Fransa’da öğretmen cinayeti: Merhamet dayanışma değildir
Avrupa'nın Gündemi'nde bu hafta, Fransa'da öldürülen öğretmen üzerinden ulusal birlik çağrısının riyakarlığı, Britanya'da salgın ve Brexit ile teşhir olan hükümet, Almanya'da Çin ile ilişkiler var.
Öldürülen öğretmen Samuel Paty
| Fotoğraf: La Ville de Conflans-Sainte-Honorine
Fransa’da 16 Ekim Cuma günü ortaokulda tarih-coğrafya öğretmeni olan 47 yasındaki Samuel Paty, basın ve düşünce özgürlüğü konusunu işlemek için başka şeylerin yanı sıra Charlie Hebdo mizah dersinde çıkan Hz. Muhammed karikatürlerini gösterdiği gerekçesiyle önce iki hafta radikal İslamcı çevrelerin sosyal medya üzerinden saldırısına maruz kaldı. Bu kampanyadan etkilendiği sanılan 18 yaşında bir Çeçen okulun önüne giderek öğretmeni bıçaklayarak öldürdü ve ardından kafasını kesti. Bu cinayet ülkede büyük tepkiye yol açtı ve hükümet bir kez daha kendi etrafında ulusal birlik çağrısında bulundu. Çevirdiğimiz yazı hükümetin timsah gözyaşları döktüğüne dikkat çekiyor ve öğretmenleri mücadeleye devam etmeye çağırıyor.
1986 yılından beri yapılan Almanya Asya-Pasifik Konferansı bu yıl pandemi nedeniyle dijital ortamda gerçekleşti. Almanya için hedef Çin’i zayıflatmak için karşı yeni güçler yaratmak olsa da Alman sermaye sözcüleri ve hükümet çevreleri Çin’in gücünü kabul etmek zorunda kaldılar.
Britanya’da bir yıl önce büyük bir çoğunlukla hükümete gelen Johnson hükümeti, hem Brexit hem de Kovid-19 mücadelesinde beceriksizlikleriyle hem kendilerine olan güveni hem de arlarındaki sözde birliği tüketmeye devam ediyor. Bir yıl önce kendisini dokunulmaz gören Johnson’un şimdilerde daha ne kadar koltuğuna tutunabileceği tartışılıyor.
ÖĞRETMENLERE ACIMAYIN
Marouane ESSADEK*
Le Regards
Hassas konuları işleme, tüm öğretmenlerin başından geçmiştir. Sınıflarda hararetli tartışmalar ya da başka bir yöne kayan konular hiç eksik olmaz. Cinsellikten, siyasetten, dinden, Charlie Hebdo’dan, mahkum olan bir sanatçıdan, Darwin’den konuşma... ortamın hararetini arttırma, ipin ucunu elden kaçırma, sinirlenme riskini göze almayı gerektirir. Bazen bundan yorularak, gülerek, sinirlenerek, şoke olarak çıkılır… Ama işin özüne bakıldığında, tüm öğretmenler bu canlı anları aslında severler. Bu anlarda öğretmen tam da öğretmendir. Fakat bu konularla ölüm arasında bir ilişki kurmak asla aklımıza gelmezdi.
Burada ironi iğrenç hale dönüştü. Dersin konusundan dolayı öldürülmek. Hiçbir öğretmen bu korkunç varsayımın gerçekleşeceğini düşünemezdi.
Şoku üstünden attıktan sonra öğretmenler her şeyden önce, kelimenin gerçek anlamıyla, empatiyi duydular. İnsan kendini onun yerine koymaktan geri duramıyor. “Ya ben olsaydım? Charlie üzerine ben de daha önce ders yaptım, birkaç ay sonra ben de sınıfta karikatür gösterecektim, okul tatillerinden sonra ne yapacağız? Öğrencilere nasıl anlatacağız?”. Hiçbirimizin bunlara cevaba yok… ama en azından, Samuel Paty’nin bir değer düzeyine yükselttiği değer üzerine tartışma yürütülebilir.
KİM ‘ÖĞRETMENİM’ DİYEBİLİR?
Bir kez daha ulusal birlik bizleri ortak kimliğimizi öne çıkarmaya davet ediyor. Bugün dillendirilen “Öğretmenim” ve “Hocayım” sloganları Ocak 2015’deki birliği hatırlatıyor. Peki Charlie olmak gibi kimin öğretmen olmak istediğini kendimize bir soralım.
Hatırlanırsa Charlie olmak kısa bir süre sonra ifade özgürlüğünü savunmak ve katledilen bir gazeteye destek olmaktan başka bir şeye büründü. Bu bir zorunluluk, bir yurttaşlık görevi haline getirildi. “Charlie’yim” söylemi bir cumhuriyet anlayışının anahtarı, onun düşmanı olmadığımızın kanıtı haline getirildi. Eğer “Öğretmenim” sloganı ne pahasına olursa olsun ulusal birliği ifade etme, diyalogsuz kimi karikatürleri dayatma anlamına gelecekse, büyük ihtimalle birçok öğretmen “Öğretmenim” sloganını öne çıkarmaktan vazgeçecektir. Zira, hiçbirimiz öğretmen olmak için ne bir meslektaşımızın katledilmesini ne de bu duygusallığı bekledik. Hiçbirimiz asla özgür ve eleştirel düşünmek, laikliği savunmak için (Eğitim Bakanı) Blanquer’lerin ve (Yazar Caroline) Fourest’lerin öğütlerine ihtiyaç duymadık. Derste özgürce tartışmak, otosansürü reddetmek için bakanımızı beklemedik ve üstelik bunu sürekli baskıcı politika ve gerici diskurlara karşı yaptık. “Öğretmen olmak” nedir çok iyi biliyoruz. Ne güvenlikçi söylemler, ne “Öğretmenin otoritesini yeniden arttırma”, ne Müslüman öğrencileri dışlama tutumları bizlere mesleğimizi öğretmeyecektir. Öğrencileri öğrenci olarak görmekten vazgeçmeyeceğiz. Şu gerçeği tekrar tekrar dillendirelim: Müslüman bir öğrenci her şeyden önce bir öğrencidir; ders çalışan, yaramazlık yapan, eğlenen, el kaldıran, dersten kaçan, söz alan, hemfikir olan, karşı çıkan, ödevlerini yapan bir öğrenci.
DAYANIŞMAYA KARŞI MEHMAMET DUYMAK
Şok atlatıldıktan sonra, duygusallığın ve birliğin söz hazinesi kendisini dayattı. Anlaşılan bu ülkede öğretmenleri ancak merhamet duyarak dinliyoruz, asla dayanışma amaçlı değil. Bir katliam ülkeyi birleştirdi, ama (geçen yıl bir okul müdürünün) intiharı bunu sağlayamamıştı. Böylesi durumlarda ancak korku, üzüntü ve diğer duygusal tutkular beklenebilir. Ama asla taleplerini, öfkesini haykırmak beklenmez. Merhamet duymak ve ulusal birlik, dayanışma değildir. Müsaade edilirse cumhuriyetçi bir örnek verelim… Bundan birkaç asır önce Rousseau, tiyatroda trajedi izleyen seyircilerin gurur duyarak hissettikleri güzel duygulardan bahsetmişti. Bakan ve basına çıkan uzmanlarımız bu bir gecelik faziletli kişilere benziyorlar. Seyirci gerçekten ağlar, tiyatroda izlediği oyundan çok etkilenmiştir. Fakat bu güzel duygulardan hiçbir eylem, hiçbir erdem çıkmaz. Aynı şey ulusal duygu için de söylenebilir. Tiyatroda duyulduğu gibi bu katliama… bir geceliğine öfke duyuluyor. Bugün acınan öğretmenler için yapılan ulusal yastan bir şey çıkmayacaktır. (…) 2 Kasım’da yapılacak törenler, verilecek madalyalar geçtikten sonra geriye “öğretmen” kalan, sadece öğretmenler olacaktır. İsteklerimizi karşılamak için hiçbir ciddi eylem, hiçbir cevap verilmeyecektir. Rousseau gibi biz de bu hükümetten “en ufak bir insanlık eylemi” beklemiyoruz. (…)
ÖĞRETMENLERİN ARKASINDA OLAN ULUS
Dolayısıyla açık belirtelim. Öğretmenler -tümünün adına konuşmaya müsaade edilirse- bir gecelik merhamet istemiyorlar. Bunun yerine cumhurbaşkanı (geçen yıl) greve gidenleri insanları rehin almakla suçladığında ulusal birlik neredeydi diye soralım. Öğretmenler, ücretlerinin yıllardır dondurulmasını ve Avrupa ortalamasının altında olmasını teşhir ettiklerinde bugün “Ben de öğretmenim” sloganını savunanlar neredeydi diye soralım. Bugün öğretmenleri cumhuriyetin “bel kemiği”, süvarileri diye tanıtanlar daha düne kadar öğretmenlerin kalabalık sınıflara, öğretmen istihdamının yol edilmesine, sözleşmeli öğretmenlerin güvencesiz durumlarına, ilkokul öğretmenlerinin utanç verici maaşlarına, iş yükünden ezilmelerine, sağlıklı koşullarda çalışamamalarına karşı yürüttükleri mücadeleler esnasında ortalıkta yoktular.
Birkaç gün önce cumhurbaşkanı “dünyanın en iyi mesleğini” yaptığımızı belirtiyordu, ama birkaç ay önce “Öğretmenlerin ülkeyi kalkındırmaya yaramadıklarını” da ifade ediyordu. O zaman kim “öğretmendi”?
Her neyse. Samuel Paty gibi biz de bu mesleği birilerinin bize merhamet duyması, tören düzenlemesi ya da madalya vermesi için yapmıyoruz, öğrenciler için yapıyoruz.
Son olarak Samuel Paty’ye dair birkaç kelimeyle bitirelim. Tüm öğretmenler çevrelerinde mesleğine içten bağlı meslektaşlarını tanırlar. Bunlar öğrencileri için yorulmaktan geri durmaz, onlarla samimi bir ilişki içinde olurlar, onları güldürür ve kimi okul projesini hayata geçirmek için –bazen bakanlığa karşı- bin bir dereden su getirirler. İlk yayımlanan tanıklıklara göre Samuel Paty işte böyle birisiydi.
Bir öğrenci Yahudi soykırımınınım korkunçluğuna karşı itiraz ettiğinde baskı yerine onu kazanmak için diyalogu tercih eden bir öğretmendi. Yani katliamının doğurduğu bugünkü kimi tepkilerin tamamen tersi.
Biz de ona Althusser’in bir sözüyle saygı duymak istiyoruz. Başka koşullarda filozof kimi öğretmenleri şu şekilde tarif etmişti: “Olağanüstü zor koşullarda, içine kapıldıkları ideolojiye karşı, sisteme karşı, pratiğe karşı çıkan, ‘öğrettikleri’ tarihte, bilgide kimi silahlar bulan öğretmenler. Bunlar bir tür kahramandır”.
Biz de bugün böylesi bir kahramanı kaybettik.
*Felsefe Öğretmeni
(Çeviren: Deniz Uztopal)
BERLİN’DE ŞAŞKINLIK: ÇİN’DEKİ EKONOMİK BÜYÜME
Jörg KRONAUER
Junge Welt
Çin ekonomisi yeniden canlanıyor: Pekin istatistik dairesinin verdiği bilgiye göre Kovid-19 salgınının baskısı altında yılın ilk çeyreğinde yüzde 6.8 çöktükten sonra, ikinci çeyrekteki yüzde 3.2’nin ardından üçüncü çeyrekte yüzde 4.9 büyüdü.
Dairenin bir sözcüsü, pandeminin Avrupa ve ABD’de yeniden başlayan patlamasının önemli bir büyüme faktörü olan Çin ihracatını tehdit ettiği için tehlikenin geçtiğinin söylenemeyeceği uyarısını yaptı. Çin Halk Cumhuriyeti de ikinci bir dalgayla boğulmamak için çok dikkatli olmalı ama ülkenin 2020 için genel olarak pozitif büyüme kaydedebileceği neredeyse kesin görünüyor.
Almanya için ne büyük bir fark ki, geçenlerde ekonomide yaşanan çöküşün “sadece” yüzde 5.5 ile sınırlı olacağını gururla duyurma ayıbı yaşandı! Siemens Patronu Josef Käser, pazartesi günü Alman iş dünyasının çevrim içi Asya-Pasifik konferansında “Çin sisteminin krizle mücadele konusunda batı sistemlerinden üstün olduğunu” açık bir şekilde kabul etti. Eskiden tamamen ya da kısmen sömürgeleştirilmiş ülkelerin kendilerini sollamalarına alışık olmayan Alman seçkinleri, buna izin vermeye niyetli değiller. Pandemi krizini eski Batı’dan daha hafif atlatan Halk Cumhuriyetinin, dünya ekonomisinin ve siyasetinin zirvesine çıkma yolunda ivme kazanıyor olması bile tahammül edilemeyecek bir durum. Şansölye Angela Merkel, Asya-Pasifik Konferansındaki konuşmasında, gelecekte Çin ile daha az, bölgedeki diğer ülkelerle, Güney Kore, Vietnam, Endonezya veya Hindistan ile daha fazla iş yapmayı tavsiye etti. Bunun amacı Pekin’in etkisini yok etmek ve karşı dengeler yaratmaktı. Tek sorun şudur: Sermaye, kendini artırmak için en uygun koşulları bulduğu yere gider. Örneğin, Alman şirketlerinin Hindistan’a Çin’den çok daha az yatırım yapmasının nedeni budur. Ve küresel kapitalizmde, boş çağrıların piyasanın ham güçlerine karşı pek faydası yoktur. Ne anlamda? Federal Ekonomi Bakanı Peter Altmaier, “Korona kriziyle Çin’le aynı derecede etkili şekilde mücadele edebileceğimizi göstermeliyiz” dedi. Ancak bu, nüfusu Alman nüfusunun on yedi katı olan Çin’deki 86 bin vakaya karşın ikinci salgın dalgasının başlangıcında Almanya’da 370 bin vaka olduğu düşünüldüğünde oldukça zor.
Siemens patronu Käser, krizin kötü şekilde ele alınmasını terk ederek, “Batı değerlerini savunarak” krizle mücadele edilmesini tavsiye etti. Bu, Alman seçkinleri için kolaylıkla uygulanabilecek bir şey. Yakın gelecekte, “Avrupa”nın ve Batı’nın büyük kahramanca eylemleri ve hepsinden önemlisi, Çin’in sözde çirkin eylemleri hakkında muhtemelen daha çok şey duyacağız. Şairlerin ve kokuşmuşların ülkesinin en iyi yapabildiği şey propagandadır.
(Çeviren: Semra Çelik)
JOHNSON HEM KOVİD-19 HEM DE BREXIT’İ ATLATABİLECEK Mİ?
Alex CALLINICOS
Socialist Worker
Zayıf ve fesat, Margaret Thatcher’ın 30 yıl önce devrilmesinden bu yana tüm muhafazakar hükümetlere uyan bir tanım. İçlerinden bu tanıma en uygunu ise şimdiki Boris Johnson yönetimi.
İlk bakışta böyle görünmeyebilir. Johnson, Brexit karmaşasını kullanarak başbakanlığa gelmiş, Muhafazakar Partinin Avrupa yanlı kanadını partiden aforoz etmiş ve parlamentoda 80 koltukla çoğunluğu elde etmiş görünüyor. Farklı koşullar altında -örneğin Tony Blair hükümetinin keyfini çıkardığı gibi göreceli olarak huzurlu bir ekonomik ortamda- bu yeterli olabilirdi. Fakat günümüz koşulları çok daha acımasız ve Johnson’un önünde iki büyük sorun var.
Bunların ilki AB ile gelecekteki ticari ilişkiler üzerine anlaşma; ikincisi ise Kovid-19 pandemisi. İkisinde de zorlanıyor olması, payı olmasına rağmen, sadece kendi beceriksizliğiyle bağıntılı değil.
Daha büyük bir sorun hükümetin içindeki ideolojik bağdaşmazlık. Geleneksel Thatcher politikaları ve onun “serbest pazar” fetişi ile Financial Times gazetesinde geçen ay çıkan ilginç bir yazıda bahsedilen “bağımsızlık ekseni” arasında sıkışmış durumdalar.
Partinin Brexitçi kanadı AB’yi Britanya’nın diğer pazarlara erişmesine engel olan korumacı bir blok olarak gören ultra neoliberallerden oluşuyor. Dolayısıyla 2016 Brexit referandumunu “global Britanya” retoriği ve başarısız ticari anlaşma arayışları takip etti. Bu proje başlamadan bitti.
Herkesin farkında olduğu kaçınılmaz gerçek ise dünya ekonomisine büyük, rekabet halinde ve gittikçe acımasızlaşan üç ticari blokun hakim olduğu; ABD, Çin ve AB.
Dolayısıyla hükümet ekonomiye daha fazla müdahaleye etmek zorunda kaldı. AB ile görüşmelerde sorun yaratan önemli noktalardan birisi Britanya’nın endüstri alanında devlet desteği sağlamadaki ısrarı. Bunun sebebi de Johnson’un Başdanışmanı Dominic Cummings’in yüksek teknoloji şirketlerini teşvik etme sözde isteği.
İSTİKRAR
Pandemi süreci ise muhafazakarların Thatcher politikalarından kopmadığını gösterdi. Virüsün dolaşımını kontrol etmek, halkı ve işyerlerini sınırlamaların etkisinden korumak için yüksek seviyede devlet müdahalesinin istikrarlı bir biçimde uygulanması gerekiyor.
Johnson bunun hiçbirini başaramadı. Muhafazakarlar pandeminin ilk dönemlerine “özgürlük” adına uykuda yürür gibi girdiler; sokağa çıkma sınırlamaları çok geç gerçekleştirdiler ve çok erken kaldırdılar ve ikinci dalgaya yarım yamalak ve karmaşık bir tepki gösterdiler. Bunun sonucu rezalet gözler önünde.
Üç basamaklı sistem bölünmüş bir hükümet tarafından, bilim adamlarının uyarılarına karşı uygulamaya kondu. Pandeminin tekrar yükselişini önleyebilecek bir evden çıkma kısıtlamasına karşı hükümet içi muhalefete Maliye Bakanı Rishi Sunak önderlik etti. Johnson onu Muhafazakar Parti liderliğinde olası bir rakip olarak görüyor ve 80 koltuk çoğunluğuna güvenemiyor.
Rivayete göre Başbakanlık konutu Muhalefet Lideri Keir Starmer’ın kısa süreli bir “zincir-kıran” ulusal sokağa çıkma kısıtlaması çağrısının muhafazakarları birleştireceğini umuyordu fakat 42 muhafazakar milletvekili daha sıkı önlemlere karşı oy kullandı.
Bu arada Johnson’un ihmali kuzey İngiltere’de Kovid-19’un büyük oranda yükselmesine yol açtı. Bunun görüldüğü bölgeler tam da İşçi Partisinin eskiden ‘kırmızı duvarı’ olarak görülen ve geçen kasımdaki seçimlerde muhafazakarlara kayan eski sanayi bölgeleri.
Lynsey Hanley’in Financial Times’da söylediği gibi “Asıl ‘kırmızı duvar’ bu; yani batıda Liverpool’dan doğuda Newcastle’a uzanan kesintisiz yüksek Kovid oranları. Bu açıdan ‘kuzey’i birleştiren ve bu ‘kırmızı duvar’ın üzerine ışık tuttuğu emekçi yoksulluğunun doğası”.
Hükümetin beceriksizliği Manchester Valisi Andy Burnham ve kuzeyli muhafazakar milletvekilleri arasında, bölgede daha sıkı tedbirlere karşı bir ittifak bile oluşturdu.
Bu iki kriz birbirini etkiliyor. Johnson büyük bir olasılıkla hâlâ AB ile bir ticari antlaşma peşinde. Geçen cuma verdiği, AB’nin “Yaklaşımında gözle görünür bir değişim” talep ettiği ültimatom beklenen bir manevraydı.
Fakat AB avantajın kendisinde olduğuna inanıyor. Johnson’un pandemi dolayısıyla hissettiği baskı da manevra alanını daraltıyor. Bu her iki tarafın da eline haddinden fazla güvendiği bir oyun.
(Çeviren: Haldun Sonkaynar)