01 Kasım 2020 01:07

Avrupa'nın Gündemi | Alman sermayesinden ABD seçimlerine yatırım!

Alman sermayesi Biden'ın kazanması için 5 milyon dolar harcadı. Fransa'da Macron'un radikal İslam politikası ve üst üste gelen saldırılar tartışılıyor. İngiltere'de ikinci dalga göz göre göre geldi.

Fotoğraf: AA | Kolaj: Evrensel

Paylaş

ABD seçimleri öncesi Almanya’nın “dileği” Demokratların Adayı Joe Biden’in kazanması. ABD’deki Alman tekelleri de milyonluk bağışlarıyla seçimlere müdahale ettiler. Bağışlarda dikkati çeken paranın büyük bölümünün Demokratlara gitmesi ama tekellerin Trump’ın partisinin işveren dostu olduğunu unutmadan partinin senato adaylarını desteklemesiydi.

Fransa son haftalarda üst üste terör saldırılarına maruz kaldı. Öğretmen Samuel Paty’nin öldürülmesinden sonra bu sefer de Nice kentinde bir kiliseye saldırı gerçekleşti. Hıristiyanların kutladığı “Ölüler Günü” yaklaşırken saldırıların artabileceğinden endişeleniliyor. Aylarca önce siyasi İslam ve “ayrılıkçılık” üzerine bir yasa tasarısı hazırlığını yapan Macron ve hükümeti ise atmosferden faydalanarak ülkedeki Müslüman kesimleri hedef aldı. Durum Türkiye ve Fransa arasında ilişkiyi sertleştirdi. Çevirdiğimiz yazı Fransa’daki yaşanan tartışmaları özetliyor.

İngiltere’de ise günlük yeni Kovid-19 vaka sayısı 20 binlere, günlük ölüm sayısı da 300’lere yükseldi. Hükümetin aldığı tek önlem ise daha da kafa karıştırmak olarak görünüyor. Boris Johnson hükümetinin umarsızlığı ülkeyi krize götürüyor.


ALMAN TEKELLERİNDEN SEÇİM YARDIMI

German Foreign Policy

Alman şirketleri şimdiye kadar ABD’deki seçim kampanyasına toplam beş milyon ABD dolarından fazla bağışla müdahale etti. Çoğunluğu, Demokrat (Partili) politikacıları destekledi. Partinin tam bir yönetiminin şirketlerin çıkarına olmadığı açıktı: Tekeller, Senatoyu Cumhuriyetçilerin kontrolü altında görmeyi tercih ettiklerinden partinin adaylarını bu platformda büyük ölçüde desteklediler. ABD’de milyarlar harcayarak şirket satın alan T-Mobile ve Fresenius, en yüksek meblağları yatırdı. ABD Başkanının Almanya ile olan ticaret açığını kapatmak için defalarca gümrük vergisi uygulamakla tehdit ettiği Deutsche Bank ve otomobil üreticileri VW, Daimler ve BMW ise isteksiz davrandılar. Köln Alman Ekonomi Enstitüsüne göre, Trump’ın görev süresi boyunca ticaret açığı neredeyse hiç azalmadı. ABD’deki Alman yatırımları ise hızla arttı.

Washington merkezli bir sivil toplum örgütü olan Center for Responsive Politics’in değerlendirdiği resmi Federal Seçim Komisyonu rakamlarına göre ekim ayı ortasına kadar, Alman şirketleri ABD seçim kampanyasına beş milyon ABD dolarının üzerinde bağışla müdahale ettiler. Şirketlerin büyük bir kısmı Demokratları destekledi. 2016 yılında Cumhuriyetçilerin lehine olan Siemens, BASF, Continental, T-Mobile ve Infineon da bu kez Cumhurbaşkanı Adayı Joe Biden partisine öncelik verdi. Yalnızca Allianz, Bayer, Covestro, Merck ve HeidelbergCement’in ABD’deki yan kuruluşu Lehigh Hanson, Trump’ın adaylarını tercih etti.

İKİLİ STRATEJİ

Ancak şirketlerin çoğu ikili strateji izledi. Genel olarak demokratlara daha fazla para ödeyenler ve Temsilciler Meclisi seçimlerinde bu partinin adaylarını aktif bir şekilde destekleyenler bile, Senato seçimlerinde, Infineon hariç, oradaki cumhuriyetçi politikacıları tercih ettiler. Tekeller Joe Biden’in zaferi durumunda, demokratların ülkeyi büyük çoğunlukla yönetmesini engellemek istiyor ve ABD Kongresinin ikinci meclisini kendi çıkarlarına uygun olmayan yasalar için potansiyel bir engelleme platformu olarak görüyorlar. Özellikle, Demokrat Cumhurbaşkanı Adayı Trump’ın daha önce yüzde 35’ten yüzde 21’e düşürdüğü kurumlar vergisini yüzde 28’e çıkarmayı planlaması Alman tekellerinin hoşuna gitmiyor.

BİR NUMARALI BAĞIŞÇI: T-MOBILE

T-Mobile, seçim kampanyasına 1.8 milyon ABD doları ile en büyük yatırımı gerçekleştirirken, onu bir milyonla Fresenius, 737 bin ABD doları ile BASF ve 562 bin ABD doları ile Bayer izledi. T-Mobile ve Fresenius’un harcamaları 2016’ya göre önemli ölçüde arttı. Her iki şirket de yakın zamanda Amerika Birleşik Devletleri’nde milyarlarca dolarlık firma satın alımları yapmıştı ve bunun için olumlu bir siyasi ortam yaratılması gerekiyordu.

Elbette, ABD’deki Alman şirketlerinin hepsi seçim kampanyasında büyük bağışçılar olarak görünmüyor. Örneğin Deutsche Bank, çok az bağış yaptı. Trump’ın ana bankası olduğu ve şirketlerine zaten milyarlarca kredi verdiği için manşetlere giren banka, ocak 2019’dan itibaren yalnızca küçük miktarda bağış sundu. ABD Başkanının defalarca gümrük vergilerini artırmakla tehdit ettiği Alman otomobil üreticileri Daimler, VW ve BMW de demokrat veya cumhuriyetçi adaylara herhangi bir bağış yapmış görünmüyorlar.

POLİTİK HEDEFLE UYUMLU

ABD’de şirketlerin ülke düzeyinde federal partilere sponsorluk yapmasına izin verilmez; buna yalnızca yerel veya bölgesel düzeyde izin verilir. Bu nedenle şirketler, yönetim kadrolarında bağış toplayan sözde Siyasi Eylem Komiteleri (PAC) kurdular. Bu da bazı şirketlerin PAC’leri tekelden bağımsız kuruluşlar olarak göstermesine yaradı. Bazıları ise açık davrandı: Örneğin Leverkusen kimya devinin BAYERPAC’ı, BAYER’in siyasi hedefleriyle uyumlu adayları desteklediğini belirterek bağış yaptı.  Bunu yaparken, şirketler genellikle kendilerini yalnızca tek bir tarafa bağlamamaya çalıştılar. Çıkarları gereği iki partiyle de arayı iyi tutmaya çaba harcadılar.

Seçimlerle ilgili olarak, Köln Alman Ekonomisi Enstitüsü (IW), Donald Trump’ın başkanlığı altındaki Alman-Amerikan ekonomik ilişkilerinin analizinde seleflerinin görev sürelerine kıyasla “Neredeyse hiç anormallik” kaydetmedi.  Trump’ın defalarca şikayet ettiği, tehdit ettiği veya fiilen cezai tarifeler dayattığı ikili mal değişimindeki ticaret açığına rağmen, Almanya’nın ABD’ye ihracatının değeri 2016 ile 2019 arasında 107’den 119 milyar avroya yükseldi. ABD mallarının Federal Cumhuriyet’e ihracatı da bu dönemde arttı, ancak ticaret dengesi üzerinde neredeyse hiç etkisi olmadı: Alman ihracat fazlası sadece 48.5’ten 47.3 milyar avroya geriledi. Öte yandan, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Alman doğrudan yatırımları keskin bir şekilde arttı: Varlıkları 2016’da 326 milyar avrodan 2018’de 361 milyar avroya çıktı. IW, bunun Trump’ın şirketlere yerel üretime daha fazla para yatırma çağrısı nedeniyle mi yoksa son derece işveren dostu vergi reformundan mı kaynaklandığını açık bıraktı.

(Çeviren: Semra Çelik)


HİZADA SESSİZLİK

Denis SIEFFART
Politis

Siyasi yaşamda bir klasiktir ve bizim sınırların ötesinde de bilinir. Önemli bir toplumsal duygunun ortaya çıktığı durumlarda hükümetin bunu değerlendirme eğilimine kapılmaya direnmesi hiç de kolay değildir. En açık örnek 11 Eylül 2001 örneğidir. ABD’nin yeni-muhafazakarlarının çantalarında 8 yıldır “Medeniyetler çatışması” teorileri ve emperyal “Büyük Ortadoğu” tasarıları vardı. Saldırı onlar için tam bir fırsat oldu. Ve istedikleri savaşları gerçekleştirdiler. Buna ek olarak da “Patriot Act”ı, yani geçici olarak ilan edilen ama uzun süre kalan ve özgürlükleri kısıtlayan hukuksal önlemler yasasını onaylattılar. Bir karşı örnek belirtmek gerekirse şaşırtıcı bir şekilde İsrail’e bakmak lazım. Eski Başbakan İzak Rabin şunları belirtiyordu: “Terörizme karsı sanki barış süreci yokmuş gibi savaşmak, barış sürecini de sanki terörizm yokmuş gibi devam ettirmek”. Bu fikri hayatıyla ödedi. Biz ise, Öğretmen Samuel Paty’nin katledilmesinden iki hafta sonra Rabin’den çok George W. Bush’in izinde gidiyoruz. Zaman öç alma deliliğinin yaygınlaştığı bir zaman. Bir haber kanalının sürekli konuşmacılarından olan aşırıcı Gilles-William Goldnadel, Samuel Paty’nin “Öcünü alma” çağrısında bulundu ama bu bir nevi katliama çağrı, hükümetin tepkisini bile çekmedi. Aynı anda, ya da hemen hemen aynı anda Komünist Partinin binasına (İkinci Dünya Savaşını anımsatan” o iğrenç slogan “iş birlikçi” yazıldı. Aşırı sağ kafasını çıkardı. 

Bizim de yeni-muhafazakarlarımız var. İyi bilinen bir grup aydın JDD adlı gazetede yayımladıkları bir bildirgede hükümete laikliği daha de sertleştirme ve “Eşi görülmemiş araçlar” yaratma çağrısında bulundu. Ve çok da utanmadan hükümete “Zamanı geçmiş eski araçları değiştirme” ihtarında bulundular. Hedeflerinde, üstü kapalı bir şekilde, laikliği gözlemle kurumu ve özel olarak da “teskin laikliği” (Yurttaşlık Bakanı Marlène Schiappa’nın sözleriyle) savunduğundan dolayı konumunu kaybetme riski olan Genel Sekreteri Nicolas Cadène bulunuyor. Bildirgenin imzalayıcılarından birisi olan Filozof Elisabeth Badinter, Tribune Juive gazetesinde yayımladığı bir yazıda “Bu artık barışçıl yollarla çözülemez” diye belirtiyor.

Milli Eğitim Bakanının, Jean-Luc Melenchon’u “ihanetle” suçlamasını duyduğumuzda artık demokrasi için gerçekten korkmaya başladık. Savaşçı söylemler insanın kanını donduruyor. Bakan, muhalefeti savaş borazanları eşliğinde yürütmek istiyor. İşte içinden geçtiğimiz ilginç dönemin özelliklerinden birisi budur. Sürekli yüceltilen bir düşünce özgürlüğü adına tüm muhalif sesi susturmak istiyorlar. Aynı bakan (Gazeteci) Edwy Plenel’i hedef alıyor, zira ona göre gazeteci “bireyin kolektif nefretini” savunuyormuş. Bu cümlenin satır arasında yüklü bir anlam var, daha önce İsrail’in politikasını eleştiren Yahudilere karşı kullanılıyordu… Bir nevi siyasi söylemin militarize edilmesine tanıklık ediyoruz. İstenilen şey ulusal birlik.

Kuşkusuz savaşçı söylemler saf değildir. Herkesi olağanüstü hallere hazırlıyor. Bunu görmek ve kaydı duymak için (İçişleri Bakanı) Gérard Darmanin’in Libération’a verdiği mülakata bakmak yeterlidir. Bakan, yeni-muhafazakarlara kararlılığını göstermek için İslamofobi’ye Karşı Kolektif’i (CCIF) yasaklama kararı vermiş. Bunun için hukuku ayaklar altına almaktan çekinmiyor. Hiç kuşkusuz CCIF’nin Samuel Paty’ye yapılan saldırıyla hiçbir alakası yok, ama (sosyal medyada) video yayımlayan kişinin cep telefonunda derneğin telefon numarası bulunmuş… Hatta daha da ileri giderek mağazalardaki helal et bölümlerini yasaklamak istiyorlar. (…) İkiyüzlülüğe son verilsin, Müslümanlara karsı yürütülen bir savaş bu. Eğer gerçekten de nefret söylemi, hatta şiddet çağrısında bulunan radikal İslamcılar hedeflenmiş olsaydı, söylenecek bir şey olmazdı. Ama tahmin edildiği gibi yelpaze hızlı bir şekilde geniş açıldı. Saldırı aynı sırada sosyolojiye karşı da yürütülüyor, onun kusuru da olayların açıklanmasına sosyal bir boyut katması. (Eski Başbakan) Manuel Valls söylemeye utandığını düşündüğümüz bir cümleyle tekrar gündeme gelmeye bile çalıştı: “Açıklamaya çalışmak, affetmektir”. Bir strateji tüm boyutlarıyla hayata geçirilmeye çalışılıyor. Ona cevabı ise bir Sosyolog, Farhad Khosrokhavar, ayrılıkçılığı Fransa’nın Müslümanlara karsı yaptığını, tersinin olmadığını belirterek yaptı.

Hükümetin tavrı popülist Recep Tayyip Erdoğan’ın, Fransa’nın aleyhine Müslümanların koruyuculuğuna soyunmasına fırsat veriyor. Ve öyle bir aşamaya gelindi ki, bir boykot kampanyası, büyük Fransız silah tüketicisi Suudi dostlarımızla aramızı bozmaya kadar vardı. Sonuçta, Fransız Müslüman Kült Konseyi Başkanı (Muhammed Musevi) bizleri mantıklı davranmaya çağırıyor. Bizlere cumhuriyetin şiarının unutulan kelimesi adına Muhammed karikatürlerini okulda göstermemeye çağırıyor. Ama duyan olur mu?

(Çeviren: Nihat Polat)


İNGİLTERE’DE İKİNCİ DALGA KAÇINILMAZ DEĞİLDİ

Charlotte SUMMERS
The Guardian

İngiltere’de Kovid-19’a yakalanan hasta sayısı her dokuz günde ikiye katlanıyor. ‘Altın standart’ bir PCR testi kullanılarak İngiltere’de rastgele örneklerden alınan sonuçlara göre ülkede koronavirüs enfeksiyonları tüm yaş gruplarında artış göstermiş. En büyük artış 55-64 yaş arası grupta gözlenirken, en çok enfeksiyonun görüldüğü grup 18-24 yaş arası.

Hastaneler enfeksiyonlarda gözlenen bu artışın sonuçlarıyla karşı karşıya. 1 Eylül’de İngiltere’de hastanelerin yoğun bakım ünitelerinde solunum cihazı desteği alan hasta sayısı 59 iken 28 Ekim’de bu sayı 788’e yükseldi. Hastanelerde yatan Kovid-19 hastası sayısı ise yine aynı dönemde 472’den 8 bin 535’e çıktı. Ölümler de yükselişte, 17 Ekim itibarıyla bir önceki hafta ölenlerin sayısı 76; haziranın ortasından bu yana en yüksek rakam.

İçinde bulunduğumuz durum kaçınılmaz değildi. Bilim insanları yazın acil önlemler alınmazsa bu durumla karşılaşacağımız uyarısını yapmışlardı. Hükümet bu uyarıları dikkate almadı.

Tıbbi Bilimler Akademisi (Academy of Medical Sciences) temmuzda yayımlanan raporunda bir “makul en kötü senaryo”yu ana hatlarını ortaya koymuştu; R-sayısının Eylül 2020 sonrası 1.7’ye yükselmesi. Ocak ve şubat 2021’de hastaneye yatış ve ölümlerin en yüksek noktaya ulaşacağını; koşulların ilkbahardaki ilk dalgayı andıracağını ve bunun kışlık olağan sağlık sorunlarıyla çakışacağını öngörmüşlerdi.

Şimdi ekimde tam da bu senaryoyu yaşıyoruz. Yazın hazırlanan raporun belirttiği gibi bu kaçınılmaz değildi; yazın gerekli adımlar atılmış olsaydı bu noktada olmayabilirdik.

Eylül sonlarına doğru, Akademi raporundan aylar sonra, SAGE (Acil Durumlar Bilimsel Danışma Kurulu) -pandeminin idaresinde hükümete danışmanlık yapan bilim insanları grubu- hükümete koronavirüs vakalarındaki büyümeyi geri çevirmek için bir seri müdahale gerektiğini açıkladı. Haneler arası görüşmenin yasak olduğu ve çalışabilen herkesin evden çalıştığı devre-kesici bir sokağa çıkma kısıtlaması (lockdown) bu müdahalelerden birisiydi. Bunun yanı sıra bar, restoran, kafe, spor salonu, kuaför gibi insanların bir araya geldikleri işletmelerin kapatılması da öneriler arsındaydı. SAGE aynı zamanda üniversite eğitiminin mümkün olan tüm alanlarda internet üzerinden yapılmasını önermişti.

Bu noktada hükümet bu önerilerin hiçbirini hayata geçirmeyeceğini açıkça belirtti. Bunun yerine daha da kafa karıştıran, yerel sokağa çıkma kısıtlamalarından ibaret üç-kademeli bir sistemi İngiltere’de uygulama kararı aldı. React-1 araştırmasının son verilerine göre bu müdahale başarısız olmuş görünüyor.

Sokağa çıkma kısıtlamalarının yol açtığı ekonomik yıkım üzerine birçok şey yazıldı. Fakat sağlık ve refahın birbirinden bağımsız olmadığını hatırlamak gerek. İşsizlik ve yoksulluğun yol açtığı önemli sağlık sorunları var. Ölüler ise ekonomik olarak aktif değiller ve ağır hasta olanlar da ekonomik aktiviteye katılamadan kaynak tüketiyorlar. Ekonomi ve sağlık birbirinden bağımsız işlemiyor.

Kovid-19’da gözlenen yüksek artış aynı zamanda diğer sağlık sorunlarıyla yaşayanları da riske sokuyor. İlk dalganın sonuçlarından birisi de Ulusal Sağlık Kurumunun (NHS) bazı bölümlerinin sıradan hizmetlerini askıya alması olmuştu. UCL Üniversitesi Sağlık Enformasyon Enstitüsü, pandeminin NHS hizmetleri üzerine yarattığı baskı sonucu yaklaşık 18 bin fazladan kansere bağlı ölüm olduğunu tahmin ediyor.

NHS ilk dalgayla mücadele için durdurulan servislerdeki yığılmayı azaltmak için büyük bir çaba içerisinde fakat hâlâ birçok ameliyat, tanı ve günübirlik hasta randevuları bekleyen kovid harici hasta mevcut. Sağlık sistemi önümüzdeki haftalarda yine büyük bir baskı altında kalacak olursa -ki bugün geçtikçe daha olası görünüyor- diğer sağlık sorunları olan hastalar üzerinde etkisi büyük olacak.

Gerekli bir sokağa çıkma kısıtlamasında geç kalınmasının sonuçlarına ilkbaharda şahit olmuştuk. Geç kalınan her gün daha fazla insan enfeksiyon kapıyor, sorun daha da büyüyor ve daha sert önlemlere daha uzun süreli ihtiyaç gerekliliği artıyor. Virüsün yayılmasını önlemek, tehlikede olan hayatları korumak, hem halkın hem de ekonominin sağlığını korumak için acil müdahaleye ihtiyacımız var.

(Çeviren: Haldun Sonkaynar)

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
ÖNCEKİ HABER

EMO: Elektrik sayaç bakımını özelleştirmek kamusal denetimi ortadan kaldırır

SONRAKİ HABER

Cumhurbaşkanı Erdoğan: 17 binada arama çalışmalarımız devam ediyor

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa