Yazar Gökçer Tahincioğlu: Hatırlamadan unutmak sadece zaman kazanmaktan ibaret
Gökçer Tahincioğlu, yeni romanı Kiraz Ağacı'nı Meltem Akyol'a anlattı.
Gökçer Tahincioğlu / Fotoğraf: Ömür Ünver
Meltem AKYOL
İstanbul
“Tek bir hakkın olsa, tam şu yaşında unutmayı mı yoksa hatırlamayı mı seçerdin?” Bu soru ile birlikte derinlikli bir sohbetle başlıyor Gökçer Tahincioğlu’nun Kiraz Ağacı romanı. İlk romanı Mühür’de olduğu gibi yakın tarihimizin yakıcı meselelerinden birini, 2000’deki ölüm oruçlarını, cezaevi operasyonlarını ve devamında yaşananların yakıcı etkilerini önümüze seriveriyor. Fonda bir aşk hikayesi ile birlikte.
Tahincioğlu, ölüm oruçları zemininde hatırlamak-unutmak denklemine bakarken aslında bireysel ve toplumsal hafızayı da tartışmaya açıyor. “Yok sayılan, ‘olmadı ki’ dediğimiz, kulağımızın üzerine yattığımız ne varsa, hiç beklemediğimiz bir yerden çıkıp geliyor. O nedenle, bana kalırsa hatırlamadan unutmak, sadece zaman kazanmaktan ibaret, günü kurtarmaktan…” diyor Tahincioğlu ve ekliyor: “Yüzleşmek ve yüzleştirmek de bu yüzden edebiyatın vazgeçemediği çaba.” Tahincioğlu ile Kiraz Ağacı’nı, unutmak, hatırlamak, mahcubiyet gibi pek çok şeyi konuştuk.
Unutanların hatırlamak için verdiği çaba ile hatırlayanların unutmak için verdiği çabayı; iç içe bir aşk hikayesinin etrafında okuyoruz Kiraz Ağacı’nda… Aynı zamanda bir bellek arayışı… Neden bu iki kavram?
Aslında hepimizin hayatını belirlediği için… Romanın çıkış noktası, romana hayat veren hikâye değildi benim için. Romanın çıkış noktası, unutmak ve hatırlamaktı zaten. Tam da bu soruyla yola çıktıktan sonra, bu sorunun üzerine düşünürken ete kemiğe büründü roman. Dairesellik iddiasını da bu nedenle taşıyor. Yazandan, okuyana aktarılan, okuyanın içinde buldukları, hikâyenin başından sonuna kadar düşündürmek istedikleri… Bu bağlam içerisinde emek, değer, kıymet, mahcubiyet, utanma, yok sayma gibi bir dizi kavramı tartışmaya çalışıyor. Bireysel olanla, toplumsal olanın nasıl benzeştiğini, nasıl ayrıştığını… Korkuyu, endişeyi, neşeyi hep hatırlamak ya da unutmak üzerinden yaşıyoruz aslında. Seçerek unutmayı, seçerek anımsamayı istiyoruz. Ve hiçbiri mümkün değil. Bizi belirlediği için hatırlamak ve unutmak omurgasını oluşturuyor romanın. Bizi tartışmak için, kendimizi düşünmek için, bu iddiayla konu ediliyor.
"HATIRLAMAK, AMA NASIL?"
Kitapta Korsakoff sendromlu Hivda ve Deniz’in ama daha ziyade Hizda’nın hatırlama uğraşı temel bir yere oturuyor… Hatırladıkça acı çekme, sonra unutma ve sonra tekrar hatırlama… Böyle bakınca unutmak daha iyi mi diye düşünmüyor insan…
Böyle baktığında, evet, unutmak daha iyi gibi geliyor. Ama bir yandan kime sorarsanız sorun, hayatıyla ilgili, genel olarak yanıt değişmiyor; “Hatırlamak isterdim.” Çoğunluk hatırlamaktan yana. Oysa çoğunluk hatırlamadan yaşamayı tercih ediyor. Unutmak ise mümkün değil esasen. Ve bunun da nedenleri var elbette. Hatırlamak ama nasıl? Gerçekten böyle mi ilerliyor? Kıymet verene giderek daha az değer veriyor insan, kötülüğü daha çabuk unutma eğilimi var, başına geleni unutmayı istiyor ama onunla yaşamayı seviyor bir yandan. Bu kadar basit bir formülü yok zira. İnsan yok olanı arar her zaman. Var olan ise mutlaka, sadece yokluğunda kıymeti bilinendir. Hatırlamak ve unutmak da bundan farklı değil. Roman, elbette, kendince bu soruya yanıt veriyor. Anlattığı hikâye üzerinden veriyor bu yanıtı. O yanıt, karakterlerin cümlelerinde, iç seslerinde var. Ama herkes seslere katılır mı, aynı fikirde olur mu, sanmıyorum. Bu yüzden üzerinde düşünülmesi gereken bir mesele bellek… Edebiyatın da odak alması gereken bir mesele bana kalırsa.
Hivda ve Deniz, kendi belleklerinin peşine düşerken toplumsal belleğin de ardına düşüyor bu hatırlama çabaları ile… Kiraz Ağacı için ‘toplumu, insanları, belleksiz kılmak ve kendi belleğini inşa etmeye çalışan ‘güce’ karşı “ötekilere” dair bir itiraz’ denebilir mi yani?
Güçlü bir itiraz olmaya çalışan bir itiraz, evet. Sadece gerçekten beslenen bir roman olmasından dolayı değil bu itiraz. İçinde bulunduğumuz evren, farkında olmasak da bizi belirliyor. Bir dil kuruluyor etrafımızda. O dil, kabul ettirilmeye çalışılıyor. Kavramlar icat edilip, o kavramlarla bütün olanlar açıklanmaya çalışılıyor. Bizim de bu dar alana sıkıştırılmış biçimde yaşamamız arzu edilen. Bu gayretin sonuçları, edebiyata da yansıyor. Bir kuyudan gökyüzünü izlememiz isteniyor. “Öteki” ile sınırlamak yanlış. Kimse azade değil bundan. Edebiyat, bu dile karşı başka bir dil oluşturabilmenin en güçlü yolu. İçinden geçtiğimiz dönemde, olup bitene kayıtsız kalmadan, içimize kapanmadan, itiraz etmek gerekiyor. Bu hale sadece içimizdekilerle gelmedik. İçimizde olanların bir nedeni var. Kiraz Ağacı’nın taşıdığı bir iddia da evet, bu dile, yapılmak istenilene itiraz etmek.
"YAZMAKTAN ZİYADE ANLAMAK ZORDU…"
Korsakoff sendromuna dair yaşadıklarını öyle anlatmışsın ki… Okurken ‘bu bölümü nasıl yazdı’ acaba diye düşündüm. Nasıl inşa ettin karakterlerin bu dönemlerini?
Psikologlarla, Korsakoff hastalarıyla konuşarak anlamaya çalıştım. Korsakoff ile ilgili sorulara net yanıtlar bulabilmek çok mümkün değil. Ve bir anda biten, tedavi edilebilen bir hastalık da değil sözünü ettiğimiz. Hikâyeler çok değişebiliyor. Bu bölümü yazmaktan ziyade anlamak zordu. Tanıklık ettiğiniz hikâyelere inanmakta güçlük çekiyorsunuz. Anlamak, empati kurmak çok kolay değil. Ben biraz da geçmişte tanık olduğum olayların izini sürerek anlamaya çalıştım. Anlamaya en yakın hissettiğim zamanlar da bunlar oldu. O izi sürüp, şimdiye baktığımda gördüklerim, biraz olsun anlamamı sağladı diyebilirim. Ve evet, öğrendiklerim hikâyeyi belirledi elbette.
Kitaba adı veren karaktere gelelim, Kiraz Ağacı’na. Kitabın bir karakteri gibi inşa edilmiş Kiraz Ağacı. Ve okurken sanki senin için de ayrı bir anlamı varmış gibi hissettim, yanılıyor muyum?
Anlatılan hikâyenin aklıma ilk düştüğü yer bir kiraz ağacının gölgesi zira. Benim için, unutamayacağım bir zamanda, unutamayacağım bir biçimde gerçekleşen, umulmadık biçimde gelişen bir küçük sohbetle başlıyor bütün hikâye. Dönüp baktığımda, sıkıntılı bir yazın o serin ikindisinde yapılan o küçük sohbette anlatılanların, aslında bir borç olduğunu, hep öyle algılamış olduğumu görüyorum. O borcu bir biçimde ödeyebilmek, ödemeye çalışmak gerekiyordu. İsim bulmak hep zordur ama bu kez ismini önceden biliyordum.
Kitapta benim en dikkatle okuduğum karakterlerden biri Yahya… Görünürde başka birisi, kendisi ile kaldığında başka… Günümüz toplumunun sağa yaşlanmış siyasetçisi gibi… Ne dersin?
Yahya, bize toplumsal dönüşümü, ‘altın nesil’ denilerek çıkılan yolda, değiştirilen yolları, inilen durakları gösteriyor bana kalırsa. Sağ siyaset, bir biçimde bulaşıcıdır. Başka siyasetleri de belirleyen bir yanı vardır sağa eğimli toplam nedeniyle. İktidar alışkanlıkları, muhafaza etmeye çalıştıkları, başlangıçta savundukları ve sonrasında oldukları açısından tartışılması gereken bir profil var karşımızda. Yahya, benim için 90’lardan bugüne büyük bir dönüşüm yaşamış, bu dönüşümün olumsuzluğunun da farkında olan ancak söylemle bunu tolere etmeye çalışan, iktidar olmanın hazzıyla bir süre sonra bunu da önemsemeyi boş veren bir profil. Ve bu yönüyle, bence romana güç katan karakterlerden biri.
"İNSAN UNUTMADAN YAŞAYAMIYOR, HATIRLAMADAN DA"
Kitapta sorduğun soruyu sen sordun mu hiç kendine, bir şansın olsa tek bir şansın, sen hangisini seçerdin?
Kendime sormamla başladı yazma düşüncesi. Unutamadıklarımı, hatırlayamadıklarımı, bunun bende yarattığı etkiyi düşünürken, kelimeler, cümleler oluşmaya başladı aslında. Aklımın bir köşesinde yaşayan bir hikâyeyi bu düşüncenin üzerine oturtmak, araştırmak ve anlamak çabasıydı daha sonra yaptığım. İnsan unutmadan yaşayamıyor ve hatırlamadan da. Unutmak istediklerini ise hatırlamadan unuttuğunda, bir biçimde karşına dikiliyor bana kalırsa. Toplumsal olarak da bireysel olarak da böyle… Gömmek istediğin her neyse, uygun bir törenle uğurlaman gerekiyor bana göre. Aksi takdirde hiçbir şey gitmiyor ve getirmek istediklerini de getiremiyorsun.
Tarihle olduğu kadar bugünle de yüzleşebilmek için, gerektiğinde hatırlamak kadar unutmak da mı gerekli değil mi o zaman, doğru denklem hangisi?
Aslında yanıtını hemen her toplumsal olayda bulmak mümkün… Yok sayılan, “olmadı ki” dediğimiz, kulağımızın üzerine yattığımız ne varsa, hiç beklemediğimiz bir yerden çıkıp geliyor. O nedenle, biraz önce de aktarmaya çalıştığım gibi, bana kalırsa hatırlamadan unutmak, sadece zaman kazanmaktan ibaret, günü kurtarmaktan… Hikâyeler, bizim istediğimiz biçimde akmıyor. Hikâyenin seni taşıdığı bir yer var. Birlikte yol almak istiyorsan, barışmalı, kimi ve neyi nerede bırakacaksan, bunu uzlaşarak yapmalısın. Aksi bir unutma çabasının sonuç vereceğini sanmıyorum. Yüzleşmek ve yüzleştirmek de bu yüzden edebiyatın vazgeçemediği çaba.
"SIRADA MASALLAR VAR…"
Okuyanlar da bana hak verecektir, yakın tarihin en karanlık günlerini bu kadar sürükleyici bir kurguyla anlatınca kitap biter bitmez şunu soruyorsun insan kendine: Sırada ne var acaba. Sırada ne var Gökçer?
Sırada masallar var galiba. Ya da uzun süredir bunun üzerinde düşünüyorum diyeyim. Mümkün olursa elbette…