iktidar yandaşlığı/karşıtlığı ekseninde ya da geleneksel olarak sol/sağ diye muhafazakâr/seküler diye oynandığında sayıca onlar çok. Ya çok olduklarını kabul edecek ya da oyunu değiştireceksiniz.

Fotoğraf: Adalet Çavdar
YAŞADIKLARIMIZ TEMSİLİ DEMOKRASİNİN KRİZİ
Alt kimliklerin de önem kazandığı, hiç kimsenin kendisini tek kimlikle ifade etmediği, yara alan kimliğini mücadelede ön plana çıkardığı günler başladı. Veganlık Sünnilikten, feminizm Alevilikten önce gelebiliyor yeri geldiğinde.
Bir şey daha var. Biz hep sanayi toplumu üzerinden bakıyoruz. Sanayi toplumunun kaybedeni proletaryaydı. Bugün emek bu kadar çeşitli, mağduriyet de bu kadar çeşitleniyor. Şimdi Yırca Köyü’ndeki o köylü teyzeyi köylülükten mi, kadın hareketinden mi, çevre hareketinden mi yazacağız listeye?
Bu, çok başka bir durum. Dolayısıyla bu çokluk önce hepimizin bir arada olabileceği ortak hayatın kuralları üzerinden olabilir o da zaten demokrasidir. Buradaki problemlerden biri “demokrasi” lafını Türkiye’de, dünyada da öyle, herkesin temsili demokrasi anlıyor olması. Hâlbuki temsili demokrasinin krizi bu yaşadıklarımız.
“Popülist siyasi anlatı toplumu Demokrasi mi/Refah mı? Özgürlük mü/Güvenlik mi ikilemine sokarak güçleniyor” demişsiniz. Muhalefet bu ikilemin gerçek olmadığına nasıl ikna edecek seçmeni?
Muhalefetin bunu yapabilmesi için bir kere “Ülkedeki hukuki nizamı, yargı ve güvenlikle ilgili bütün birimleri yeni baştan inşa edeceğim” demesi lazım. Dehşet bir bozulma var. Üstelik nasıl bir ideoloji ya da kimlikleştirme süreci çalışıyorsa, örneğin köylü kadınlara ya da kadın eylemlerine, polislerin hele kadın polislerin güç gösterisini havsalam almıyor.
Bu konuda içeriği çok sağlam bir projeye, samimiyetle toplumu ikna edecek bir dile ihtiyacı var bir kere muhalefetin. Onlar olmadan insanlara “merak etme” demek mümkün değil.
Bugünkü gündelik hayat ritmi zaten endişe duygusunu barındırıyor içinde. Bu örneği hep veriyorum: 1981’de İstanbul’a gelip bilgisayar şirketinde çalışmaya başladığımda, Türkiye’de hiçbir bankanın genel müdürlüğünün kapısında güvenlikçi yoktu, genel müdürlüğünde bile...
Şimdi neden? Çünkü tanış olmadığın bir evrende ve tanış olmadığın insanlarla mahalle kavramının, sokak kavramının, dayanışmaların, komşuluk kavramının değiştiği yerde endişe duygusu ağır basıyor.
Akşam haberlerin karşısına oturuyorsun o endişe duygusunun manipüle edildiği bir korku siyaseti ve korku dili başlıyor.
DOĞRU BİR SİYASET GÖRSE HERKES DAHİL OLACAK
Peki sosyal medya muhalefet örgütleyebiliyor mu yoksa kitleleri pasifize mi ediyor ya da siyasetin dilini sertleştiriyor mu yoksa sorunları dalgaya boğup kaynatıyor muyuz?
Bunların hepsi var tabii. Bütün geleneksel medya, televizyon, gazete, internet sitesi dediğin zaman iyi veya kötü, niteliği, kalitesi tartışılır olsa da editöryal yapı var, bir süzgeçten geçiyor. Hâlbuki sosyal medyayla bugünün dünyasında her birey haber oluyor, her birey bilgi kaynağı, her birey deneyim aktaran birisi. Dolayısıyla da kontrolsüzlük tarafı var işin.
Bugün geldiğimiz noktada sosyal medyada kötücüllük; iyilik ya da vicdan hareketi gibi şeylere göre daha örgütlü ve güçlü ama eğer haklı yere değen bir konu varsa, bir büyük kitle var, neredeyse yüzde 60-70’ler, sadece izliyor. İstanbul Sözleşmesi’nde olduğu gibi, bir anda ortaya çıkabiliyorlar.
İşte siyasetin de tam bunun üstüne oturması lazım. Bugün Türkiye insanı sokaklara çıkmıyor, protesto etmiyor, tavrını göstermiyor, iktidardan yanaymış gibi görünüyor olabilir, öyle sanabilirsin ama doğru bir örgütlenme, doğru bir siyaset görse herkes inecek sokağa, protesto etmek anlamında değil sadece, hayata dahil olmak anlamında söylüyorum.
Biraz önce sözünü ettiğimiz o sivil toplumun yerelleşmesi meselesinde de dernek olmak, vakıf olmak hep yasal bir form, onun gerektirdiği bir sürü prosedür var, usul var vs. Hâlbuki sosyal medyadan örgütlenmek tümüyle esnek, yerelin gerçek sorunlarıyla meşgul olmak için müthiş bir ilaç. Düşünsene WhatsApp’tan örgütleniyorsun işte çocuklarının okulundaki velilerle, bu da bir örgüt değil mi?
Sivil toplumu işaret ediyoruz, gençlere ve kadınlara güveniyoruz. Peki iktidarın geleceksiz bıraktığı gençliği, İstanbul Sözleşmesi tartışmaları ile küstürülmüş kadınları bir şekilde tekrar etkileme ihtimali var mı?
Yok. İktidarın etkileme ihtimali yok ama bu kitleler böyle zamanlarda ülkenin okumuş yazmışlarına bakıyor, her şey normalken değil!
Eğer muhalefetten ya da başka bir alternatif aktörler dizisinden ya da okumuş yazmışlarından bir çare bulamazsa, duyamazsa o zaman kaostan kaçınma dürtüsü ile devleti sahiplenmek, iktidar lehine çalışabilir. O yüzden kategorik olarak iktidarın yaptığı hatalardan dolayı “iktidar değişecek” diye beklemek çok doğru olmayabilir.
MEŞAKKATTEN ÖTE YARINI İNŞA ETME DERDİMİZ VAR
Aralık 2019’da bir röportajda kitabın adını “Geleceğin Hikâyesi Yok” diye telaffuz etmişsiniz ama şimdi Hikâyesini Arayan Gelecek olarak elimde duruyor. Arada fark var, çünkü en azından arıyor. O süreçte size umut veren bir şey mi oldu?
Biz her ay bir araştırma yapıyoruz toplumsal ve kültürel konuda. Bu ayın konusu çevreydi, geçen İstanbul Sözleşmesi’ydi mesela. Daha sabah kendi aramızda konuştuk, ne kadar ciddi bir değişim var diye. Şu anda biz tabii yüzeydeki o siyasetin bizi sıkıştırdığı alandan kopamadığımız, güncelin içine hapsolduğumuz için umutsuz davranıyoruz.
Bu kutuplaşma, kimliğe sıkışma, iktidarın bütün bu alanları daraltma çabaları, sürtünme katsayısı fazla olduğu için yavaş dönüşüyor gibi görünüyor ama rahat bıraktığın zaman çok hızlı değişecek.
Bizim okumuş yazmışların en büyük, en yanlış ezberi insanların kaderci olduğunu düşünmeleri. “Tevekkül var, onun için katlanıyorlar” hayır. Kadere teslim değiller. O tevekkül de değil aslında, bin yıllık belleğin hak ettiği yer duruyor. 6-7 Eylül’de ya da Madımak’ta ne olduğunu bilmiyor değiller, biliyorlar ama yüzleştiği zaman o problemi çözecek mahareti yok ve “Onları devletin çözmesi gerekiyor” diye düşünüyor, onun için yokmuş gibi davranıyor. O yüzden ben hâlâ bu toprakların insanlarına güvenmemiz gerektiği kanaatindeyim. Burada hep sorun ortak hayatta yeni bir umudu inşa edememiş olmak, bugün bile pandeminin en önemli kazanımı o dayanışma duygusunun, özen gösterme duygusunun dirilmesi.
Dayanışma hep bir meşakkati göğüslemeyi ima ediyor ama bizim o meşakkati göğüslemekten öte yarını inşa etmek diye bir meselemiz var.
Evrensel'i Takip Et