Eşitsizlik depremi daha büyük
Kendilerinin etkilenmediğini gösteren işaretlerle ortaya çıkıp tanrının bir uyarısı, bir ihtarı, neredeyse bir cezası demeye getirerek aslında kendilerini bundan muaf tutmuş gibilerdi.
Fotoğraf: AA
Turan KARA
İzmir’de büyük sarsıntının olduğu saatlerde insanlar işyerlerinde, evlerde, kafelerde kendi halinde gündelik telaşı içindeydi. O esnada oturduğumuz kafe dükkanın arka tarafındaki boş araziden 2 adım genişliğinde, 3 adım uzunluğunda bir yer çevrelemesek oluşmuştu. Bu küçük toprak parçasının da etrafı bir insan boyunda tel çitle çevrelenmiş. Bu bahçede otururken Menemen’deki iş cinayetlerini, peşi sıra ölen işçileri ve neler yapabileceğimizi konuşuyorduk. Biz bunu konuştuğumuz sırada ekim ayı boyunca 5 genç işçi can vermişti. İki gün sonra gemi söküm tesislerinde bir kamyoncunun öleceğini ve sayının 6 olacağını bilmiyorduk bile...
Birdenbire, birkaç saniye içinde, yer kabuğunda sarsıntının ilk anlarında herkesin gözleri büyüdü, düşünmeye gerek kalmadan herkes tetikteydi. 6-7 sandalyeli küçük bahçede, güvercin kafesine kedi girmişçesine bir telaş oluştu. Güvercinler gibi birbirine çarparak, kanat çırparcasına, uçmak istiyor, hepsi bir anda kapıya yöneliyor ama çıkamıyordu kafesten. Telaş 35-40 saniye sürdü. Olduğumuz yere çöken bizi iki kişi de en sonuncular olarak dışarı attık kendimizi. Ayaklarımızı bastığımız toprak canlı gibi geliyordu.
Yeryüzü, sırtına saplanan upuzun kazıkları atmak ister gibi olduğu yerde zıplayan, acıyla koşuşturan bir bizon gibiydi. Kokuyordu. Gümbür gümbür ayak sesleri çıkarıyordu. Sanki 30-40 vagonlu çift lokomotifli buharlı bir tren geçiyordu hemen altımızdan. Yüz binlerce tonluk toprak ve kayayı oradan oraya taşımaya çalışıyordu, neden?
Gürültü gittikçe büyüyen, kademeli bir homurtuyla uzunca sürdü. Yüz binlerce tonluk toprağın homurtusuna, binalardan yayılan çatırdamalara insan çığlıkları, masa sandalye gürültüsü eklendi.
Koca bizon sarsıntısıyla insanların içindeki ilk fikirleri körükledi; insanlar sessizce tekbir ve salavat getiriyor, yaşlı kadınlar dualar mırıldanıyordu.
Kendini sokağa atan insanlardan orta yaşlı bir kadın gözyaşı içinde evde yaşlı annesiyle yalnız bıraktığı çocuğuna ulaşamadığını, nasıl gideceğini bilemediğini söylüyor, başka bir kadın kekeleyerek “Vitrin üstüme üstüme geliyordu, ev yıkılacak sandım derken” sadece sesi değil bacakları ve elleri titriyordu. Herkes telefonlarıyla bir yerleri aramaya çalışıyor, telefonlar çekmiyor, mesajlar yazılıyordu, elektrikler yoktu hiçbir yerde.
Feryat figan kendini sokağa atan genç yaşlı kadın erkek insanlar, derin bir sessizliğe bürünerek İzmir’de olan felaketi izliyordu. Seferihisar’da deniz taşması ve su baskını, Özkanlar’da yıkılan apartmanlar… Bayraklı’daki gökdelenlerin birinden çekildiği anlaşılan ve bütün Bayraklı’yı gösteren görüntüde, beyaz beton renginde ovada güneş camlar üzerinde parlarken, göğe öbek öbek gaz ve toz dumanları yükseliyordu.
Hep birlikte ne olup bittiğini anlamaya çalıştığımız bu dakikalarda birinin elindeki telefondan çıkan toz ve duman öbeklerinin görüntüsünü izlerken, bir başka kişi yıkılan binaların fotoğraflarını gösteriyordu. Konuşulan tek şey “6.6, yok yok 7! Vay canına, 6.9 diyor bir haber…” oldu.
***
Depremden birkaç saat sonra kent idarecileri, çok zorunlu olmadıkça trafiğe çıkılmamasını, çıkılacaksa demir yolu ya da toplu taşımayı tercih etmeyi tembihledi. Yıkımın ve hasarın olduğu yerlerde trafik kilitlenmiş. Ayrıca Aydın, Ankara, Çanakkale ve Manisa yolları da tıkanmıştı. Şehre UKOME ve itfaiye araçları, ambulanslar akın ediyordu.
İzmir’de ilk kurulan çadır kentin Aşık Veysel Parkı olduğunu öğrendik. İlk gün 300’e yakın çadır kurulmuştu. Gün ağardığında ilk yardım ekipleri hazırlıklarını tamamlamış görünüyordu. Bornova Stadyumu denilen suni çim kaplı top sahasına 200 çadır da gönüllüler, askerler ve AFAD görevlileri tarafından kuruldu. Büyük bir yol kenarına rastgele park etmiş Kızılay mobil aşevi tırının etrafı kalabalıktı. Müge Anlı sponsorluğunda geldiğini ilan eden Kızılay tırında reklam yazısı 15 metre uzunluğundaki dorseyi kaplıyordu.
İlk iki günün telaşından sonra her yerden yardım yağmış, Bayraklı, Bornova belediyelerine ait depolar, koliler, torbalar içinde dışarı taşmış, yardımlar yığılmıştı. İnsanlar, işi olanlar ve olmayanlar, depremzedeler ve olan biteni izlemeye gelenler, dayanışma gönüllüleri ve işsizler herkes kuş sürüsü gibi ortalıktaydı. Salgın şartları önemsenmediği ya da mecburen umursanmadığı durumda düzensiz, başıboş, kaotik ortam yardımların ihtiyaç sahiplerine ulaşmasını da engelliyordu. Herkes aynı aynı şeyi yapıyor ya da kimse hiçbir şey yapmıyor gibiydi.
***
Ülkenin küçük bir hücresini andıran görüntüde dağınıklık, bürokratların üstten yönetiminden kaynaklanan örgütsüzlük, insanlara yığın olarak yaklaşım, aynılaştırma ve eşitsizliğin üstünü örttükleri aynılaştırma depremin verdiği bir hasar değil tabii ki. İnsanlara kitleymiş, aynıymış gibi davranan genel anlayış herkesi eşitmiş gibi görüyordu. Çocukla yetişkin, erkekle kadın, yaralı ile sağlam, evi çatlamış olanla sağlam olan, depremzede ile yardım dağıtan, gönüllü ile sorumlu...
Kentin işçileri, emekçileri, yoksulları bunları yaşarken Diyanet İşleri Başkanı insanların neye ihtiyacı var yok demeden ortaya çıkıp, depremi tanrısal bir uyarı olarak işaret etti. Kıyamet korkusu yaydı. Devletin başındakiler de o yoldan yürüdü. Kendilerinin etkilenmediğini gösteren işaretlerle ortaya çıkıp tanrının bir uyarısı, bir ihtarı, neredeyse bir cezası demeye getirerek aslında kendilerini bundan muaf tutmuş gibilerdi. İlk insanlardaki kabile büyücüleri gibi görünmüyorlar, modern bir biçimdeydiler.
Devletin sahipleri herkesin eşit zarar gördüğünü iddia ederken de yalnız değillerdi. Orta sınıf ve toplum dışı kalmış yarı aydın kesimler içinde de benzer idealist fikri paylaşanlar, hatta bunu savunanlar da çıktı. Genelde iktidarın ayakta kalmasının sebebini yoksullara, işçilere yıkan, üzerinde burjuvaziyle beraber tepinen bu kesim bu sefer de deprem enkazındakileri hedef alıyordu. Deprem olmasına rağmen “güvenli bir yere”, kontrollü bir yaşama sahip olamayan ve her türlü riskin içine dalan insanları görmezden geliyordu. Bunu yaparken de “akademik” argümanlar atıyordu ortaya. Kendi görüş ve peşin hükümleri tarafından ezilmiş, uzmanlaşırken cahil kalmış, sisteme entegre olmuş, kendi varlığına yabancılaşarak bilinç olarak burjuvalaşmış, sınıf atlama güdüsü sürekli kamçılanarak ayakta duran bu kesimler, önemli özelliği sınıflı toplum olması olan sistemde depremin etkilerinin sınıfsal olmadığını tartışmakla oyalıyordu.
Onlarla tartışmak ise bir yanıyla herhangi bir kabile reisi, büyücü veya şeyhle depremin bilimsel yanlarını konuşmakla aynı şekilde nefes tüketmek demektir. Aynı kökenden, metafizikten beslenir. Bu tartışmanın aydınlatacağı tek şey, liberallerin bağnazlığıdır. Eşitlik, toplumsal yaşam uzaktan durup da hiç bir şey etkilemeden, ya da etkilenmeden tesbit yapılacak ve neredeyse tanrısal bir gözle, “objektif” olarak bakarak tarif edilecek bir olgu ya da fenomen değildir. Bizzat herkes incelediği şeyin incelenenidir de, objektif koşulların yerini nesnel ve somut koşullar alır. İnsan tarihin yaratanıdır da yaratılanıdır da. Kısacası kim sınıfsal değildir diyorsa, onun sınıfını tanımış oluruz. Felaketlerin sınıfsal olmadığı , “zenginleri de” etkileyeceği pandemide söylendi. Böyle diyenler burjuvazinin varolduğundan beri en eski silahını ateşlemiş demektir. Ve çağırdığı yer onun safıdır.
O böyle yaparken aynı adi ve kaçakçı müteahhitlerin çürük binalarını balçık ve bataklık dolu toprağa inşa etmesi gibi dogmatizmin kulelerini de en ilkel ve gerici saplantılarla bataklığa dönmüş zihninde inşa ediyor. Bulunduğu yeri de daha da bataklığa çeviriyor.
"HABAŞ BURASI, BUNLAR ŞEYTANCA ÇALIŞIR"
İzmir’de yıkım oluşturan afeti, Menemen ve Aliağa civarı görece sakin atlattı...
Sayılı birkaç kişi depreme 8-10 metre yükseklikte, 15-20 metre uzunluğunda sabit bir ray üzerinde gidip gelen bir tavan vincinin üzerinde yakalanır. Onlardan birisi, HABAŞ’tan bir işçiydi. Gündüzde çalışan herkes işyerinde yakalanmıştı.
“İyiyim iyi sağ ol… Valla vincin üstündeydim. Bir gümbürtü oldu, hiçbir şeye benzemiyordu. Sarsıntı bambaşkaydı. Çok patlama gördük, duyduk. Çabuk anladık zaten şiddetinden. Vincin kafesinde otururken yerimden fırlayacaktım. Çelik kolonlar bir sallandı, yere devriliyor sandım. Kütür kütür sesler geldi her yerden. Yerimden kıpırdayamadım, fırlamayayım diye tutundum. Sakinleşti biraz durduk, evi çocukları aradık sorduk. Sonra baktık bina göçmüyor devam ettik. İş durmadı, 4 vardiyası geldi çalışmaya devam etti. Ne dedin? Hasar tespiti mi? İnsan sağlığı güvenliği mi? HABAŞ burası, bunlar şeytanın uşakları, öyle çalışır...”
"AİLEMİ BİR PANELVANA BIRAKIP, İŞE YETİŞTİM"
Çevredeki işletmelerde deprem acil durum prosedürü olup olmadığını, varsa ne oranda devreye alındığını söyleyebilmek zor. Buralar, örgütsüzlüğün olduğu, daha doğrusu fabrikaların idareci, amir, formen hiyerarşisinin başta olduğu şekilde örgütlendiği ve sadece fabrikayı daha fazla çalıştırmaya odaklanmış yönetim anlayışının hakim olduğu yerler. HABAŞ’tan bir işçi, “evdekileri” güvenceye aldıktan sonra fabrikaya gittiğini, “Ne olmuş bitmiş” demeye fırsat olmadan üretimin devam ettiğini söylüyordu: “16 vardiyası için evden çıkmıştım. Sonra servis durağının orada kahvedeyken yer sarsıldı. Herkes kendini dışarı attı, bir anda mahşer gibi oldu sokak. Ayrıldım duraktan, hemen eve gittim abi. Annem ayrı evde onu aldım, çocukları aldım sokağa çıktık. Bir panelvan gibi bir şey var sokakta, tıkıp tıkıştırdım hepsini, servise yetiştim. He, öylece bıraktım. Fabrika bizi çağırdı hemen. Akşam boyu da evdekilerle haberleştik. Validenin evinde hasar var, giremez gibi. Sokakta ateş yakıp beklemişler. Gece döndüm, saat 2-3 gibi eve hep beraber girdik mecbur ne yapalım? Hem dinlenmek lazım hem de soğuk oldu, çocuklar sefil olacaktı. Annem de bizde kaldı, o eve girilir mi bilmem.”
Star Rafinerisinde bir işçi depreme yerde yakalandığını ve dışarı çıkabildiğini söylerken herhangi olağanüstü bir durum duymadığını anlatıyordu: “Ortalık bir sarsıldı. Arıza olmadı. Evdekilere ulaştık, ortalığı toplayalım derken vardiya bitti çıktık. Asıl deprem başka bizde. Eksiltme denilen bir sistem geldi. Zaten yetersiz insanla çalışıyorduk şimdi de her vardiyadan bir kişi eksiltip gelme diyorlar. Kritik sayıyla çalışıyor fabrika. Salgın arttı güvenlik önlemi diyorlar. Bu deprem üstüne bir de eksik insanla çalıştı millet.”
GÜVENLİ OLMAYAN BİNALARDA ÇALIŞMAYA DEVAM
Depremden sonra olağanüstü çabayla çalışan ve teyakkuza geçen belediye içinde bütün çalışanlar sahada değildi. Eski ve yıpranmış olduğu, taşınılması gerektiği yıllardır söylenen eski ama tarihi bile olamadan yıpranmış belediye binasında çalışanlar işbaşına çağırıldıklarında endişe içindeydi. 29 Ekim tatilindeki büyükşehir belediyesi çalışanları pazartesi günü işbaşı çağrısını tartışıyordu.
- “Bizim hizmet binasının dayanıksız olduğunu biliyorduk, Allah’tan yıkılmadı ama çatlaklar kırıklar tavandan dökülen kaplamalar, sarkan elektrik tesisatları… Ertesi gün cumartesi pazar olunca girmedik çalışmaya, denetçiler dolaşır diye düşündük. Pazartesi işe çağırdıklarında şok oldum. Hiçbir amirimiz olan biten ve son durum hakkında bilgi vermedi, bölüm idarecileri rapor paylaşmadı. Evdekileri bırakıp gitmek bir yana ayakta zor duran bir binaya gidiyormuşuz gibi geldi. Sonra sendikadan arkadaşlara ulaştım, bir binayı kontrol ettirebildiklerini ‘İzmiroğlu binası’ denen hizmet binasına girmek için izin alamadıklarını, kontrol olmadan orada işbaşı yapılmasına izin vermeyeceklerini söylediler. Ama mesaiye gelmeyi zorunlu tutmuşlar. Görevimizin başına gittik. Belediye çalışanları zaten korona boyunca özveriyle çalıştı. Şimdi de dinlenmeden, evine gitmeden çalışan arkadaşlarımız oldu. Kamu hizmeti yaptığımızın bilincindeyiz, idari amirler de bu bilinçte olmalı.”
- “Çiğli’deki çalıştığımız fabrikada (tekstil) nasıl bir sallanma, nasıl bir sarsıntı… Kendimizi dışarı zor attık. Patron en son geldi. Sanki yıkılırsa ben de altında kalayım daha iyi der gibiydi çatlak! Kimsenin suratına bakmıyordu, ketum ve donuk bir ifadeyle havaya bakarak, ‘Çay molası olacaktı, ona sayalım, 15 dakika bekleyelim gireriz’ dedi. Herkes evine gitmek istiyordu. Korkuyorduk. Evdekilere ulaşamıyorduk. O insaf etmedi, ‘Mesaiye kalınacak’ dedi üstelik. Akşam 9’a kadar fabrikada kaldık. Patronun oğlu, müdür hemen çıktı, oğlunu okuldan aldı, evine götürdü, eşini de evden almış, güvenli bir yere bırakmış. Sanki bizim evlatlarımız evlat değil, evimiz ev değil. Cumartesi gelmeyelim dedik, kabul etmedi. ‘Bu işler nasıl bitecek, kim yapacak’ dedi...”