05 Ekim 2020 00:42

Yücel Özdemir: NSU davası ırkçıları caydırmak yerine cesaretlendirdi

Evrensel Yazarı Yücel Özdemir, kaleme aldığı “Neonazi-İstihbarat-Emniyet Üçgeninde NSU Cinayetleri” adlı kitapta istihbaratın sorumluluğu ve Neonazi örgütlerinin yapılanmasını irdeliyor.

Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Şerif KARATAŞ
İstanbul

Almanya’da ırkçı terör örgütü NSU’nun 2000-2007 yılları arasında 8’i Türkiye’den biri Yunanistan’dan olmak üzere 9 göçmeni ve bir Alman polisini katletmesini belgesel bir kitap haline getiren Gazetemiz Yazarı ve Almanya Temsilcisi Yücel Özdemir sorularımızı yanıtladı. “Yüzyılın davası” olarak anılan NSU cinayetleri davasında istihbaratın cinayetlerdeki sorumluluğunun açığa çıktığına vurgu yapan Özdemir, davanın ırkçıları caydırmak yerine cesaretlendirdiğine dikkat çekti. Kor Kitap tarafından “Neonazi-İstihbarat-Emniyet üçgeninde NSU Cinayetleri” başlığıyla yayımlanan kitap bu ay raflarda olacak.

Kitabınızda, 2000-2007 yılları arasında 8’i Türkiye’den, biri de Yunanistan’dan olmak üzere 9 göçmenin ve Polis Memuru Michele Kiesewetter’in NSU tarafından seri cinayetler şeklinde öldürülmesini hatırlatıp, “Seri cinayetler ve bombalı saldırılar, güvenlik birimleriyle Neonazi örgütleri arasındaki “organik ilişki”yi bütün boyutlarıyla ortaya çıkarmasına rağmen, devlet yaşananlardan gerekli sonuçları çıkarıp olayların üzerine gitmedi” diyorsunuz. Sizce Almanya devleti neden gerekli sonuçları çıkarıp katliamların üzerine gitmedi?

Cinayetleri işleyen NSU (Nasyonal Sosyalist Yeraltı) örgütünün yıllarca istihbarat örgütünün avucunda saklandığını söylemek yanlış olmaz. İstihbarat Ajanı Tino Brandt tarafından kurulan Thüringen Anavatanı Koruma (THS) örgütünde politikleşen katiller 1998’de yeraltına çekildiklerinde ve cinayetleri işlediklerinde de ajanlarla bağlantı halindeydiler. En önemlisi de son göçmen esnaf cinayeti olan Halit Yozgat’ın öldürüldüğü sıra, internet kafede İstihbarat Elemanı Andreas Temme’nin olduğu tespit edildi. Bütün bunlar cinayetleri işleyenlerle istihbarat arasında bir bağlantının olduğunu yeterince ortaya koyuyor. Almanya’nın bunu kabul ederek, bir soruşturma sürdürmesi, bir bakıma cinayetlerin istihbarat tarafından işlendiği ya da göz yumulduğu anlamına gelecekti, ki bu olandan çok daha büyük bir skandal anlamına gelecekti. Bunu önlemek için istihbaratın rolü hep arka plana itildi. Dava sırasında da gündeme getirilmedi. Cinayetlerin üç kişi tarafından planlanarak işlendiği tezi sonuna kadar görüldü. Gerçek anlamda sonuçların çıkarılması için istihbarat ve polisten başlayarak, her alanda devletin ırkçı düşüncelere sahip kişilerden arındırılması gerekiyordu. Almanya şu an bunu yapabilecek durumda değil.

‘ALMANYA’DAKİ EN BÜYÜK GÖÇMEN GRUBUNU TÜRKİYELİLER OLUŞTURUYOR’

Irkçı ve faşist NSU’nun kurbanlarının esnaf ve Türkiyeli olmasının nedenine dair neler ifade edebilirsiniz?

Polis Memuru Kiesewetter ve Yunanistanlı Theodoros Boulgarides’in dışındaki bütün kurbanların tek ortak özellikleri Türkiye’den gelmiş olmaları. Hatta, Boulgarides’in de Türk sanılarak öldürüldüğünü tahmin ediliyoruz. Çünkü, NSU tarafından hazırlanan 15 dakikalık Pembe Panter’li propaganda filminde son kurban Halit Yozgat’ın üzerine “9. Türk” yazılmış. Türkiye sınırına yakın bir kasabada doğan Boulgarides, Münih’te Türklerle dostça ilişkiler sürdürüyordu.

Hedef asıl olarak Türkler ve Türkiye’den gelenlerdi. Çünkü, Almanya’daki en büyük göçmen grubunu Türkiyeliler oluşturuyor. Onları korkutup içe kapatmak, belki geri dönüşe zorlamak öncelikli hedefti. Bu nedenle alçak plana verilebilecek en anlamlı yanıt Almanya’da kalmaya devam etmek ve ırkçılığa karşı mücadele etmek olmalı. Kurban aileleri, bu konuda olumlu bir sınav verdiler. Korkup geri çekilme yerine “Almanya bizim ülkemiz. Burada yaşamaya devam edeceğiz” dediler.

NSU’nun Türkiyeli kurbanlarının neredeyse tamamının Almanya medyası ve polis tarafından “uyuşturucu ve mafyayla” ilişkilendirildiğine dair bir değerlendirmeniz var. Gerçek olmayan bu durum üzerinden medyanın ve polisin iş birliğini nasıl yorumlarsınız?

Medyanın büyük bir bölümünün uzun süre polis tarafından verilen bilgilerle yetindiğini görüyoruz. 9 Eylül 2000’de Enver Şimşek’in öldürülmesiyle başlayan cinayetler serisi üzerindeki sis perdesi, 4 Kasım 2011’de Eisenach’ta tetiği çeken Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt’ın bir karavan içinde ölü bulunması ve aynı gün baş sanık Beate Zschäpe’nin Zwickau’daki evi ateşe vermesine kadar sürdü. 11 yıl boyunca seri cinayetler polis tarafından üretilen “Döner Cinayetleri” kavramıyla anıldı. Bununla, cinayetlerin göçmenler arasındaki kriminal ilişkilerin sonucu olduğu mesajı verilmek istendi. Basın da polisin belirlemiş olduğu bir çerçeveyi sorgulamadan canlı tuttu. Üstelik katledilen göçmenlerin kriminal olaylar, uyuşturucu, terör örgütleriyle bağlantısı olmadığı bilinmesine rağmen.

‘ANTİFAŞİST GENÇLERİN TERÖRİZE EDİLEREK SİNDİRİLMESİ DEVLET POLİTİKASI OLARAK BELİRLENDİ’

Kitapta, “Doğu Almanya’da ırkçı örgütlerin güçlenmesinin sebebi sosyalizm değildi. Batı Alman kapitalizminin “sosyalizmle mücadele” adı altında geride kalan sol güçleri bastırmak, yok etmek için izlemiş olduğu, sağı güçlendirmeye yönelik özel bir strateji izlediği sonradan görüldü” diyorsunuz. Bu değerlendirmenizi açar mısınız?

İki Almanya’nın resmi olarak birleştiği 3 Ekim 1990’dan sonra, Alman istihbaratı eliyle bölgede Neonazilerin örgütlendiğinin en somut örneğini NSU’lu katillerin politikleşme ve örgütlenme süreci açık olarak gösteriyor. Birleşmeden sonra Doğu Almanya’daki devlet işletmelerine Batı Alman tekelleri el koyarak dağıttı. Bölgede işsizlik kısa sürede arttı. İki Almanya’nın birleşmesiyle refah düzeylerinin artacağını umanlar tersi bir tabloyla karşı karşıya kaldılar. Gelecek endişesine düşen gençler kendilerini istihbarat örgütlerinin kucağında buldular. Devletin verdiği paralarla ırkçı dernekler kuruldu, dergiler çıktı. NSU adının ilk olarak yayımladığı Weisse Wolf (Beyaz Kurt) dergisi de istihbaratın verdiği parayla yayımlanıyordu. Kısaca, Doğu Almanya Cumhuriyeti (DDR) dönemindeki antifaşist bilincin silinmesi, sol antifaşist gençlerin terörize edilerek sindirilmesi bir devlet politikası olarak belirlendi. İki Almanya’nın birleşmesinden sonra bölgede önemli bir güç olan Demokratik Sosyalizm Partisinin (PDS) geriletilmesi de bu plan dahilindeydi. Gelinen aşamada Doğu Almanya’daki eyaletlerde ırkçı-milliyetçi Almanya için Alternatif (AfD) Partisinin büyük bir güç haline gelmesi bu politikanın ürünü. Sosyalizme özlem duyanların yerine milliyetçilik Alman devletinin belirlediği plan çerçevesinde geliştirildi. Bunun tehlikeli bir plan olduğunu NSU cinayetleri yeterince ortaya koyuyor. Kitapta Doğu Almanya’da aşırı sağın nasıl güçlendirildiğine bu nedenle özel olarak yer verdim.

MAHKEME KARARI IRKÇILARI CERASETLENİRDİ

“11 Kasım 2011’den 11 Temmuz 2018’e kadar olanlara bakıldığında ortaya çıkan sonucun ırkçıları caydırma yerine cesaretlendirdiği görülüyor” şeklinde bir değerlendirmeniz var. Neden böyle bir değerlendirmede bulundunuz?

Dikkatinizi çektiği gibi bu değerlendirmeyi kitabın 14. bölümünde yer alan NSU 2.0 tehdit mektupları bölümünde yapıyorum. 11 Temmuz 2018’de açıklanan mahkeme kararında, baş sanık Beate Zschäpe her ne kadar ömür boyu hapis cezasına çarptırıldıysa da, yargılanan diğer sanıklar Federal Savcılığın istediğinden daha düşük ceza aldı. Silahı temin eden Ralf Wohlleben 10 yıl ceza aldı ve bir hafta sonra 18 Temmuz’da serbest bırakıldı. Savcılığın hakkında 12.5 yıl hapis talep ettiği diğer yardımcı Andre Eminger 2 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. Mahkeme salonunda taraftarları bu kararı alkışla karşıladı. Kendisi de aynı akşam serbest bırakıldı.

Bütün bunların ardından 2 Ağustos 2018’de ilk kurban Enver Şimşek’in ailesinin avukatı Seda Başay Yıldız’a Frankfurt’taki bir karakoldan “NSU 2.0” imzasıyla ölüm tehdidi mektubu gönderildi. Gönderenlerin polisler olduğu sonradan tespit edildi ve görevden el çektirildi. Ve NSU 2.0 imzasıyla Almanya’da halen göçmen ve Alman aydınlara, müdahil avukatlara ölüm tehditleri gönderilmeye devam ediyor. Davadan çıkan karar bütün bunlardan ötürü ırkçıları cesaretlendirdi. Eğer cesaretlendirmemiş olsaydı, bu denli canice cinayetler işleyen bir terör örgütünün adını kullanıp ölüm tehditleri yapmaya devam etmezlerdi.

‘KURBANLARIN SUÇLU OLDUĞU ALGISI TÜRKİYE’YE KADAR TAŞINIYOR’

Polisin kurban ailelerine yönelik baskılarının sadece Almanya ile sınırlı kalmadığını, Türkiye’ye kadar devam ettiğini söylüyorsunuz. Burada Türkiye ve Almanya polisinin iş birliği de söz konusu. Bunu nasıl değerlendirmek gerekiyor?

Türk ve Alman polisi arasında iş birliği yeni değil. Uzun yıllardır var. Bu olay çerçevesinde de bir iş birliğinin olması normal sayılabilir. Ancak burada asıl üzerinde durulması gereken, Alman polisinin suçluyu Almanya’da değil de Türkiye’de aramasıdır. Üstelik bu yapılırken, özellikle İsmail Yaşar ve Mehmet Turgut cinayetlerinde görülebileceği gibi, kurbanların suçlu olduğu algısı Türkiye’ye kadar taşınıyor. Kurbanların Türkiye’deki yakınları da bu nedenle zan altında bırakılıyor. Türk polisinin giden Alman polislerine yardımcı olması, yapılanlara ortak olması olarak da okunabilir. Başından itibaren suçluların Türkiye’de değil Almanya’da aranması gerektiği söylenerek bu iş birliği reddedilebilirdi.

‘TÜRKİYE’DE HÜKÜMETLER DAVAYI UNUTUP GİTTİLER’

NSU davasında, Türkiye’deki hükümetin tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye hükümeti daha çok cinayetler üzerinden Almanya’daki Türkiye kökenliler arasında korku ve endişeleri artırarak, kendilerinin asıl koruyucu olduğu mesajını verdi. Epey çaba harcandı. İlk duruşmaya Türkiye’den çok sayıda siyasetçi de katıldı. Ancak sonra unutup gittiler. Bir daha davada neler olduğuyla pek ilgilenmediler. Bu nedenle ilk çıkarma daha çok gösteriş biçiminde oldu. Benzer bir bakışın Türk basınında olduğunu da söyleyebilirim. Birkaç sayılı gazeteci dışında, genel olarak NSU cinayetlerine yüzeysel, davaya da Beate Zschäpe şahsında bireysel bakıldı. Hal böyle olunca cinayetler konusunda ayrıntılı bilgilere sahip olması gereken Türkiyeli okuyucu bilgilenemedi. Sadece “Neonaziler Türkleri öldürüyor” söylemi akıllarda kaldı. Bugün geriye dönüp baktığımızda dava sürecinde Alman basınının Türk basınından daha olumlu bir sınav verdiğini söyleyebilirim.

BİZDE ‘EVRENSEL ŞANSI’ VAR

Evrensel’in davayı izlemesini bir şans olarak değerlendiriyorsunuz. Neden şanstı? Davayı izleme süreci nasıl oldu, davayı nasıl izlediniz?

Evrensel olarak davayı izlememiz gerçekten şanslı bir gazete olduğumuzu gösteriyor. Dava 17 Nisan 2013’te başlayacaktı. Ancak, salonda 50 gazeteci için ayrılan yer, ilk başvuruyu yapan 50 Alman gazeteci arasında paylaştırılınca, Sabah gazetesi itiraz ederek, Anayasa Mahkemesine başvurdu. Mahkeme önceki haksız yer dağıtımını 12 Nisan’da iptal etti. Dava 6 Mayıs’a ertelendi, davayı izleyecek basının da kurayla belirlenmesine karar verildi. Biz davayı izlemek için üç yayınımız adına başvurduk: Evrensel, Hayat TV ve Yeni Hayat/Neues Leben. 29 Nisan’daki kura çekimine dünyanın dört bir yanından toplam 927 gazeteci ve 324 yayın katıldı.

Bu kadar yayın ve gazeteci arasında, çekilişle davayı izlemeye hak kazanan 50 yayın arasına girmeye ben “Evrensel şansı” diyorum. Çekilişte gazetemizin adı çıkınca, sonradan bir meslektaşın anlattığına göre, bazı Türk gazeteciler “O gazete kapandı” diyerek çekilişin tekrarlanması gerektiğini kendi aralarında konuşmuş. İlk duruşmayı üç kişilik ekiple izlediğimizi görünce bu sefer şaşırdılar.

“Evrensel şansı” özellikle Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli göçmenlere, kurban ailelerine karşı sorumluluğumuzu arttırdı. Kitap asıl olarak bu sorumluluğun ürünü.

Birçok büyük gazete ve ajans davayı izlemeye hak kazanamadı. Bu süreçte Almanya’nın iki antifaşist günlük gazetesi Neues Deutschland ve Die Tageszeitung ile birlikte iş birliği gerçekleştirdik ve beş yıllık süreci birlikte takip ettik.

ÖNCEKİ HABER

Türkiye'de son 24 saatte 57 kişi Kovid-19 nedeniyle yaşamını yitirdi

SONRAKİ HABER

"Tarikatlar kapatılsın" diyen TKP'lilere Bahçelievler'de saldırı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa