Ahmet Murat Aytaç: Seçmen alternatiften yoksun bırakılarak iki kutba sıkıştırılıyor
Mevcut ittifak siyasetinde demokratikleşme ihtiyacı sadece Erdoğan’dan kurtulma ve parlamenter sistemi restore etme arzusuna indirgenmiş durumda.
Fotoğraf: Ahmet Murat Aytaç
Sunu:
Erdoğan İktidarı Cumhurbaşkanlığı sistemindeki değişiklikle kendi önündeki çakıl taşlarını bir bir temizleyerek otoriterleşme yönündeki adımlarına hız kazandırıyor. Bunu, kimi zaman kararnamelerle kimi zaman Meclis düzenlemeleriyle yapıyor. Kullandığı yöntem de çoğunluklu olarak toplumu germe, baskı, tehdit; korku yayma.
Tüm bu eksende toplum son birkaç seçimdir özellikle de 16 Nisan referandumuyla beraber iki kutuplu ittifaklara sıkıştırılıyor. Bir yanda Cumhur İttifakı, diğer yanda Millet ittifakı.
Peki bu iki kutba sıkıştırılmış ittifaklardan ne kadar demokratikleşme çıkar? Halk neden bu mevcut iki eğilime itilmiş durumda? Bu kabuk nasıl çatlayacak? Sol, sosyalistlerin öne sürdükleri demokratikleşme ve ittifak çağrıları nereye oturuyor? Bu hafta, bu soruları masaya yatırdığımız bir diziye başlıyoruz. Siyaset bilimcilere, Siyasi parti temsilcilerine, oda ve sendika başkanlarına mevcut iktidarın politikalarını, muhalefetin pozisyonunu ve ittifak tartışmalarını sorduk… İlk konuğumuz Siyaset Bilimci Murat Aytaç.
Şerif KARATAŞ
İstanbul
SEÇMENLER ALTERNATİFTEN YOKSUN BIRAKILARAK İKİ KUTBA SIKIŞTIRILIYOR
Rejim değişikliğiyle birlikte, ittifaklar siyasetin önemli gündemlerin biri durumunda. Bu tartışmalar Cumhur ve Millet İttifakı etrafında yapılarak, halka iki seçenek varmış gibi sunuluyor. Siyaset Bilimci Ahmet Murat Aytaç, değişim için “stratejik oy kullanmanın görülmemesi”ni eleştirerek “Seçmenler gerçek bir siyasal alternatiften yoksun bırakılarak bu ittifak bloklarından biri içinde sabitlenip sıkıştırılıyor. Böylesi durumlarda çözümün yolu katılım araçlarının çeşitliliğini arttırmak, taban demokrasisini geliştirmek ve halkın alternatiflerini inşa edeceği aktivizm biçimlerini geliştirmekten geçiyor” diyor.
Cumhur ve Millet İttifaklarının hedef ve tutkularını ve her iki ittifakın öne çıkardıkları politikaların toplumsal-sınıfsal özelliklerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Günümüzde parti siyasetinin ana çerçevesi ittifak mekanizmalarınca belirleniyor. İttifak eğilimiyse mevcut seçim sisteminin seçmen tercihlerindeki parçalanmayla birleştiği noktada şekil kazanıyor. İktidar blokunun kurduğu Cumhur İttifakı ile Millet İttifakının bu bağlamda karşı karşıya geldiğini görüyoruz. En büyük vaadi Erdoğan liderliğindeki Türkiye’yi bir dünya gücü haline getirmek olan AKP ile devletin bekası ve işleyebilmesi için bundan daha iyi bir çözüm olmadığı iddiasındaki MHP, Cumhur İttifakı zemininde bir araya gelmiş durumda. Birleştikleri zemin, İttifakın kaderinin Erdoğan’ın iktidar konumunun güvenceye alınmasına bağlı olduğunu açıkça gösteriyor. Bu ittifak Gezi sonrasında Erdoğan’ın iktidarda kalabilmesi için geliştirilen projelerin hayata geçirilmesini mümkün kıldı ve anayasal rejimi değiştirerek devleti yeniden yapılandırdı. İttifak siyasetinin iktidar cephesindeki yansımasını bu yeni rejimin güvenliğini sağlama ekseninde bütünleşmiş politikalar temsil ediyor.
Öte yandan Millet İttifakını kuran muhalefet bileşenleriyse iktidarın Erdoğan’a atfettiği kurucu rolü reddetme ve eski rejime geri dönme zemininde bir araya geliyor. Muhalefette ortaklaşanların iktidarda ortaklaşanlarla aynı kefeye konması doğru olmaz; çünkü ikisi arasında politik program ve ideoloji açısından asimetrik ilişkilerin gelişmesi kaçınılmazdır. Millet İttifakının nispeten reaksiyoner ve restorasyoncu bir yapıda olmasını bu çerçevede kavrayabiliriz. Yani Millet İttifakının siyasi programı iktidara bir tepki olarak şekilleniyor ve bundan ötürü onun belirlediği sınırları aşacak bir siyasi ufuk geliştiremiyor. Muhalefetin parlamenter sistemi yeniden getirme dışında esaslı bir çözüm önerisinin olmamasının sebebini burada buluyoruz. Elbette bununla kastedilen birebir eskiye dönüş değil, daha çok “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” adı altında eskinin iyileştirilmiş ve geliştirilmiş bir hali öneriliyor.
İttifakların ideolojik çerçevesi de bu asimetriden ister istemez etkileniyor. Sonuçta daha ayrıntılı bir siyasi program etrafında birleşmiş olan iktidar bloku ideolojik açıdan daha homojen bir nitelik arz ediyor. “Yerli ve milli” içerikle güncellenmiş Türk milliyetçiliği her yerde siyasetin hegemonik biçimi haline gelmiş durumda. Artık Müslümanlığı her fırsatta vurgulayan, milli egemenlik konusunda takıntılı, yabancı düşmanı ve küreselleşme karşıtı olan bir milliyetçiliğin siyasetin her katmanında etki yarattığını görüyoruz. 15 Temmuz sonrasında farklı toplumsal gruplar arasında kurulan yeni koalisyonlar siyasetin sıcak temas noktalarının da kısmen değişmesine yol açtı. Zira orta sınıfların duyarlılıklarının politize edilmesiyle ve CHP ile İYİ Parti üzerinden partileşen laiklik siyaseti artık eski ilgiyi görmüyor gibi. Türk milliyetçiliğinin seküler karakteri zayıfladıkça sekülerizm militan karakterini kaybetmeye, kısmen depolitize olmaya başladı. Laiklik ilkesi ittifak mekanizmasının çarklarında öğütülmeye ve milliyetçilik tarafından soğrulmaya başlandı. Orta sınıfların siyasi tutumundaki bu dönüşümün ne yönde gelişeceğini kestirmek zor. Ama her koşulda bu gelişmenin dikkatle izlenmesi gerekiyor.
‘İKİ KARŞIT BLOKTA TOPLANDIĞI BİR SİYASİ DÜZENEK VAR’
Türkiye’de düzen partilerinin fiilen iki partili bir sistemdeki gibi bloklaşması durumu mu yaşanıyor? Bu bloklaşma Türkiye’nin ihtiyacı olan demokratik değişimi sağlayabilir mi?
Türkiye’de parti siyasetinin iki büyük blok tarafından şekillendirildiği açıkça gözlemleniyor. Fakat iki partili sistemlerden farklı olarak çok sayıda parti siyasette etkili olarak temsil edilebiliyor. Bu durum genel seçimlerde iki farklı sayım usulünün bir arada kullanılmasıyla bağlantılı. Bilindiği üzere milletvekili seçimlerinde nispi seçim usulü uygulanıyorken Cumhurbaşkanlığı seçiminde iki turlu çoğunluk sistemi kullanılıyor. Normalde Cumhurbaşkanlığı için geçerli olması makul olan ittifak stratejisi, ulusal seçim barajı yüzünden Türkiye’deki milletvekili seçiminde de önemli hale geliyor. Diğer yandan yerel yönetimlerin artan siyasi önemi partilerin oy tabanının coğrafi açıdan eşitsiz dağılmasıyla birleşince ittifak stratejileri yerel seçimlerde de etkili bir seçenek haline geliyor. Artık seçim odaklı parti siyasetinin her düzeyde mevcut ittifak sistemlerinin dolayımına ihtiyaç duyduğuna şahit oluyoruz. Sonuçta elimizde çok sayıda partinin etkili olduğu, ama iki karşıt blokta toplandığı bir siyasi düzenek var. Bu sebeple mevcut düzenlenişe “iki partili sistem” yerine “iki kutuplu çok partili sistem” demenin daha uygun olduğunu düşünüyorum.
Böyle bir düzenleniş içerisindeki siyasi etkileşimlerden Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu türden bir demokratikleşmenin çıkması pek mümkün değil. Çünkü mevcut ittifak siyasetinde demokratikleşme ihtiyacı sadece Erdoğan’dan kurtulma ve parlamenter sistemi restore etme arzusuna indirgenmiş durumda. Oysa Türkiye’nin eski rejimi de demokratik kıstaslar açısından ciddi ölçüde problemler içeriyordu. Bugün yaşadığımız sorunlar eski siyasal sistem bağrında gelişen yolsuzluk, kadrolaşma ve kayırmacılık, lider oligarşisi, çoğunluk zorbalığı gibi eğilimlerin uygun koşulları bulunca metastaz yapıp kontrolden çıkmasıyla ilgilidir. O yüzden tek kişilik hükümeti değiştirip yerine milli iradeyi hakim kılmak demokratikleşme açısından daha tercih edilir olsa da var olan sorunların derinliğine kıyasla son derece yüzeysel kalacaktır. Burada milli iradeyi şekillendiren temel devlet mantığı ve yurttaşlık ideali değişmediği müddetçe, Türkiye’yi eşit ve özgür bireylerden oluşmuş, barış içinde yaşayan bir toplum olarak düşlemek zor.
‘HALKIN ALTERNATİFLERİNİ İNŞA EDECEĞİ AKTİVİZM BİÇİMLERİNİ GELİŞTİRME GEREKİYOR’
Ülke siyasetinin bu iki egemen ittifak arasına sıkışması, halkın siyasete katılımını nasıl etkiler?
Varolan sistemin yarattığı kutuplaşma ve partizan davranış örüntülerinin siyasal katılım üzerinde daraltıcı bir etki yarattığı açık. Aslında burada kendi içinde paradoksal bir durum açığa çıkıyor. Önceki seçimlerde insanların tatilini yarıda keserek, işini gücünü bırakarak oy vermek için memleketine gittiğine tanık olduk. Rejim güvenliği ve geleceği konusunda hissedilen kaygıların oy konusundaki bu duyarlılıkta belirleyici olduğu söyleniyor. Fakat Türkiye’de farklı siyasal katılım biçimlerinin önündeki hukuki ve fiili engellerin de bu duyarlılıktaki payını görmezden gelmemek gerekiyor. Devletin gösteri hakkı, örgütlenme özgürlüğü veya basın özgürlüğü üzerinde uyguladığı katı denetim kaçınılmaz olarak oy vermeye çok anlam yüklenmesine yol açıyor. Paradoks şu ki aslında siyasal katılımın sadece bir biçimi olan oy verme oranının bu kadar yüksek olması, katılımın genel çeşitliliğinin azaltılması ve seçim dışı katılım arzusunun bastırılması sayesinde mümkün hale geliyor. Söz konusu paradoks, siyasal kutuplaşmayla birleşince katılım üzerindeki daraltıcı etkinin katlanarak artması sonucunu veriyor. Kutuplaşma süreçlerinde gelişen partizanlık, söz gelişi hayat pahalılığından yakınan birçok vatandaşın iktidara desteğe devam etmesine sebep oluyor. Yine ittifaklar seçmeni stratejik oy kullanmaya yöneltiyor ve tercihlerin ittifaklar arasında değil içerisindeki partiler arasında yer değiştirmesini beraberinde getiriyor. Seçmenler gerçek bir siyasal alternatiften yoksun bırakılarak bu ittifak bloklarından biri içinde sabitlenip sıkıştırılıyor. Böylesi durumlarda çözümün yolu katılım araçlarının çeşitliliğini arttırmak, taban demokrasisini geliştirmek ve halkın alternatiflerini inşa edeceği aktivizm biçimlerini geliştirmekten geçiyor.
‘EŞİTLİK AŞAĞIDAN YUKARIYA İNŞA EDİLDİĞİNDE GERÇEK ETKİ YARATMAKTA’
SOL, sosyalist partiler de ittifak çağrıları ve yaklaşımlarını açıklıyor. Siz bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sol ve sosyalist partilerin ittifak çağrıları demokratik içeriği ve biçimi açısından egemen iktidarının geliştirdiği ittifaklardan daha dikkat çekici öneriler ortaya koyuyor. Fakat bu çağrılar sosyalistlerin temsil mekanizmalarında kendi başına etki yaratacak güçte olmadığı gerçeğiyle birleştiğinde başka bir anlam kazanmaktadır. Bu çağrıların anlamını ’80 sonrasında sürekli olarak sosyalistlerin birliği arayışı içindeki solun tarihiyle kavrayacağımıza inanıyorum. Bu tarih boyunca güç birliği, örgütsel birlik, ortak parti vb. gibi değişik öneriler çerçevesinde verimli bir sonuç üretemeyen birçok birlik biçimi denendi. HDP’nin kendini bir çatı partisi olarak kurgulaması ve ardından Türkiyelileşme siyasetiyle kapılarını sola açması söz konusu arayışa başka bir boyut kattı. Kendini bir şekilde sosyalizmle tarif eden örgütsüz bireylerin büyük bir kısmı kadar, mevcut sosyalist partiler de doğrudan veya dolaylı olarak bu çağrıya olumlu yanıt verdi. Bu gelişme elbette sol açısından tarihi önem taşıyan büyük bir kazanım ve siyasi açılım anlamına geliyor. Fakat burada temsil mekanizmaları içerisinde belli bir yer kazanmaktan kaynaklanan siyasal avantajlarla kendini sınırlandırmamak, taban demokrasisi için çabalamanın önemini akılda tutmak gerekiyor. Deneyimler gösteriyor ki solun kutup yıldızı olan eşitlik, özgürlük ve bugün Türkiye’nin çok ihtiyaç duyduğu barış asıl olarak aşağıdan yukarıya inşa edildiğinde gerçek bir etki yaratmaktadır.