Solda üç eğilim ve cumhuriyet tartışmaları
"AKP’nin yok ettiği cumhuriyeti savunma" iddiasını politik bir hat haline getiren ve bunu giderek teorize eden sol muhalefetin bu noktaya nasıl geldiği, belki daha önemli ve güncel bir sorundur.
Fotoğraf Wikimedia Commons'dan alınmıştır.
Arif KOŞAR
Cumhuriyet tartışmalarında sol kamuoyunda iki uç eğilim öne çıktı. Bu eğilimler eskiden de vardı, vardı ama, şimdi epeyce uç noktalara savruldu. Biraz da içinden geçtiğimiz dönemle ilgili. Üç eğilime geçmeden önce, belki bilinen ama ülkenin egemen siyasal kutuplaşması çerçevesinde göz ardı edilen cumhuriyet kavramının kendisi üzerinde durmakta fayda var.
Modern anlamda cumhuriyet kavramının temeli, siyasal iktidarın soy-kan bağına dayalı olmaması, bir bakıma “kamu malı” haline gelmesidir. Yönetimin “kamusal” bir nitelik kazanması vatandaşlık ilişkisi ve siyasal eşitliği gerektirir. Kavramın kökeni antik çağa kadar uzansa da modern şekillenişi monarşi karşıtlığını, örneğin 18. yüzyılda Hollanda, İsviçre ve Fransa gibi ülkelerin yönetimlerini tanımlamak üzere kullanıldı.
Cumhuriyet feodal üretim tarzından kapitalist topluma geçiş sürecinde ulus devletin tek değil ama tipik siyasal biçimi olarak yaygınlaştı. Büyük Britanya, Norveç, İspanya gibi ülkelerde biçimsel olarak monarşi devem etse de sembolik bir işlevle sınırlandı. Zamanla aristokrasi kapitalistleşti, siyasal iktidarın belirlenme ve yönetim tarzı cumhuriyete yakınlaştı. 20. yüzyılda ise Rusya, Almanya, İtalya, Bulgaristan ve Yunanistan gibi ülkelerde monarşilerin yıkılması işçi hareketinin doğrudan ya da dolaylı etkisi ile gerçekleşti.
Tarihte monarşinin yerini cumhuriyetin alması, genellikle, sadece yönetimin değil bütün bir paradigmanın değişmesiyle birlikte söz konusu oldu. 18. yüzyılda ticaret, sınıfsal yapı, zenginliğin kaynağı, zenginliği elinde tutanlar, üretim biçimi, yöntemi, devlet, kültür, din, teknoloji vb. her şey hızlı bir değişim sürecinden geçiyordu. Kapitalist ilişkiler feodal toplumun içinde filizlendi ve giderek ağırlık kazandı. Yönetim biçiminin değişmesi bunun bazen önde giden bazen geriden gelen parçasıydı ve farklı biçimler aldı. Bu süreçte ulus devlet, “ulus”, “vatandaş” ve işçi sınıfı ortaya çıktı.
Antik ve Ortaçağ’daki referansları bir yana, kapitalist toplumun tipik yönetim biçimi olarak cumhuriyet, farklı hükümet biçimlerini kapsar. Örneğin bir cumhuriyette hükümet başkanlık, yarı-başkanlık, parlamenter ya da bunların karışımından oluşan biçimler alabilir. Ya da simgesel bir monarşi varlığını korurken parlamenter temele dayalı bir hükümet sistemi söz konusu olabilir. Yine Cumhuriyet çatısı altında demokratik, otokratik, oligarşik ya da faşist siyasal rejimler inşa edilebilir, bu siyasal rejimler devletin genel yapısında köklü değişikliklere yol açabilir.
Yaygın ama yanlış bir kanıya göre, cumhuriyet “demokrasi” ile eşitlenmekte ve onun farklı biçimler alabileceği göz ardı edilmektedir. Cumhuriyet ne seçimleri ne çok partili düzeni ne de kuvvetler ayrılığını varsayar. Hatırlatalım cumhuriyetin temel ilkesi iktidarın kan-soy bağına dayanmaması, yani herhangi bir monarşinin olmamasıdır. Tüm halk seçimlere katılabilmesine rağmen İngiltere biçimsel olarak hala monarşidir. Öte yandan 1950’ye kadar tek parti dönemi olmasına, seçimler muhalefet partisi olmaksızın büyük ölçüde göstermelik yapılmasına rağmen Türkiye bir cumhuriyetti. Hitler, iktidara geldiğinde kimse Almanya’nın bir cumhuriyet olmadığını ileri sürmedi. Ya da Şili’de Pinochet darbesi, Türkiye’de ’80 darbesi olduğunda bu ülkelerin cumhuriyet olmadığı biçiminde bir iddia kimsenin aklına gelmedi. Cumhuriyettiler, ancak demokratik olmayan cumhuriyettiler.
I.
Solda, cumhuriyet tartışmasına ilişkin eğilimlerden birincisinde, temel argüman AKP’nin ya da sermayenin cumhuriyeti ortadan kaldırdığı, cumhuriyetin gerçek savunucusunun solcular, devrimciler ya da sosyalistler olduğudur. Buna göre cumhuriyet elden gidiyor ve onu savunmalıyız.
Birinci eğilim cumhuriyetin feodal saltanat rejimi karşısında büyük bir ilerici adım olduğuna haklı olarak dikkat çekiyor. Dikkati o kadar çekiyor ki, bu sündürmenin sonucunda cumhuriyet, kapitalizmin siyasal biçimlerinden birisi olmaktan çıkıp göksel bir ilkeye, gerçek haliyle alakasız bir “idea”ya dönüşüyor. Örneğin, sermayenin cumhuriyetin altını oyduğunu düşünüyor ama cumhuriyetin kapitalizmle ve sermaye ile bir uyuşmazlığı yok. Tam aksine sermaye çok zorda kalmadıkça seçimlere, parlamento gibi göstermelik kurumlara muhtaç. Örneğin TÜSİAD’ın parlamento ya da seçimlerle bir derdi olmadığı gibi, bunu elinden geldiğince savunmaktadır. Elinden ne geldiği ayrı bir konudur. Tarihsel biçimleniş ve uzlaşma cumhuriyet olarak şekillenmiştir ve bu keyfi bir tercih değildir. Bugün sermayenin hanedan-saltanat sistemine dönüşü ya da kadınların oy hakkının kaldırılması gibi şeyleri savunması beklenemez. Hakeza AKP’nin en önemli argümanlarından birisi “sandık” ve buna dayalı “milli irade”dir.
Peki, tek adam rejimi ile adım adım faşizm inşa ediliyor, hak ve özgürlükler askıya alınıyor, laikliğin tabutuna çiviler çakılıyorsa bütün bunlar cumhuriyetin bitmiş olduğunu göstermez mi? Göstermez. Çünkü zaten gerçek cumhuriyet en azından 1925’ten itibaren uzunca bir süre tek parti rejimi idi, sendika ya da toplu sözleşme yasaktı, işçi eylemlerine iktidarın cevabını genellikle kurşundu. Kurtuluş savaşında en azından Türk ve Kürt vatanı olarak tanımlanan Anadolu “Türk vatanı” olmakla kalmamış, aldatılan Kürtlerin her hareketi, hatta neredeyse hareket etmemesi katliamla sonuçlanmıştı. Azınlıkların hali de benzerdi. Laiklik Diyanetliydi. Irkçılık bir dönem baş teori yapılmış, darbeler, katliamlar, baskılar eksik olmamıştı. Faili meçhuller, DGM’ler, mafya, Susurluklar da cabası. Eldeki, gerçek hayattaki cumhuriyet böyleydi, demokratik hak ve özgürlükler çoğunlukla ona yabancıydı. AKP’nin bu cumhuriyeti yok ettiği ileri sürülüyorsa, pek de doğru sayılmazdı.
Şimdi, AKP, beteri, daha da beter etti mi? Etti, doğru. Ama Cumhuriyet denilen şey, kapitalizmin -tek olması bile- tipik siyasal biçimi ise ve onu tanımlayan temel olgu “iktidarın soy-kan bağıyla aktarılmayışı” ise cumhuriyetin tehlikede olduğu yok. Sorun Erdoğan’ın veliahtının Bilal ya da torunu olup olmaması değil. Bilal ehliyetini kaybederse, 5 yaşında bir çocuk padişah ya da cumhurbaşkanı olmayacak. Elbette, olağanüstü bir durum olmadıkça, AKP’nin başına yine Erdoğan’ın önerdiği birisi gelecek. Ancak neredeyse tüm kapitalist ülkelerde, zaten düzen partilerinin yönetimleri, yine olağanüstü hallerin dışında, egemenlerin hizmetindeki siyasal bir elit arasında değişip durmuyor mu? Baba Bush oğul Bush, erkek eş Clinton kadın eş Clinton gibi. Mesela Almanya’da Merkel siyasi arenadan çekilince elbette birini destekleyecek. Tıpkı Erdoğan gibi. Sorun Erdoğan’ın kimi önereceği değil, AKP’nin temsil ettiği tekelci diktatörlük düzeninin kendisi. Tehlikede olan da cumhuriyet değil, çoğunlukla emekçilerin mücadelesinin sonucu olan laik ve demokratik kazanımlar, emekçilerin ekonomik ve siyasal hakları, yaşamları, olduğu kadarıyla geçimleridir.
Dolayısıyla cumhuriyetin bittiği falan yoktur. Mevcut cumhuriyet ne demokratik ne gerçek anlamda laik ne de emekçi olmuştur. Tamam, bugünkü durum daha beter olabilir. Ama bu, ulusalcı bir çizgiye doğru adım atarak “cumhuriyete biz sahip çıkıyoruz” demeyi gerektirmez. Rota oldukça tehlikelidir ve varacağı yerin somut örnekleri mevcuttur. Sorun sosyalist bir cumhuriyeti savunmak değil, bu haklıdır ve doğrudur, sorun AKP ile mücadele adına geçmiş rejimi idealize edip savunma noktasına düşmektir. Bunun ne anlama geldiğine son bölümde değineceğiz.
II.
İkinci eğilim ise 1923’te kurulan cumhuriyetin Osmanlı’dan bir farkı olmadığı, İttihatçı geleneğin yenilenerek devam ettiği ve daima iktidarda olduğu, dolayısıyla halklar açısından değişen bir şeyin olmadığı tezine dayanmaktadır. Bu liberalize yaklaşımın tipik sonucu bürokrasi/devlet ve sivil toplum ikiliğidir. Daha sol bir versiyonunda ise Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalist bir savaş olmadığı, cumhuriyetin egemen sınıfın iki kliği arasındaki mücadelenin bir sonucu olduğu ileri sürülmektedir.
Feodal saltanat rejiminden Cumhuriyete geçişi bir kısmı haklı olan bu gerekçelerle önemsizleştirmek yine aynı göksel “cumhuriyet ideası”na dayanır. Hayal edilen cumhuriyet hayata geçmemiş, dolayısıyla önemli bir şey olmamıştır. Oysa cumhuriyet otomatik bir demokrasi makinesi değildir. Demokratik ilerlemeler için bir olanak sağlar, ancak, bunlar bir mücadele sonucunda kazanılabilir ve öyle olmalıdır. Demokratik bir cumhuriyetin gerçekleşmemiş olması, feodal saltanatın yıkılmasını önemsizleştirmediği gibi AKP tarafından hedefe konulan kimi modern kazanımların savunulması da önemsizleştirmez.
Birçok yönden çok daha radikal olmasına ve temelli farklılıklarına rağmen Fransız Devrimi için de benzer eleştiriler yapılmıştır. Özellikle 1980’lerde ve hatta bugün de postmodern solcular çağdaş modernizm eleştirisini, modernizmi doğuran koşullara ve Fransız devrimine genişletmiştir. İşçi sınıfını vahşi kapitalizmin girdabına sokan, binlerce işçinin canını alan, modern emperyalizmin doğuşuna zemin hazırlayan, Afrika’da halkları katleden cumhuriyetin nesi ilerici idi? Gerçekten de, aristokrat bir romantik olmasak bile Fransız devriminden sonra kurulan cumhuriyette hem aristokrasiden devralınan hem de yeni geliştirilen halk düşmanı bir çok uygulama bulmak işten bile değildir. Ama bu, Fransız devriminin feodal monarşi karşısında yeni bir çağa işaret ettiği ve uluslararası devrimci bir rol oynadığı gerçeğini değiştirmez. Türkiye’deki durum elbette çok daha farklı, cılız ve üsttendir. Ancak anlatılmak istenen, tarihsel bir dönüşüm sürecindeki eksikliklere işaret etmenin, bu dönüşümün önemini ortadan kaldırmadığıdır.
İkinci eğilimin temel zaafı paradigmatik ve köklü bir değişimi göz ardı etmesi, tarihsel bir dönüşümü önemsizleştirmesidir. Altı yüzyıllık feodal teokratik saltanat ve devlet yıkılıp modern bir devlet kurulmuştur. Tüm uzlaşmalarına, kendi iddialarını bile yaşama geçirmedeki zayıflıklarına ve Osmanlı’dan devralınan geleneğe rağmen Cumhuriyeti koşullayan etkenler günümüzün modern hareketlerinin de zemini olmuştur: işçi sınıfı gelişmiş, büyümüş ve tüm siyasal zayıflıklarına rağmen nüfusun çoğunluğu haline gelmiştir. Kadın hareketi, Kürt hareketi, gençlik hareketi, laiklik, demokratik hak ve özgürlük mücadeleleri “modern” toplumsal hareketler olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Bütün bunlar cumhuriyet elbisesine bürünmüş kapitalist sürecin sonucudur. Elbette bu durum, bugünkü kapitalizmi savunmayı/övmeyi gerektirmez. Fransız Devrimi’nin tarihsel ilerici rolüne işaret etmenin günümüz Fransız kapitalizmini övmek anlamına gelmediği gibi. Aksine bu tarihsel bir analizin gereğidir ve kapitalizmi ortadan kaldıracak güçleri yarattığı için anlamlıdır. Bu güçler, sol liberal yaklaşım için pek de bir anlam ifade etmediğinden, onun tarihte gördüğü tek şeyin “İttihatçı devlet geleneği” ve “sivil toplum” arasındaki mücadele olması olağandır.
III.
Bir de üçüncü eğilim:
Çanakkale ve Birinci Dünya Savaşı’nın aksine Kurtuluş Savaşı anti-emperyalist bir savaştır ve sosyalist Sovyetler Birliği tarafından desteklenmesinin nedeni budur. Cumhuriyet bu sürecin sonucudur ve tarihsel olarak ilerici ve cılız da olsa devrimci bir hamledir. Ancak cumhuriyet Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, halkın siyasal hareketlilik ve katılımının en düşük düzeye indirildiği ve dışlandığı bir dönemde kurulmuştur. Bu nedenle Fransız Devrimi’nden farklı olarak radikal ve halkçı değil tepeden bir devrim olarak gerçekleşmiştir. Halk yığınlarının aktif muhalefeti ile yeterince zorlanmadığı ve onu ezdiği için ulusal burjuvazinin yönetimindeki cumhuriyet, demokratik bir içerik kazanmamış, bazı ilerici reformlarla sınırlı kalmıştı. Ona önderlik edenler, Suphilerin katliamında gösterdiği emekçi düşmanlığını artık sistematik bir devlet icraatı haline getirmiştir. İşçiler, köylüler, Kürtler ve azınlıklar üzerinde, baskı derecesi döneme göre değişen, anti-demokratik bir içerik kazanmıştır.
Yüzyıl önce feodal saltanata karşı kapitalist de olsa cumhuriyet ilericiydi. Elbette gerek Erdoğan gerek de başka lider merkezli baskıcı rejimler her zaman eski monarşileri anmış ve kendi tarihlerini geçmişin büyük imparatorluklarından başlatmışlardır. Bunun ideolojik yönleri ayrıca tartışma konusudur. Ancak AKP iktidarı ve tek adam rejiminde cisimleşen şey feodal bir saltanat değil, tarihinin tüm gerici değerlerini de kendine malzeme eden kapitalist, “tek adam”cı, dinci ve faşizme doğru ilerleyen bir rejimdir. Üzerimize ekonomik ve siyasal baskı olarak çöken şey cumhuriyeti yok ederek değil onun çatısı altında ilerlemektedir. Bunun karşısında genel bir “cumhuriyet” savunusu yeterli değildir. Emekçilerin temel hak ve taleplerinden başlayarak laikliği, demokratik hak ve özgürlükleri; kapitalist cumhuriyetin sınırlarını aşan ve sosyalist bir cumhuriyete ilerleyen gerçek bir halk demokrasisini savunmak gerekmektedir.
IV.
Kan bağı ve “ilahi hakka” dayalı monarşinin devrilmesi olarak Cumhuriyet, başlı başına laiklik temelinde atılmış bir adımdır. Ancak “ilahi hakka” dayanmıyor olsa bile cumhuriyet koşullarında egemenler, dini bir araç olarak kullanmaktan kolay kolay vazgeçmez. Tam da bu nedenle hem Türkiye’de hem de çok sayıda ülkede dinci ve muhafazakar politikalar yükseliş halinde. Türkiye’de 1924 yılında kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı da, tabi ki, laikliği tesis etmek değil, modern kapitalizmin ihtiyaçlarına uygun bir biçimde toplum-din ilişkisini yürütmek, bir bakıma dini yeni ihtiyaçlara göre uyarlamak ve kullanmak için kurulmuştur. Bu ihtiyaçlar döneme göre değişir.
“Cumhuriyeti savunma” çizgisi yeni değildir. Egemen sınıflar ve partileri arasındaki iç mücadelenin öne çıktığı, daha öncesi bir yana 1950’li yıllardan bugüne bu iddia şu ya da bu ölçüde gündemde. Kimi zaman Demokrat Parti’ye kimi zaten Refah Partisi’ne bugünse AKP’ye karşı. Tekelci sermayenin “modern” kesimleri ve burjuva muhalefet açısından “cumhuriyeti savunma” vurgusu esas olarak “laiklik” gündemi ile sınırlı olmuştur. Bu çizgi, laikliğin de ortadan kaldırıldığı anti-demokratik rejim ve kapitalist üretim tarzının yarattığı diğer sorunları gizlemenin aracı olarak kullanılmıştır. Örneğin koskoca cumhuriyet elden gidiyorsa asgari ücretin, yani emekçilerin üç-beş kuruş fazla almasının ne önemi olabilir ki! Ya da cumhuriyeti savunma çizgisinin, Kürt sorununda egemen sermaye ve devlet çizgisinde durma ile çelişmediği, aksine cumhuriyeti savunmanın Anayasasının ilk maddelerinde ifade edilen “tek millet” ilkesine sadık kalmaktan yani herkese “Türk” olmayı dayatmaktan geçtiği açıktır. Dolayısıyla, “cumhuriyeti savunma” çizgisi yeni değildir ve 1950’lerden bugüne, kendi iç çelişkileri ve saflaşmaları bağlamında bir egemen sınıf fraksiyonu ve partilerinin yer yer öne çıkardığı yer yer uykuya bıraktığı temel bir slogan ve konsepttir.
“AKP’nin yok ettiği cumhuriyeti savunma” iddiasını politik bir hat haline getiren ve bunu giderek teorize eden sol muhalefetin bu noktaya nasıl ve neden geldiği, belki daha önemli ve güncel bir sorundur. Açık ki, AKP’nin karşısında “cumhuriyet değerleri”ni ve laikliği savunma refleksi ile hareket eden ve genel olarak CHP tabanını oluşturan “muhalif” kitle ile buluşabilme arayışı söz konusudur ve bu genel olarak kötü bir şey de değildir. Özellikle AKP’nin günlük yaşamı ve devleti dinsel temelde yeniden yapılandırma süreci karşısında gerçek bir laiklik mücadelesi en önemli ihtiyaçlardan birisidir ve yanlış/eksik de olsa laiklik duyarlılığı içindeki halk kesimleri ile buluşmak, onların duyarlılıklarını devrimci bir siyasal hatta doğru ilerletmek gereklidir.
Ancak sorun, taktiksel olarak ayrıca tartışılabilecek bu hattın, giderek teorize edilmesi ve teorize edildikçe işin içinden çıkılmaz hale gelmesidir. AKP’nin gerçekten “cumhuriyeti ortadan kaldırdığı” tespit edilmekte, sermaye ile kapitalizmin tipik siyasal biçimi cumhuriyet arasında çelişkiler aranmakta ve bulunmakta, “sermaye cumhuriyetten vazgeçti” diyerek tekelci sermayenin bir kesimi ve partilerinin düzen içi platformuna doğru adım atılmaktadır. Alışılmadık değilse de tehlikeli olan budur: ağır siyasal süreçlerde egemen saflaşmanın dışında devrimci ve tutarlı demokrat bir çizgide, başka bir deyişle sosyalist çizgide durmak zor ama bir o kadar da önemlidir.