11 Kasım 2020 00:14

Kimin depremi, kimin trajedisi?

Peki gerçekten deprem milletçe hepimize trajik mi yansıyor ya da cidden depremin yıkıcılığını artıran şey halkın vurdum duymazlığı mı?

Kimin depremi, kimin trajedisi?

Fotoğraf: Eda Aktaş/Evrensel

Metin Berk SÜER
İTÜ

Kocaeli, Van, Elazığ, İzmir belki de sırada İstanbul... Yaşadığımız her depremin ardından yapılan açıklamalara baktığımızda iki şey görüyoruz. Bir; milletçe, hep birlikte çok trajik bir olay yaşadığımız ve bu günleri de atlatacağımıza dair olan birlik mesajları. İki; depreme dair her türlü hazırlığın yapıldığı ama halkın önlemlerini almadığı ve gelecek felaketin etkilerini artırdığı suçlamaları. Peki gerçekten deprem milletçe hepimize trajik mi yansıyor ya da cidden depremin yıkıcılığını artıran şey halkın vurdum duymazlığı mı?

AYNI SENARYO FARKLI DEPREMLER

Son yaşanan İzmir depremiyle birlikte her depremden sonra yaşadığımız günlerin kopyasını belirli bir dozda tekrar yaşamaya başladık. Depremin akşamına deprem uzmanlarının televizyonlara davet edildiği ve yeni deprem tahminlerinin teker teker sorulduğu, devlet olarak tüm imkanlarımızla bölgedeyiz diyen bakanların canlı görüntüleri, bir anda popüler olan depremzedeler ve onların trajik hikayeleri, bağış toplanması adına seferber olan kurumlar... Her depremin ardından Türkiye’de herhangi bir kentin depreme ne kadar hazırlıksız olduğu tekrar tekrar kanıtlanırken bir daha önlemsizlik sebepli bu tarz durumları yaşamamak adına atılacak adımlar sadece birer düşünce olarak kalıyor akıllarda. Uygulamaya geçmeyen ve iyi örnekler sunamayan deprem tespitleri her depremin yıkıcılığını daha da teşhir eden bir noktaya denk düşüyor. Peki kim etkileniyor bu depremin yıkıcılığından? Yaşanan günlerin ardından toplumca dayanışmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerde toplumun her kesimi dayanışılacak bir noktada mı bulunuyor? Bu sorulara yanıt vermek artık her zaman olduğundan çok daha zaruri çünkü depremin etkilerinin ve yıkıcılığının çok daha yakından hissedildiği yerlerde neden halen önlemlerin alınmadığı sorusunun cevabı bu yanıtta yatıyor.

DEPREM KİME RİSK YARATIYOR?

Deprem denilen doğal afet her ne kadar yıkıcılığı açısından kuvvetli bir yansımaya sahip olsa da yıkıcılığı asıl artıran şey depreme hazır bir fiziksel çevreye sahip olunmaması. Bu hazırlıksızlık depremin öncesinde de sonrasında da trajedinin asıl yaratıcısı olan durum aynı zamanda. Deprem sonrasında çöken apartmanlarda yürütülen arama-kurtarma çalışmaları sırasında o apartmanlarda yaşayanların ve apartmanın depreme hazır olmadığını üstüne basa basa yineleyen birçok duruma şahit oluyoruz. Duyduklarımız genellikle “... apartmanının 2015 yılında yapılan denetimde depreme hazır olmadığı ortaya çıktı” cümlesi ve onun devamı oluyor. Bu açıdan bakıldığında Devlet Bahçeli ve Murat Kurum’un riskli yerlerde oturmanın bir tercih meselesi olduğu ve ölenlerin kendi suçlarından dolayı öldüklerini kabul etmek çok kolay bir tercih hepimiz açısından. Gözümüzü kapatıp yaşadığımız yerleri tamamen bizim tercihimiz sonucu belirlediğimizi düşünürsek ve bunun ekonomik olarak gelir seviyesine hiç de bağlı olmayan bir tercih olduğuna kendimizi ikna edersek bu önerme oldukça doğru oluyor haliyle. Fakat bunu diyebilecek olanlar ile olmayanlar arasında gelir ve yaşam biçimi arasında 5 büyüklüğünde bir deprem ile 10 büyüklüğündeki bir deprem kadar fark var demek hiç de yanlış olmayacaktır.

Yaşadığımız konutlar ve fiziksel çevre bir birey olarak her şeyden bağımsız seçim yapabileceğimiz bir tercihe bağlı değil; aksine hayatta ailemizin ve bizlerin bulunduğu sınıfsal pozisyonların bir gerçeği. Bugün açısından deprem tehdidi olduğunu bilmesine rağmen riskli bir ev veya semtte ısrarla oturmaya devam eden bir ailenin o riskin farkında olmadığını, umursamadığını söylemek oldukça yanlış bir ifade şekli olacaktır. Riskli alanlarda yaşamanın eksilerini en iyi oralarda yaşayanların bildiklerini; sadece depremde değil sel, yangın, trafik, çöp, soğuk gibi etmenlerin de en çok onların karşılaştığı gerçekler olduğunu görmek için çevremize bir süre göz atmak dahi yeterli olacaktır. Peki bu kadar riskli alanlarda yaşanan ısrar, kötü yaşam koşullarına kendini ikna etme çabası nereden geliyor. Bu çaba tam da hayatın kendisinden geliyor aslında. Toplumsal olarak üretilen zenginlikten hiçbir zaman hak ettikleri payı alamayan ve zorunlu olarak yoksulluk, geçim sıkıntısı gibi dertlerde baş etmek zorunda bırakılan toplumun tüm kesimleri, içine düştükleri duruma göre tercihler yapmak zorundadırlar. Asgari ücretle geçimini sağlayan bir ailenin veya part-time çalışmak zorunda olan bir öğrencinin 2500 liralık bir bütçeyi kira olarak ayırması mı daha mantıklı yoksa kira, fatura, yaşam masrafları gibi birçok kalemi bir ay boyunca kendine yetecek şekilde planlaması mı? Tabii ki ikinci seçenek yaşamak için mecburi olan ve her zaman zorunluluktan tercih edilmesi gerek durum aslında. Böyle bir tercihi yapmak zorunda olan milyonların kiraya ayırabileceği bütçe gitgide en aza indirgenmek zorunda olduğunda da düşük kiralı evlerin bulunduğu, riskli semtlerde yaşamak deprem açısından büyük bir risk olsa da yaşamak için bir zorunluluk.

Hiçbir birey kendi yetersiz zekasından veya düşünememe eyleminden dolayı oturduğu konutu kötü şartlarda yaşamına devam edeceği bir tercihe sıkıştırmak istemez. Bu ancak bir sınıfsal bir zorunluluğun günlük hayata ve barınma zorunluluğuna bir yansımasıdır ve deprem asla hayatı var eden tüm şartlardan bağımsız önlem alınabilecek bir mesele olarak ele alınamaz. Bugün depremin yansımaları milletçe aşabileceğimiz bir samimiyetle ve halden anlama durumu ile çözülebilecek bir eksende bulunmuyor çünkü deprem zaten herkesin trajik etkilendiği bir doğal afet değil. Toplumsal zenginlikten pay almayanların riskli yerlerde oturmasının bir zorunluluk olduğu noktada, bu zenginlikten en büyük payı alan grupların gündeminde olan bir konu hiçbir zaman olmadı ve olmayacak deprem. Toplumun yaşadığı sefalet ve risk koşullarından azade bir hayat sürmekte olan ve toplumun ezilmiş tüm kesimlerini bu sefalet koşullarında yaşamaya mecbur bırakan kapitalizmin gerçek temsilcileri her depremden sonra sadece servetlerinden depremzedelere sadaka bağışlayan bir pozisyonda duruyorlar. Şu ana kadar geçirdiğimiz onca depremden sonra televizyon ekranlarında kendini can-hıraş bir şekilde dışarı atan ve canını zor kurtaran bir patron veya ailesi görüp görmediğimizi biraz düşünelim. Sonra da bir fabrika sahibinin bizimle aynı evlerde oturabileceği ihtimalini düşünelim. Zaten bunları düşündüğümüzde depremin kimler için deprem kimler içinse sadece 1 dakikalık bir heyecan ve korku ortamı olduğunu anlamamız oldukça kolaylaşacaktır. İçinde bulunduğu hayat koşulları açısından konutunu da işini de deprem gerçeğine çok uzak bir şekilde, güvenli olarak koruma altına almış toplumsal kesimler açısından zaten riskli konut diye bir kavram yok. Zaten ciddi anlamda sınırsız bir şekilde konutlarının nerede olabileceği seçebilen tek toplumsal kesim de onlar. O zaman depremin ardından halk olarak birbirimize sarılarak bugünleri aşacağımızı söyleyenlere karşı bu ayrımın yarattığı riskleri tartışmak bizler için asıl noktada konumlanıyor.

KÖYLÜ KURNAZLIĞI HER ŞEYİN SEBEBİ Mİ?

Yaşanan depremlerin ardından gündeme gelen bir diğer mesele de halkın deprem için yaratılan mücadele ve hazırlık ortamını suistimal eden bir noktada bulunması ve amiyane tabirle “köylü kurnazlığı” yaparak depremin yıkıcılığını artırması durumu. Genel olarak Türkiye’de kentlere baktığımızda bu söylenen durumu desteleyecek milyonlarca örnek bulunabilir. Halkın bir daire daha kazanmak adına konutlarını depremden azade şekilde inşa etmesi ve kullanması elbette toplumsal açıdan yaşanması daha zor kentler ve depremle daha zor baş edebilecek bir fiziksel çevre yaratmaktadır. Fakat burada unutulan veya bilinçli olarak unutturulmaya çalışılan çok önemli bir nokta bulunmaktadır. Yapılan bu kadar yanlışlığı yasal olarak güvence altına alan, çıkardığı imar barışları, yasalarıyla birlikte kaçak yapılaşmayı bir noktada özendiren, kentsel dönüşüm uygulamalarını depremle mücadelen çok rant uğruna kurgulayan bir devlet kavramı bu yanlış gidişatı derinleştiren ve teşvik eden en büyük etmendir. Bunu unutarak kentlere bakıldığında kentlerin denetleyici bir mekanizması olduğu ile bu denetimi kar amaçlı esnek tutan devlet kurumları arasında dikkat edilmesi gereken ciddi bir ayrım vardır. Depremle mücadele etmek ve yaşadığımız konutların güvenli bir şekilde inşa edilmesini, denetlenmesini garanti altına almak devletin başta yıllardır topladığı deprem vergileri ve diğer tüm vergilerle yerine getirmek zorunda olduğu bir sorumluluktur. Bu alanın bilerek sistem dışına itilme çabası ve kamusal yerine sadece kar getiren uygulamaların kentlerde bu kadar yaygınlık kazanarak kentleri biçimlendirmesi, devletin deprem ve diğer tüm afetler için nasıl bir sınıfsal pozisyonda bulunduğunu gösteren bir noktada. Kentleri depreme hazırlamak için gerekli adımları atmayan ama topladığı vergilerle büyük şirketlerin borçlarını ödeyen, deprem toplanma alanlarını ve değerli kentsel arazileri inşaat sanayi için lezzetli bir lokma olarak öne sunan ve bu adımların hepsiyle birlikte kentteki sınıfsal karşıtlığı derinleştiren bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Kentlerin depreme karşı hazırlıksız bir konumda olmasını vatandaşın kurnazlığına bağlamak için vatandaşa bu kurnazlığın dersini veren ve özendiren kar getirici adımların içeriğine bakmak gerekiyor o halde. Denetlenmeyen inşaatların, alınmayan izinlere rağmen tanıdık varsa inşa edilen yapıların gerçekliğini yaratan kurnaz vatandaş değil devlet ve özel sektör ortaklığının kentlerdeki mirasıdır. Bu mirasın özendirilmesi de depremin gitgide unutularak denklemden çıktığı ve depremiyle birlikte her türden doğal afetin önemsenmeden yapılaşan kentler yaratmıştır. Bu ikilimde maktülün kim olduğu konusunda herkesin ciddi bir şekilde, aktörlerin rolleriyle birlikte düşünmesi gerekmektedir.

DEPREMİ BEKLEMEKTEN ÖTE...

Deprem gerçeğini yaratan insanlar olmasa da onun etkileri ile yüzleşmek zorunda olanlar bizleriz. Bu yüzleşmenin tarafları da her depremden sonra ölen, sefalet koşullarında yaşamaya maruz bırakılan, hayatta tek derdi geçimini sağlamak olan sınıfların karşısında bu durumu yaratan sınıflardır. Bu yüzleşmenin nihai çözümü de bir tarafın yoksulluğu ve deprem gerçeğini yaşarken içine itildiği yaşam koşullarının karşısında; kendi zenginliğini yaratan sistemi ve onun savunucusu devlet kurumundan hesap sorması ve itildiği yaşam koşullarıyla birlikte deprem gerçeğinin altında ezilmek zorunda kalmadığı bir dünya yaratmasından geçmektedir.


 

Evrensel'i Takip Et