02 Kasım 2020 23:13
Son Güncellenme Tarihi: 03 Kasım 2020 11:37

Liman işçisi Ahmet: İki aylık ücretli iznim varken beni ücretsiz izne çıkardılar

Liman İşçisi Ahmet, pandemi sürecinden en fazla nasibini alanlardan. İki aylık ücretli izni dururken kendisi ücretsiz izne çıkarılmış. EBA’ya ulaşmaları için iki çocuğunu komşusuna yolluyor.

Fotoğraf: Evrensel

Paylaş

Hazırlayanlar: Fırat Turgut - Murat Uysal - Sinan Ceviz

SUNU

Ülkede uzun zamandır süren ekonomik krize pandemi sürecinin de eklenmesiyle işçilerin ücretleri daha fazla eridi, emekçiler daha fazla yoksullaştı. Zaten kıt kanaat geçinen emekçiler, pandemi sürecinde patronlara tanınan ücretsiz izin, kısa çalışma gibi haklarla birlikte açlığa terk edildi. Patronlara tanınan bu haklar sürekli uzatılırken/artarken ve emekçiler daha fazla yoksullaşırken, iktidar yetkilileri tarafından “kader, fıtrat” sözleri de doğru orantılı bir şekilde artış gösteriyor. Peki işçiler bu durumu nasıl tartışıyor? Gelişmeleri nasıl değerlendiriyor, hayatlarına dair öngörüleri ne? Ekonomik kriz ve pandemi gölgesinde yapılacak asgari ücret görüşmeleri öncesi çeşitli iş kollarında çalışan işçilerle yaptığımız görüşmelerde “Çalışma koşullarının ve geçimin daha da zorlaştığı, asgari ücretin yetmediği, çözümün bir araya gelmekten geçtiği ancak işçilerin kimi kaygılarla bir araya gelemeyip itiraz edemediği” gibi vurgular öne çıktı. Tüm bunlarla birlikte tüm işçilerin altını çizdiği bir şey daha oldu. O vurgu da dosyamızın ismini oluşturdu: Yoksulluk kader değil...


Ahmet bir liman işçisi. 2002’de, 18 yaşındayken geçim sıkıntısı nedeniyle memleketi Bitlis’ten İstanbul’a geldiğini söylüyor. Doğup büyüdüğü topraklarda yaşadığı kadar İstanbul’da yaşamış ama İstanbul’dan gurbet diye söz etmekten kendini alıkoyamıyor. “Gelir gelmez akrabalarımız aracılığıyla limanda işe başladım. O günden beridir devam ediyorum. Şimdi bizim mesleğimiz oldu” diyor.

7 yıldır Ambarlı Limanındaki 80’e yakın işçisi bulunan taşeron bir firmada çalışıyor. Taşeron firmada çalışanlarla, 1000’e yakın işçinin çalıştığı ana firmada çalışan işçilerin hakları arasında ciddi farklar olduğunu anlatıyor: “Ağır ve tehlikeli iş kolu olmasına rağmen ücretlerimiz asgari ücretten biraz fazla. Benim aldığım ücret AGİ dahil 3 bin 125 lira. Ana firmaya baktığımızda maaşları bizimkinin iki katı. Kendi işçisine günü geldiğinde maaşını veriyor. Onların gıda kartları var. Yemekleri bizimkinden daha iyi.”

"ASGARİ ÜCRETE AGİ DAHİL EDİLMEMELİ"

“Geçim sıkıntısı hiç bitmiyor. Kendimi bildim bileli böyle ama gittikçe daha kötüye gidiyor” diyen Ahmet yaşamından örnek veriyor: “Bir ekmek 2 lira, yumurta 1 lira. Bunlar yaşayabilmek için günlük ihtiyaçlar. Kirayı faturaları say, asgari ücretli nasıl geçinebilir? Kira ver, evi geçindir, çocuk okut... Borç harçla geçiniyoruz. Eşim çalışmıyor. Aldığım para; eş dosttan, komşudan aldığımız borçlara gidiyor. Evden biri hastalandığında hastaneye götüremiyoruz. Hastaneye gitsek altından kalkamayız. Sigortalı olmamıza rağmen muayene parası, ilaç parası, şu parası, bu parası... Sigortalıyız ama her şeye ekstra ücret ödüyoruz. Hükümet yetkilileri 1 ay asgari ücretle geçinmeye çalışsınlar, geçinebilirlerse biz de geçinmeye devam edelim. Asgari ücretin AGİ (asgari geçim indirimi) hariç en az 3 bin lira olması lazım. AGİ’nin zaten dahil edilmemesi gerekiyor. Asgari ücretten vergi de alınmaması lazım.”

"BÖYLE GİDERSE EKMEK GÖTÜREMEMEK KAÇINILMAZ"

İktidar yetkilileri durumun pek de öyle olmadığını söylüyor. Örneğin liranın dolar karşısında değer kaybetmesi... Senin dolarla bir işin var mı?

Doların her gün yükselmesi benim zararıma. Markete girip herhangi bir ürün aldığında fiyatının düne göre pahalı olması dolarla ilgili. Ne almak istersem dolarla bir bağlantısı var zaten. Hükümet dolarla işimiz yok diyor ama çarşıda pazarda durum böyle. Bu zamlara niye müdahale edemiyor?

Cumhurbaşkanından da “Türkiye’de ekmek götüremeyen biri var mı” çıkışı gelmişti...

Ekmek götürememek yiyecek ekmek alamamak anlamında değil. Kaldı ki o da var zaten. Ama genele baktığın zaman millet zaten yoksul. Onlar ekmek götürememek derken açlığı kastediyorlar. Bir yandan da durum oraya doğru gidiyor zaten. Bu gidişle gerçekten ekmek götürememek kaçınılmaz olacak. Mesela beş on sene sonrasına bakıyorum ve kaygı duyuyorum, durumumuz daha da kötüleşecek diye...

"3-4 AY İKİ MASKEYİ YIKAYIP YIKAYIP KULLANDIK"

Ahmet pandemi süreciyle birlikte koşulların daha da ağırlaştığını şu sözlerle anlatıyor: “Pandemiyle birlikte her şeyin fiyatı arttı. Bizim maaşımız yerinde saydı. Bu süreçte kendimizi epey bir sıktık. Hani zorunda olmasak yemek yemeyeceğiz neredeyse.”

Pandemi sürecinde siyasetçisinden sanatçısına kadar, rahatlıkla evde kalabilen herkes, “Evde kal” çağrıları yaparken, Ahmet bu çağrıların içinin boş olduğunu, üstelik patronların pandemi sürecini her bakımdan fırsata dönüştürdüklerini kendi yaşamı üzerinden anlatıyor: “Evde kalabilseydim neden ailemi riske atarak çalışmaya gideyim? Birçok işçi gibi ben de ailemin hayatını riske atarak çalışmaya gittim. Çünkü zorundayım. Üstelik bu süreçte benim koşullarım değişmedi. Zaten 8 saat kesin çalışıyorduk, gerektiğinde 12 saat çalıştırdılar. Aynı servisle git gel. Vakalar da çıktı bizim orada ama kimse karantinaya alınmadı. Ana firmada pozitif vaka çıktığında gelip baktılar ama bize kimse denetime gelmedi. Şu ana kadar kimse gelin size test yapalım demedi. Pandemi gerekçesiyle yemeklerimiz azaldı. Her yerden kıstılar. İlk başta iki siyah maske verdiler, bunları yıkayıp kullanın dediler. Biz 3-4 ay bu siyah maskelerle çalıştık, yıkayıp yıkayıp kullandık. Yarım saat molamız var, çay ocağımız ve yemekhanemiz bir. Bize oturmayın diyorlar. Dışarıda yer yok, biz nerede oturup dinleneceğiz? Oturma, dinlenme... Ne yapayım? Yemeğini ye git! Ne yapacağımızı kimse düşünmüyor.”

"PATRON PANDEMİYİ BİZİ TERBİYE ETMEK İÇİN KULLANIYOR"

Pandemi sürecinden Ahmet’in payına düşen bununla kalmamış. İşler bir işçiyi 12 saat çalıştıracak kadar yoğun olmasına rağmen Ahmet ücretsiz izine gönderilmiş. Nedenini şöyle aktarıyor: “Patron haftalık izin yok, iş olduğu zaman geleceksiniz iş olmadığı zaman zaten izin kullanırsınız” dedi. Diğer arkadaşlar kabul etti ben kabul etmedim. Haftalık izin hakkım patronun bana bahşettiği bir şey değil ki. Kanunlarda yazılı, haftalık izin benim hakkım. Bu hakkımı istedim diye patron bir buçuk ay ücretsiz izne çıkardığını söyledi. Devlet de bunlara göz yumuyor. İşler mi düştü? Hayır. Beni çıkarıyor, bir başkasını 16 saat çalıştırıyor. Bana vereceği parayı onlara veriyor. Benim iki ay yıllık iznim var içeride. Onu kullandırtmıyor, ücretsiz izne çıkarıyor. Niye? Senin maaşını ödemiyor, sigortanı ödemiyor, bir yandan seni cezalandırıyor. Devletin kendisine sağladığı imkanları bizi terbiye etmek için kullanıyor. Benim üzerimden diğer işçilere gözdağı veriyorlar. Devletin verdiği para 1168 lira. Ben 700 lira kira veriyorum. Şimdi arkadaşlarla günlük iş aramaya başladık. Yevmiyeyle günlük işlere gideceğiz. Hakkımızı vermiyorlar, var olanı da alıyorlar. Ben eğer ağır sektörde çalışıyorsam benim hakkımın verilmesi lazım.”

İŞÇİ EKMEĞİYLE SINANIYOR

Ama vermiyorlar...

Vermiyorlar evet, ama işçiler bir olabilse, birlikte hareket edebilse, bir bütün olarak dikilebilse belki sesimizi duyarlar hakkımızı verirler ama olmuyor.

Neden bir araya gelemiyorlar?

İşçiler de korkuyor. İşten atılmaktan korkuyor. Bugün bir işçi ‘Hiç yoktan bir ekmek alabiliyorum. Eğer itiraz edersem bu bir ekmeği de alamam’ diye korkuyor. Tek sıkıntı bu. Korkmasak bir ekmek yerine iki ekmek, belki de üç ekmek alabiliriz. Ben sendikalıyım ama işyerinde sendika yok. Sendikanın işyerlerinde olması lazım. Ama işçinin de sendikaya doğru bir adım atması lazım. Önemli olan işçinin bir olması. Ama işte işçi ekmeğiyle sınanıyor. Aman beni işten çıkarır, aman beni ücretsiz izne çıkarır. İşten atılma korkusu olmasa bazı şeyler daha kolay olabilirdi.

"DERS ALABİLSİNLER DİYE ÇOCUKLARIMI KOMŞUYA YOLLUYORUM"

Ahmet’in en küçüğü 14 aylık en büyüğü 12 yaşında dört çocuğu var. Biri ikinci sınıfta diğeri altıncı sınıfta iki çocuğu okuyor. Koskoca bir metropolde yaşayan çocuklar internet üzerinden, uzaktan eğitimde ciddi sıkıntılar yaşıyor. Nedeni basit: “Pandemi sürecinde okula gitmediler. Tablet ya da bilgisayar lazım çocuklara ama alamıyorum. Evde internet yok, internet bağlatmam ekstra para anlamına geliyor çünkü. Komşulara yolluyorum, komşuların internetini, telefonlarını kullanarak ders alıyorlar.”

"BİR ÇOCUĞUN HAK ETTİĞİ HAYATI YAŞAYAMIYORLAR"

Sadece uzaktan eğitim de değil, çoğu zaman çocukların isteklerini yerine getiremediğini anlatıyor. Bunları anlatırken sıkılıyor, çünkü çoğu işçi ailesinde olduğu gibi çocuk gibi yaşayamayan çocukların, henüz ergenlik çağına bile girmeden geçim sıkıntısının farkında olarak hareket ettiğini görüyor: “Mesela meyve istiyorlar, istedikleri her meyveyi onlara alamıyorum. Bazı şeyleri alıyorum ama onları da her istediklerinde değil. Bugün versem yarın veremiyorum. Evime kırmızı et girmiyor. Özellikle son zamanlarda fark ettikleri için onlar da üzülüyor. Ücretsiz izne çıkarıldığım için ‘Babamızdan bir şey istemeyelim parası yok’ diyorlar. Benim küçük çocuklarım bunu düşünüyor. Çocuklarıma bakıyorum, bir çocuğun hak ettiği gibi yaşamıyorlar bu hayatta. Üstelik böyle giderse güzel bir yaşamları, iyi bir gelecekleri de olmayacak. Sefillikten başka bir şey veremeyeceğiz.”

"BAZI İNSANLAR DAHA RIZIK HAVADAYKEN KENDİ TARAFINA ÇEKİYOR"

Düşük ücretten iş cinayetlerine kadar işçilerin yoksulluk üzerine kurulmuş bütün yaşamında son dönemlerde daha fazla duyduğumuz bir kelime var: Kader... Cumhurbaşkanından Diyanet İşleri Başkanına kadar AKP İktidarı tüm organlarıyla işçilere şükür ve kaderi aşılamaya çalışırken Ahmet de bu konu üzerine düşünmüş ve çıkardığı sonuç şu: “Kaderimizde böyle yazılmamış. Allah-u Teala herkesi yaratırken rızkını da vermiş. Bir arkadaşım mesela şöyle demişti. Allah herkesin rızkını aynı şekilde dağıtıyor ama bazı insanlar var daha rızık havadayken kürekle kendi tarafına çekiyor. Onun söylediği bana mantıklı geliyor. Bizim rızkımıza göz dikmişler, elimizden almaya çalışıyorlar. Almasalar bu sıkıntılar olmaz. Ama adalet yok. Allah’ın yazdığı kadere dokunmasa aç kalmayacağız ama rızkı çalıyorlar. Baştakinin adaletli olması gerekiyor. Mesela evde yemek yapılıyor o yemek herkese eşit dağıtılmazsa kimi doyar, kimi yarı tok olur, kimi aç kalır.”

BENİM ELİMDE OLSA EKONOMİK OLARAK EŞİTLİK SAĞLARDIM

Liman İşçisi Ahmet’in siyasetle ilişkisi “oy verme”nin ötesine geçebilmiş değil. Keza siyasete ilişkin söyledikleri de siyaseti birileri tarafından yapılan bir iş olarak tarif ettiğini gösteriyor. Günlük yaşamından verdiği hemen her örnek sermaye/siyaset birliğine işaret ederken, çeşitli nedenler işçi sınıfı ve siyaset arasındaki organik bağı kurmasını engelliyor: “Seçimle ilgili hiçbir şey söyleyemiyorum. Çünkü bizi düşünmüyorlar. Oraya geçen herkes koltuğunu ve cebini düşünüyor. Sırtım rahat cebim dolu olsun, işçi umurlarında değil. Oy verdiklerimin de vermediklerimin de bana bir faydası olmadı. Umut diye bir şey kalmadı ki. Ben de bundan sonra ne sandığa gidiyorum ne oy veriyorum. Beni düşünse patronlara bu kadar yetki vermezdi. Ücretsiz izin ne demek? İşçiyi maaşından, sigortasından etmek demek.

Senin elinde olsa nasıl bir sistem kurardın?

Baştakilerin herkesi görmesi gerekiyor. Zengini daha çok zenginleştirmeyecek, fakiri daha çok fakirleştirmeyecek. Gerekirse zenginden alıp fakire verecek ki eşitliği sağlayabilecek. Ama şu an tam tersi yaşanıyor. Fakirden alıp zengine veriyorlar. Benim elimde olsa ekonomik olarak eşitliği sağlarım. Bu ülke hepimizinse, beraber yaşıyorsak ve kardeşsek böyle yapmamız lazım. En fazla vergiyi işçilerden alıyorlar, ama zenginlerden vergi de almıyorlar.

ÖNCEKİ HABER

Karşılıksız nakit desteği açıklanan miktarın sadece yüzde 1,7’si kadar

SONRAKİ HABER

Kovid-19 nedeniyle yaşamını yitiren Burhan Kuzu için cenaze töreni düzenlendi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa