04 Ekim 2020 00:21

Avrupa'nın Gündemi | Britanya’dan mültecileri uzak adalara hapsetme planı

Brintanya, Güney Atlantik’teki Ascension Adası’nda bir mülteci kampı kurulmasını planlıyor. Fransa'da kitlesel işten atmalar gündemde. Almanya'da ise iki Almanya'nın birleşmesinin 30. yıl dönümü...

Fotoğraf: Pixabay | Kolaj: Evrensel

Paylaş

Britanya’da “Brexit geçiş dönemi”nin sonu yaklaşırken ilticalara karşı sert görünme çabasındaki Muhafazakar Partinin, mültecileri denizaşırı ülke ve adalardaki işlem merkezlerine gönderme planları basına sızdı. Uluslararası anlaşmalarda verdiği vaatlerden tek yanlı vazgeçmeyi alışkanlık haline getiren Boris Johnson Hükümeti, insan haklarını hiçe saydığını bir kez daha ortaya koydu. Hem de daha Yunanistan’ın Midilli Adası’nda yaşanan insani felaket hâlâ devam ederken…

Kovid-19 salgınının ikinci dalgası giderek daha fazla ülkeyi etkisi altına alırken işten atmalar ve kapanan şirket sayısı da artıyor. Fransa’da hükümet işten atmaları sınırlandırmak, en azından başka bir döneme erteletmek için maddi yardımlar yapma, geçici işsizlik sürelerini uzatma gibi farklı yöntemlere başvursa da on binlerce işçi şimdiden işten atıldı ve bu sayının önümüzdeki dönem yüz binlere ulaşması bekleniyor. Fransa’dan seçtiğimiz makale, Japon şirketi Bridgeston’un Fransa’daki şirketini kapatması ve 1000’e yakın işçinin işten atılmasını konu alıyor.

3 Ekim iki Almanya’nın birleşmesinin yıl dönümüydü. Salgın koşullarına uygun etkinliklerle yapıldı. Telepolis’ten aldığımız makale, bugünü “Kimler kutladı, ne kutladı, birleşmenin kazananı/kaybedeni kimlerdi?​” sorularına yanıt arıyor.


BRİTANYA’NIN MÜLTECİLERİ DENİZAŞIRI KAMPLARA GÖNDERME ÇABASI YENİ DEĞİL

Robert VERKAIK
The Guardian

İçişleri Bakanı Priti Patel’in Britanya’ya gelen mültecileri denizaşırı uzak adalara göndermeyi düşündüğü söyleniyor. Hafta, bakanlık çalışanlarına 6 bin kilometre uzakta bulunan Güney Atlantik’teki Ascension Adası’nda Britanya’ya ait bir mülteci kampı kurulması planını değerlendirmeleri için verilen emrin basına sızdırılmasıyla başladı. Bu fikir saçmalık olarak adlandırılınca diğer haberler Moldova, Fas, Papua Yeni Gine gibi düşünülen diğer aday ülkeleri de ortaya çıkardı.

Britanya’nın politik problemlerini çözmek için insanları denizaşırı ülkelere göndermesinin tarihte çirkin örnekleri mevcut. Gözden uzak, akıldan uzak yaklaşımı ilk ceza kolonilerinin kurulmasına, yüz binlerce suçlu ve diğer “istenmeyenlerin” Britanya İmparatorluğu’na dağıtılmasına yol açtı.

Diğer Avrupa ülkeleri de bunu takip etti; bunun en meşhur örneği Fransız Guyana’sındaki  Şeytan Adası. Daha yakın tarihte ise ABD’nin Küba’nın güney ucundaki Guantanamo Koyu’nu, ABD’de mahkemeye çıkarmayı reddettiği ve “Yasal olmayan savaşçılar” olarak tanımladığı yüzlerce mücahiti hapsetmek için kullanması.

Hükümetler son yirmi yılda “Sert görünmek” adına zorda kalan ve Britanya’ya gelen bir avuç mülteciye karşı bu yöntemi kullanmaya yeltendi. Böylece -sizin ve benim gibi güvenliği adına iltica hakkına sahip olan- mülteciler suçlu muamelesine maruz kalıyor.

Ülke dışında mülteci işlem merkezleri fikri ilk olarak 2003’te İşçi Parti  hükümetinin fikri olarak ortaya çıktı. Sebep 15 yılda ülkeye gelen mülteci sayısının 20 kat artmasıysdı. Ağır sınırlama ve af yöntemlerinde başarılı olamayan dönemin İçişleri Bakanı David Blunkett, Tony Blair’in coşkun desteğiyle, Britanya dışında merkezler için birçok fikir öne sürdü.

İnsan hareketinin yoğun olduğu bölgelerde ya da yakınlarında bulunacak “Bölgesel koruma alanları” kurmayı önerdi.  Bu bölgeler baskıdan kaçanlara güvenli bir alan sağlarken ülkelerine yakın kalmalarını sağlayacaktı.

İkinci önerisi ise, Birleşik Krallık’a gelenlerin başvurularının değerlendirileceği, Avrupa Birliği sınırlarında “transit geçiş merkezleri” kurmaktı. Bu merkezlerin kurulması için önerilen ülkeler ise ana transit rotalarında tanıdık ülkeler; Türkiye, Somali ve Fas, vs.

Blunkett’in fikirleri birçok enstitüden olumlu yanıt bulmuştu. İşçi Partisinin gölgesinde kalmak istemeyen Muhafazakarlar ise hemen birkaç ay sonra kendi önerileriyle ortaya çıktı.

Dönemin Gölge İçişleri Bakanı Oliver Letwin Ocak 2003 Muhafazakar Parti Kongresinde Birleşik Krallık’a gelen tüm mültecilerin hemen “ülke dışında, uzak bir işlem merkezi” adasına gönderileceğini açıkladı. Letwın Blackpool’da “İltica sistemini tamamen değiştirerek kotalı bir gerçek mülteci sistemi kuracağız; bütün işlemler denizaşırı işlem merkezlerinde görülecek gerçek ve yasal olmayan iltica başvuruları dışında hepsi elenecek” demişti.

Bu sistemin Britanya’ya gelen herkesin yüzüne kapıyı kapatacağını açıkça belirtmişti.

Mülteci yardım kuruluşlarının dehşetini, insan hakları adına kınamalar takip etti. Mülteci Hakları Kuruluşu (RefugeeCouncil) planları “yasa dışı, insanlığa aykırı ve komik” buldu, kurumun Başkan Yardımcısı Margaret Lally “Birleşik Krallık uluslararası yasalar çerçevesinde baskıdan kaçanlara güvenlik sağlama taahhütü vermiştir” demişti.

Diğerleri, planları savaş dönemi önlemlerine benzetmişti fakat Letwin adanın nerede olacağı konusunda hiçbir fikri olmadığını kabul ettiğinde biraz da yarı pişmiş biri olduğu ortaya çıkmıştı.

İçişleri Bakanını yeniden denizaşırı çözümlere yönelten ise eski bir Britanya kolonisinin kullandığı sistem oldu. Avustralya’ya ulaşmaya çalışan mülteciler ülkenin karasularında, Bağımsız Sınırlar Operasyonu altında botlarla durdurulup Naaru ve Manus Adalarına götürülüyor. Diğer bir tanesi de Christmas Adası’nda. Hükümet Avustralya için işleyen bu sistemin Britanya için de işlememesi için bir sebep görmüyor.

Fakat bu meşhur kamp adaları çok tartışmaya yol açtılar. Birçok isyan ve kaçma girişimleri yaşandı; Uluslararası Af Örgütü, Human Rights Watch ve Avustralya İnsan Hakları ve Eşit Olanaklar Komisyonu gibi saygın örgütler insan hakları ihlalleri raporları yayımladı.

Britanya hükümetinin Avustralya “çözümü”nü tercih etmesi suçlularla mültecilerin haklarını aynı tasa koyma tehlikesini ortaya çıkarıyor. Bu yerleşik uluslararası yasalardan uzaklaşmamız yönünde bir kaygan zemin yaratabilir. Hükümet, mültecilerin işlemlerinin insani yöntemlerle görülmesi yerine Britanya topraklarında adil bir duruşma hakkına sahip olanlar için bir yasal kara delik yaratmaya çabalıyor.

(Çeviren: Haldun Sonkaynar)


İKİ YÜZLÜLERİN DANSI

Christian CHAVAGNEUX
Alternatives Economiques

Japon tekerlek üreticisi Bridgestone’un Bethume kentindeki fabrikasını kapatacağını ve 863 kişinin işine son vereceğini ilan etmesi siyasi yöneticileri yerinden hoplattı ve söz konusu şirkete karşı çok sert sözler dillendirildi. Şu iki yüzlülüğe bakın. İktidara geldiğinden bu yana Emmanuel Macron, küreselleşmeyi ve Fransa’nın buna uyma zorunluluğunu övmekten hiçbir zaman geri durmadı. Şu ana kadar sürekli savunduğu görüş yabancı yatırımcıları ülkeye çekebilmek için şirketlerin vergilerini mümkün olduğu kadar düşürme ve dünya pazarı yasasını kabul etmek oldu. Fakat ekonomik alanda başka bir yasa kendisini dayatıyor: Gözden ırak, gönülden ırak. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, şirketlerin karar merkezleri üretim yerlerinden ne kadar uzak olursa -sorun çıktığı durumda- ilk başta bu fabrikalar kapatılıyor. Ve hükümet de sanki bunu yeni keşfediyor.

Çalışma Bakanı ve Sanayi Bakanı bir çözüm bulabilmek için Japonyalı şirketin yöneticilerini çağırıp toplantı yaptılar. 21 Eylül’de yapılan toplantıdan sonra ne olacağı hâlâ muğlak olmaya devam ediyor ve başka toplantılar da belirlendi, fakat bunlar büyük ihtimalle Japon şirketin kararına karşı çıkmaktan çok yeni bir satın alıcı bulmayı hedefliyor. Ve ne kadar işin kurtarılabileceği bile hâlâ kestirilemiyor. Üstelik her yabancı şirket işçi çıkartmaya karar verdiğinde hükümetin harekete geçmesi mi gerekiyor?

Oysa ki daha yapısal çözümler gerekli. Küreselleşmenin kazananları da kaybedenleri de var. En azından birincilerden ikincilere yönelik yeni bir dağılımın olması gerekiyor. Fakat Emmanuel Macron ipin en önünde gidenleri, şu eli çevik olanları vergilendirmeyi kesinlikle istemiyor. Bridgestone işçileri başlarına gelenleri, kararın kamuoyuna açıklandığı sabah öğrendiler. Eğer temsilcileri şirketin yönetim kurulundaki hissedarlarla eşit oranda olsaydı, daha iyi haberdar olur ve yıllardır kronik olarak sürdürülen yetersiz yatırımlara itiraz eder ve işçiler için gelecek hazırlayabilirlerdi. Ama gelin görün ki bu hükümet, işçilere daha fazla yetki verildiğini duymak bile istemiyor.

Ve maalesef Avrupa Birliği de; Çinli yatırımcıların Pirelli şirketini satın alması ve Avrupa’nın kalbinde bir rakip şirket kurmasında hiçbir sorun görmeyen Avrupa Birliği de bizi kurtaramaz. Siyasi baskının Bridgestone meselesinde başka bir çözüm bulmayı sağlamasını umarız. Fakat bu türlü ziyanları iktidardaki hükümetin kararları mümkün kılıyor.

(Çeviren: Deniz Uztopal)


İKİ ALMANYA’NIN BİRLEŞMESİNİN 30. YILI: KAZANANLAR VE KAYBEDENLER

Rainer MAUSFELD
Telepolis

Jeopolitik çıkarlar ve sermaye sahiplerine sunduğu yeni fırsatlar nedeniyle iki Almanya’nın birleştiği 1990, Almanya’da savaş sonrası tarihin en önemli yılı olarak kabul edilir.

1989’da insanlar konuşma ve seslerinin iktidar merkezlerine karşı siyasi olarak etkili olması konusunda kendilerini güçlendirdiler. Daniela Dahn’ın çizdiği tabloya göre eski çobanlarına bağlılıklarını sona erdirdiler ve cennete gitmelerini sağlayacaklarına inandıkları yenilerini aradılar. Kapitalist meta dünyasının cenneti, sınırsız seyahat ve konuşma özgürlüğü, bireysel ihtiyaçların karşılanması, renkli medya çeşitliliği ve tükenmez eğlence endüstrisiydi. Batı modelinin kriterlerine göre, hiç şüphe yok ki, Doğu Almanya’daki insanların çoğunluğunun yaşam standardı yükseldi ve dahası, sosyal eşitsizlik ve sosyal bölünmelerin boyutu da arttı. Galip için ezici bir zaferdi ve tarihin kazananlar tarafından yazıldığı bilindiğinden, tarihi anın galibinin kim olduğu açıktı. Galip olan kapitalist ekonomik düzendi, onun mümkün kıldığı yaşam biçimleri ve tüketim rahatlığıydı.

1989’da kaybedenler kimler oldu? Muhtemelen asıl kaybeden çok öncelerden beri özgürleşme vaatlerine ihanet eden ve iktidarı kötüye kullanan “reel sosyalizm” oldu. ABD önderliğindeki kapitalizmle ve oyunun acımasız ekonomik ve askeri kurallarıyla on yıllarca süren rekabet içinde, halka bu ihaneti gizleyebilecek ya da bunu telafi edebilecek bir gerçeklik de sunamadı. 1989’da insanlar değişime ihtiyaç duyduklarını açıkça ifade ettiler ve daha iyi, demokratik olarak reform edilmiş bir sosyalizm lehine konuştular.

Demokratik devrimin sesleri soldu ve kapitalist yol -Daniela Dahn’ın kısa ve öz formülasyonuyla - devralınanların talebiyle açıldı. Bu  demokrasiydi, ama daha sonra bahsedeceğimiz kapitalist demokrasiydi. Dolayısıyla kazananlar ve kaybedenler, yalnızca reel ABD kapitalizmi ile reel sosyalizm arasında tercih yapmak zorunda kaldıklarında, başka alternatifleri olmadığından başkası mümkün değildi. Perspektifin bu kadar daraltılması, gerçek alternatifin aranmasını da zorlaştırdı.

Bir suçun başarılı olmasının, failin mağdurları bunun kaderleri olduğuna ikna etmesiyle karakterize edildiği iyi bilinmektedir. Travmatik öğrenme yolsuzluğun, kapitalizmin aşırılıklarından biri olmadığı, doğal işleyişinin bir parçası olduğu deneyimini de içerir. Batı Alman sermayesi için kapitalizmin işlevsel mantığının kontrolsüzce ortaya çıkabileceği gerçekten cennetvari bir  dönemdi. Yine de, 1989’un kaybedenlerini ararken, yüzeyin daha derinlerine inmek zorundayız, söz konusu olan yetersiz de olsa elde edilen hakların kaybedilmesiydi.

Doğu Almanya’da gerçek bir demokratikleşme sağlama çabaları, iktidarın gerçekleriyle paramparça olduktan sonra, yeni vatandaşlar “kapitalist demokrasi” konusunda  hızlandırılmış kursa sokuldu.  Demokrasi kelimesinin içinin boşaltılmasını istemeyenler demokrasi fikri ile kapitalist demokrasinin gerçekliğinin birbirinden ne kadar uzak olduğunu kendi deneyleriyle öğrendiler. Bu tutarsızlık, tam da kapitalist demokrasinin özünü oluşturduğu için aslında şaşırtıcı değildi.

Özleri ve işlevsel mantıkları bakımından, demokrasi ve gerçek kapitalizm temelde birbiriyle uyumsuzdur. Kapitalist mülkiyet düzeni, kendi sermayesi olmayan herkesi başkasının serveti için çalışmaya mecbur eder ve böylece işi ücretli emeğe dönüştürür. Dolayısıyla kapitalizmde çalışmak, çoğunluğun, azınlığın sermayesi için çalışması demektir. Kapitalizm zengin azınlığı, çoğunluğun değişim arzusundan korumayı hedefler. Bu nedenle, kendisi için asla demokratik bir meşruiyet yaratamaz.

Kapitalizm ve demokrasinin temelde birbiriyle uyumsuz olduğu tarihsel başlangıçlarından beri biliniyor, öyle ki sonradan bu gerilimin nasıl hafifletilebileceği veya örtbas edilebileceği konusunda kafa yoruldu ve uygun araçlar arandı. En etkili yol telkin etmeydi. Manipülasyonlarla insanlara en uygun demokraside yaşadıkları, diğer sistemlerin diktatörlük olduğu kabul ettirilmeye çalışıldı. Eğer bu yolla kamuoyu etkilenmeseydi, kapitalist sistemde gerçek bir demokrasinin olmayacağı kolayca görülebilirdi. Geçen yüzyılın başından bu yana, ABD’de ve diğer emperyalist kapitalist ülkelerde manipülasyon tekniklerine kafa yoruldu, beyin yıkama, kandırma merkezleri oluşturuldu. 

İki Almanya’nın birleşmesinin 30. yıl kutlamalarında toplumsal durum, servetin kimin elinde olduğu, kimin, kimlerin yönettiği göz önünde tutulursa burjuva demokrasisinin kimin için demokrasi olduğu ve kaybedenlerle kazananların kimler olduğu kolayca görülür.

(Çeviren: Semra Çelik)

ÖNCEKİ HABER

Gözaltına alınan Kars Belediyesi Eş Başkanı Şevin Alaca’nın ifade işlemleri başladı

SONRAKİ HABER

Ulaştırma Bakanı: Havalimanı metrosunu nisan sonunda açmayı planlıyoruz

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa