18 Ekim 2020 00:45

Avrupa'da ikinci dalga: İşyeri serbest, sokak yasak

Fransa'da salgında ikinci dalgadan bahseden hükümet gündüz işyerleri, okullar açıkken gece sokağa çıkma yasağı ilan etti. Britanya hükümeti salgındaki ivmeye rağmen sosyal desteği çekmeyi planlıyor.

Fotoğraf: Unsplash

Paylaş

Fransa’da artık yetkililer bile salgında ikinci dalganın başladığını kabul etmek zorunda kaldı. Günlük tespit edilen vaka sayısı 20 binden aşağıya düşmüyor ve hastanelerin yoğun bakım servislerinin neredeyse yüzde 40’ı Kovid-19 hastalarıyla dolmuş durumda. Gelecek iki hafta içinde bunun hızla artması bekleniyor. Durum böyle olunca Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, akşam 21.00 ile sabah 06.00 saatleri arasında sokağa çıkma yasağı getirdi, fakat vakaların yüzde 60’ı okul, üniversite ve işyerlerinde gerçekleşiyor. Buna rağmen buralarda henüz uygun önlemler alınmıyor.

Britanya’da artan vakalar ve hükümetin yeni kısıtlama planları ikinci dalganın geldiğini onaylarken, Muhafazakar Boris Johnson Hükümeti, sunduğu mali desteği çekme planında ısrarcı. Yeni alınan tedbirler daha çok kişi ve işyerinin gelir kaybına yol açacak fakat devlet desteği ya azalacak ya da hiç olmayacak. Aldığı kararlarla işsizliği artıracağı tartışılan Johnson hükümeti, bu durumdan ise yine işçileri sorumlu tutma hazırlıkları içinde.

Almanya’da çocukken spor yaptıkları kulüplerde cinsel tacize uğrayan yaklaşık 100 kişi, Bağımsız Çocuk Cinsel İstismarıyla Yüzleşme Komisyonuna yaşadıklarını anlattı. Uzmanlar toplumsal baskı ve kulüp baskısı nedeniyle binlerce kişinin bu konuda susmayı tercih ettiğini söylüyor. Ancak Katolik Kilisesi’ndeki istismar olaylarının araştırması da böyle başlamıştı, sonra ise çığ gibi büyüdü.


FRANSIZLAR İŞE, SOSYAL YAKINLIK YER ALTINA

Ellen SALVI
Mediapart

Emmanuel Macron röportajın başında hemen belirtti: “Kontrolü kaybetmedik”. Fakat 14 Ekim Çarşamba günü Cumhurbaşkanının cuma saat 00.00’dan itibaren 4 haftalığına akşam saat 21.00 ile sabah 06.00 arası Paris ve çevresinin yanı sıra Grenoble, Lyon, Aix-Marsilya, Lille, Saint-Etienne, Rouen ve Toulouse metropollerinde dışarı çıkma yasağını ilan etmesi için bir şeylerin kaybolmuş olması gerekir. 

Kesin bir şeyler kaybolmuştur ve cevabı da ağustos ayının sonundan bu yana sürekli alarm çalan epidemi uzmanlarında aramak lazım. Eski Sağlık Genel Müdürü Willam Dab, kısa bir süre önce “Bu andan itibaren testlere öncelik vermeyi, vakalarla irtibatta olanları tespit etmeyi ve bunları tamamen izole etmeyi örgütlemek lazımdı” diye belirtmişti. Ona göre “Eğer eylül başında doğru hareket edilmiş olsaydı, bugün burada olmazdık. Bugün iş işten geçti (…) Virüs dolaşmaya devam edecek, gelecek iki hafta içinde vaka sayısı iki kat artacak ve hastaneler açısından büyük bir gerilim yaşanıyor”.

Cumhurbaşkanı bile bunu gizlemedi: “Hastane servislerimiz bugün (Geçtiğimiz ilk bahara göre) daha kaygı verici bir durumda”. Zira, virüs artık “Fransa’nın her yerinde” dolaşıyor ve “Sağlıkçılarımız çok yoruldular” ve yoğun bakım servislerinde “Gizli bir rezervimiz de yok”.

Durum o kadar “kaygı verici”ki mart ayındaki önlemlerden daha “sıkı önlemler” almayı gerektiriyor. Emmanuel Macron “İçine girdiğimiz aşama harekete geçmeyi gerektiriyor” diye belirtti ve veriler konusunda açık olmaya çalışırken birçok defa herkesin “sağduyusuna” seslendi: “Her gün ortalama 20 bin yeni vaka oluyor”, her gün “Yaklaşık 200 yurttaşımız yoğun bakım servislerine alınıyor”, bu servislerin yüzde 32’si Kovid-19 hastaları tarafından işgal edilmiş durumda. Yanı sıra birçok Avrupa ülkesinin de kriz tertibatlarını sertleştirdiğine vurgu yaptı. (…)

Fakat devlet başkanı ne derse desin, krizi idare etmek için kendisinin görevlendirdiği uzmanların vurgu yaptığı “Apaçık ortada olan öngörülü davranma, hazırlıklı olma ve yönetme” konusundaki zaaflar (birinci dalgadan) ders çıkartılmadığını gösteriyor.

Örneğin merkezi bir öneme sahip olan testler konusunda bu söylenebilinir, kaldı ki Cumhurbaşkanı bile bu alanda “Gerçek zorluklar yaşandığını” kabul etti, fakat öz eleştiri yapmadı.

“Virüsle birlikte yaşamak” diye özetlediği yaz sonrası stratejisinin başarısızlığından sonra, Macron önerilerini gözden geçirdi: 20 milyon Fransız artık virüsle birlikte çalışmayı kabul etmelidir. Zira, çarşamba akşamı televizyonlarda 40 dakika canlı yayımlanan mülakatı boyunca Cumhurbaşkanı vurgulayarak defalarca belirtti: “Gereksiz irtibatlarımızı, en eğlenceli irtibatlarımızı azaltmayı başarabilmemiz lazım, fakat sosyal yaşam devam ediyor, işte, okulda, lisede, üniversitede, derneklerde… maske sayesinde kendimizi korumayı iyi biliyoruz. Çünkü hayat bu”. Verilere dayandırmadan Cumhurbaşkanı “virüsün gelişmesinin nedeninin” özel çevredeki irtibatların, “Eğlence, doğum günü, hoş zamanların geçirildiği ve 50-60 kişinin eğlenceli şenliklerde bir araya gelmesinde” olduğunu açıklamaya çalıştı.

Aslında vakaların çoğunluğunda bulaşım zinciri oluşturulamıyor. William Dab “İnsanların birbirlerini nerede virüse bulaştırdıklarını bilmiyoruz” diye teessür ediyor. Yayımlanan veriler tespit edilen virüsün esas olarak iş yerleri, okullar ya da üniversite ve sağlık merkezleri olduğunu gösteriyor. Bundan dolayı Boyun Eğmeyen Fransa Partisinin Lideri Jean-Luc Mélenchon, yapılan açıklamalara şu şekilde tepki gösterdi: “Vakaların yüzde 60’sı işyeri, okul ya da üniversitelerde saat 8 ile 19 arasında yaşanıyor. Fakat Macron saat 20 ile 6 arası restoran ve barları yasaklıyor. Saçmalıklar ülkesine hoş geldiniz”.

Buna ise Sağlık Bakanı Olivier Véran derhal şu şekilde cevap verdi: “Toplu vakaların yüzde 60’ı demek tespit edilen gerçek vakaların yüzde 10’u anlamına geliyor. Toplu vaka ile teşhisi birbirine karıştırıyorsunuz(…)”. Hafta başında Sağlık Bakanının kabinesi akşam sokağa çıkma yasağının mantığını anlatmaya yönelik son zamanlarda hastaneye gelen Kovid-19 hastalarının çoğunluğunun birkaç gün önce bir şenliğe katıldığını belirtiklerini ifade ediyordu. Dolayısıyla Paris ve çevresinin yanı sıra 8 metropolde artık eğlencenin sonu geldi. Fakat Emmanuel Macron, Fransızları teskin etmek için şu iki uzun kış gecesi arasında işe gidip gelmenin mümkün olacağını belirtti. Hatta bu bir gereklilik, zira “Ülkemizin buna ihtiyacı var, hem moral hem de geri kalanları finanse etmek için bir gerekliliktir”. (…) Ona göre ekonominin ikinci defa durdurulması kesinlikle kabul edilemez. Ekonomi öncelik kazandı (…)

(Çeviren: Deniz Uztopal)


JOHNSON’UN DESTEĞİ ÇEKMESİ İDEOLOJİK

The Guardian
Başyazı

Hükümet martta işçiler ve işyerlerinin koronovirüs dönemini atlatması için “Ne gerekirse yapacağını” açıkladı. Kapanan işyerlerinin çalışanlarının maaşlarının yüzde 80’i hükümet tarafından ödendi; serbest çalışanlara destek sunuldu; gelir yardımı ‘universal credit’-gereğinden düşük olduğunu ispatlarcasına- 20 sterlin artırıldı. Koronavirüs vakaları azaldıkça da bu destekler ya azalacak ya da sona erecekti.

Fakat Kovid-19 enfeksiyonu, hastaneye yatma ve ölüm oranları sürekli artıyor. Var olan desteklerin devam ettirilmesini istemek için yeterli delil mevcut. Dahası, yeni kısıtlamalar yürürlüğe girdikçe ekonomide gerçekleşecek daralmanın işsizlik oranını büyük oranda artıracağı öngörülüyor. Tony Blair döneminden bu yana tüm hükümetlerle yoksulluk üzerine çalışan Dame Louise Casey, hükümetin tam da en çok ihtiyaçları olduğu anda desteğini çekerek, halkı ‘aşırı yoksulluk’la yüz yüze bırakacağına karşı uyarıda bulundu.

Sorun sadece mevcut yardımın azalması değil, aynı zamanda Resolution Foundation’dan Torsten Bell’in de söylediği gibi “Yeterince kişinin yardıma ulaşamayacak olması”. Koronovirüsün yayılmasını engellemek için bazı hakların hükümet adına kısıtlanması doğru bir adım ancak alınan darbeyi yumuşattığı oranda. Kuzey bölgelerinin yerel liderlerinin halka ve işyerlerine  “gerekli yardım” olmaksızın yapılan “Cezavari sokağa çıkma kısıtlamaları” kabul etmemelerinin sebebi bu.

Boris Johnson’un bu duruşu ideolojik. Pandemi sürecinde bir milyon öğrenci ücretsiz yemek almak için kaydoldu; şu anda ülkedeki her beş öğrenciden biri bu yardımı alıyor. Futbolcu Marcus Rashford’un tatil döneminde bu yardımı alan çocukara desteğin sürdürülmesi çağrısına Galler olumlu cevap verirken İngiltere ve Johnson hayır dedi. Çocuklarını doyurmak ebeveynlerinin sorumluluğu fakat hükümetin tedbirleri gelirlerini kaybetmelerine yol açtığında bu mümkün değil.

Johnson Britanyalıların “Vergi ödeyen Şeker amca”ya dayanıp iyi niyetli bir müdahalenin verdiği etkiye müptela haline gelmelerini istemediğini söylüyor. Tersine, koronavirüs kirizini bir “Devletin geri adım atarak özel şirketlerin önünü açması koşulları” yaratma fırsatı olarak görüyor.

Başbakan bu yorumları geçen hafta, kısa bir ulusal sokağa çıkma kısıtlaması ve ekstra yardımın Kovid-19 vakalarında görünen yayılmayı durdurmak için gerekli olduğu yönünde uyarılmış olmasına rağmen, partisinin konferansında yaptı. Kamu harcamaları seçmenler arasında popüler bir konu. Johnson geri almakta zorlanacağı birşeyler vermek istemiyor. İşsizliğin önümüzdeki dönemde bir sorun olacağını biliyor; bunun ileride hükümetin iş yaratma ve desteklemede yetersizliği yerine bir yardıma bağımlılık sorunu olarak görülmesini istiyor.

Johnson gibi özgür piyasacıların temel hatası, felsefelerinde, bir aktivitenin ülkeye yararı konusunda tek kıstaslarının kâr olması. Zarar yapan işverenlerin işten çıkardığı işçileri her zaman bekleyen daha kârlı işler olduğuna inanıyorlar. Bu, bırakın pandemiyi, olağan koşullarda bile gerçek değil. Johnson toplum içerisinde artan işsizlik, yeterince iş olanağı olmaması ve yoksulluğun artmasının sorumlusunun devlet olmadığı fikrini yerleştirmeye çalışıyor. Fakat, anlaşılır kamu sağlığı sebepleriyle, iş olanaklarını daraltıyor ve şahısları istem dışı işsizliğe itiyor. Ülkenin ihtiyacı olan, kaynağı Downing Street olan bir resesyonu sorumlu göstermek yerine iş ve gelirleri koruyacak bir başbakan.

(Çeviren: Haldun Sonkaynar)


SPORDA CİNSEL ŞİDDET İLE YÜZLEŞMEK

Maximilian RIEGER
Deutschlandfunk

Erkek veya kadın kahraman, zor bir görevi cesaretle üstlenen kişidir. Çocuklara yönelik cinsel istismarın soruşturulması için kurulan komisyonuna başvuran yaklaşık 100 kişi kesinlikle bu kahramanlardan. Çünkü futbol, judo veya binicilik kulüplerinde, antrenörleri veya diğer eğitmenler tarafından nasıl cinsel istismara uğradıklarını anlatma cesaretini buldular. Alman Olimpik Sporlar Konfederasyonu gibi büyük spor organizasyonları ise bu cesaretten yoksundur. Alman spor federasyonu bu cesarete sahip olsaydı, spor kurumlarındaki yapıya bağlı olarak kolayca işlenebilen bu tür suçların istismarın sorumluluğunu çoktan üstlenirdi. Spor yakınlıktan en fazla da bedensel yakınlıktan beslenir. Duygulardan, birliktelikten, güvenden beslenir. Bütün bunlar kulüp hayatını oluşturur. Ancak failler bu güzel değerlerin hepsini kurbanlarını veçevrelerindekileri maniple etmek için de kullanıyor. Bu tür insanlar genellikle sporda hüküm süren bir güç dengesizliğinden yararlanırlar -örneğin kimin yarışmaya katılacağını, kimin katılmayacağını belirleyen antrenördür. Ve bir kulüpte ailemsi bir hava vardır; “Kol kırılır yen içinde kalır. Sorunlarımızı burada çözebiliriz. Öyle yapmamıştır, sen yanlış anlamışsındır.” Kulüp hakkında gerçekleri söyleyenlere, yaşadıklarını anlatanlara iyi bakılmaz. Ailesine çamur atan biri olarak değerlendirilir. Bu nedenle ne olursa olsun, kaç kişi bilirse bilsin susulur.

Bu suskunluğu kırmak için kültürel bir değişime ihtiyaç var. Bu değişim yukarıdan başlayacak. Bu nedenle, Alman Olimpik Sporlar Konfederasyonu (DOSB) Başkan Yardımcısı Petra Tzschoppe’un etkilenenlerden alenen özür dilemesi çok gecikmiş ama oldukça iyi bir işaret. Tıpkı DOSB’nin sporda cinsel tacizden etkilenenler için tazminatı amaçlayan bir fona katılmayı planladığını duyurması gibi. Tazminat konusu, ne kadar ileri gidilmesi gerektiğini gösteriyor. DOSB yıllardır sporda cinsel şiddet mağdurlarına tazminat ödemekten kaçındı. Alman Futbol Federasyonu, cinsel şiddetin şimdisi ve geçmişiyle ilgili geniş çapta bir araştırmayı hâlâ reddediyor. Bunun yerine, futbol kulüpleri tacizin engellenmesine odaklanacaklarını açıkladılar. Bu elbette doğrudur. Ancak Katolik Kilisesi örneği, bu sorunun çözümünde inandırıcı olmanın acıyla yüzleşmekten geçtiğini gösteriyor. 2015 yılında yapılan bir araştırma, ankete katılan spor kulüplerinin yarısında cinsel şiddetin önlenmesinin hiç de önemli bir konu olmadığı gösterdi. Halbuki her kulüp üyesi kendine: “Kulübümdeki çocuklar yeterince korunuyor mu? İstismarı önlemek için yeterince çaba harcıyor muyuz?​” sorusunu sormalıdır. Cevap “bilmem” veya “hayır” ise, konu gündeme getirilmelidir.

“Zaman yok” veya “çok fazla bürokrasi” gibi mazeretler geçerli olamaz. Çocukların korunması garanti altına alınmalıdır. Bu işi yapacak yeterli sayıda danışma merkezi ve çok sayıda konsept var. Eksik olan tüm organize spor dallarında sessiz kalmayan, başını çevirmeyen, tersine ayağa kalkıp tacizcinin gözünün içine bakan, sessiz kalanı sarsan ve müdahale eden insanlardır.

(Çeviren: Semra Çelik)

ÖNCEKİ HABER

Fahrettin Koca: Yüz yüze eğitime hızla geçmekten yanayız

SONRAKİ HABER

Paris'te bir öğretmen başı kesilerek öldürüldü

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa