27 Kasım 2020 22:43

İzmir Hakimi Orhan Gazi Ertekin: Reform söylemi kısa zamanda kısa devre yaptı

Reform söyleminin bu kadar büyütülmesinin temel sebebinin yaşanan sıkışmışlık olduğu kanaatindeyim. Ama herkesin medet umduğu reform söyleminden ciddi sonuçlar çıkacağı kanaatinde değilim.

Fotoğraf, Orhan Ertekin'in kişisel arşivinden alınmıştır.

Paylaş

Berat Albayrak’ın istifası sonrasında AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan artık sayısını unuttuğumuz yeni bir “ekonomide ve hukukta reform” açıklaması gelmişti. Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu (YİK) Üyesi Bülent Arınç’ın “Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala’nın serbest bırakılması” yönündeki sözlerinin eklemlenmesiyle tartışmalar daha da boyutlandı. Erdoğan’ın reform konusundaki samimiyetinden reformun sınırlarını Bahçeli’nin çizeceğine; Erdoğan’ın paradigma değişikliğine gideceğinden Cumhur İttifakı’nın dağılacağına, birbiriyle çelişkili yazılar, değerlendirmeler yapıldı. Arınç’ın, Erdoğan’ın reform paketine bir yol açmak ve oluşan tepkileri ölçmek için öne sürüldüğü yorumlarının mürekkebi kurumadan, Bahçeli ve Erdoğan’ın sert eleştirilerine maruz kalan Arınç, ne iş yaptığı anlaşılmayan YİK’ten istifa etti.

Cumartesi söyleşisinde bu hafta reform tartışmalarının yargı ve hukuk ayağını Demokratik Yargı Derneği Eş Başkanı, Kamu Hukuku Uzmanı, Hâkim Dr. Orhan Gazi Ertekin’le konuştuk.

‘Reform’ söyleminin Türkiye siyasetinin “kalıcı ve rutin” bir söylemi olduğuna işaret eden Ertekin’e göre yargıda HSK dışında kurumsal bir reforma acil olarak ihtiyaç yok. Tekin, “Türkiye’nin yargısı kendi yasalarıyla mücadele etmektedir. Trajedi buradadır” diyor.

Siyaset iki haftadır ‘ekonomide ve hukukta reform’ gündemini tartışıyor. Ayrıntılara girmeden önce, Erdoğan yine neden ‘Reform yapacağız’ demek durumunda kaldı ve bu reform kimler için yapılacak?

Reform sözcüğü, 1856’dan itibaren Türk siyasetinin yapısal unsurlarından biridir. Bundan daha kalıcı olan unsurların pek az olduğu kanaatindeyim. Kadroculuğun ve kadrolaşmanın bile -ki Türkiye’deki siyasi gelenekler kadroculuk üzerinden kurulur- reform kadar yapısal bir unsur olmadığı kanaatindeyim. Dolayısıyla 1856’dan sonra kalıcı ve rutin bir söyleme dönüşmüştür. Ciddi reform dönemleri olmuştur; özellikle Abdülmecit dönemi iyi bir reform dönemidir, sonra 1908 ile 1917 arasında ve 1923 ile 1928 arasında reform dönemleri vardır. Ama onun dışında gerçekten reformun yaşandığı bir dönem olmamıştır. Buna karşılık reform, Türkiye siyasetinde her zaman rutin bir söylem ve vaat olarak var olmuştur. Türkiye siyaseti 150 yıldır her gün reformla kalkar reformla yatar. Türkiye’de son 15 gündür yapılan reform tartışmalarını da bu klasik kuralın halkalarından biri olarak görüyorum. Son 15 gündür bu yapısal söylem yeniden devreye girmiş durumda. Bu bir defa bir iletişim biçimidir. Özellikle Batıyla iletişim biçimidir. Batı iki yüz yıldır bizden reform ister, biz de tabii ki “İstediğiniz reform olsun” deriz. Batı, reformu bir yasal ve kurumsal değişim olarak anlamaktadır. Biz de buna uygun yasal değişimler yaparız ya da yapmaya söz veririz. Sonra her iki taraf da “Niye düzelmedi ki işler” diye sormaya başlar. Sonra yeniden başa dönülür. Bu rutin, Türkiye yargı tarihinde belirttiğim üç dönem dışında hep olmuştur.

Dolayısıyla bugünkü reform söylemi esas olarak uluslararası ve yerli sermayenin ihtiyaçlarına yönelik bir söylem?

Hukukun ve siyasetin işi sınıflar değilse de kapitalist düzenin talepleri çerçevesinde faaliyet yürütmektir. Her iki alan da sınıfların doğrudan ihtiyaçlarına değilse bile sistemin taleplerine uygun çalışır. 

İki ay önce BM’nin Evrensel Periyodik İncelemesinde, Türkiye’ye diğer devletlerden gelen yargıya ilişkin tavsiyelerin, iktidar tarafından ‘Gerekli tüm değişikliklerin yapıldığı ve yargı bağımsızlığının uluslararası standartlara uygun olduğu’ gerekçesiyle kabul edilmediğini anımsarsak, iki ay sonra değişen ne?

Önce şöyle söyleyeyim, şaşırtıcı olacak ama Türkiye’de yasal ve kurumsal düzeyde yargı bağımsızlığına dönük ciddiye alınabilir bir engel yoktur. Yani Batıdaki birçok kurum ve yasal alt yapının Türkiye’de de olduğu kanaatindeyim. Zaten Türkiye’de kurumsal bir reform çok ihtiyaç gibi görünmüyor. Yargı yönetim karargâhı olarak HSK dışında… Sayın Adalet Bakanı’nın kendi beyanları doğruysa, reforma zaten gerek yok. Çünkü Sayın Bakan hakimlere “Yasayı uygulamıyorsunuz” diyor. Eğer yasayı uygulamayan hakimler varsa zaten yasal reforma, kurumsal reforma ihtiyaç yok demektir. Başka bir ihtiyaç var demektir, o da yasalara karşı savaşan hâkim, savcılar konusunda gerekli işlemi yapmak.

Yani sorun uygulamada mı?

Evet, en önemli şey uygulamadır. Avrupa’ya verilen cevap, yasal ve kurumsal düzeyde doğrudur; fakat pratikte yasal ve kurumsal düzeyle zaten savaşıldığı için sorun çıkmaktadır. Yani Türkiye’nin yargısı, Türkiye’nin hukuku ve yasalarıyla mücadele etmektedir. Trajedi budur zaten.

Yargı alanındaki son reform, bir buçuk yıl önce, 30 Mayıs 2019’da Cumhurbaşkanı tarafından açıklanmıştı. ‘Yargı Reform Stratejisi’nde yolunda gitmeyen ne oldu ki bir buçuk yıl sonra yeniden reform söylemine başvuruluyor?

Türkiye’de hiçbir yargı reformundan sonra bir değişiklik olmaz. Bir buçuk yıldır da uygulamalar bakımından yeni bir durumla karşı karşıya değiliz. 15 Temmuz 2016’dan itibaren devam eden süreç, herhangi bir değişiklik olmadan aynı uygulamalarıyla devam ediyor. Dolayısıyla burada kırılma 15 Temmuz sonrası kırılmasıdır. Ondan sonraki reform toplantıları vs. bunların hepsi zaten Türkiye bürokrasisinin ve siyasetinin temel iştigal alanıdır. Bir gün reform yapmazsa o siyasetçi ve o bürokrat aslında işini yapmıyor demektir. Yani onun kendi çalışma malzemesidir reform. Her gün farklı bir konuda çalışmaya girerek onu reform olarak sunarlar. Örneğin e-duruşma yapma. Pandemi süreci içinde e-duruşma yapmanın alt yapısının kurulması, pratikte gerçekleştirilmesi için sorunların çözülmesi bir reform olarak sunulabilir, sunulmuştur. Ama bunların hiçbiri Türkiye yargısının krizini çözebilecek bir çözüm değil ve kurumsal olarak da yapılan değişiklikler zaten gündelik ihtiyaçlara cevap vermenin ötesine geçmiyor. 

TÜRKİYE BİR GEÇİŞ SÜRECİNDE, NEREYE VARACAĞINI SÖYLEMEK ZOR

Erdoğan ‘vites yükseltmekten’ değil ‘araç değiştirmekten’ söz etti. Reform söyleminin bu kadar iddialı gündeme getirilmesinin zamanlaması için yorumunuz ne? Zira yandaş kalemler ve kimi liberaller bunu bir rota değişimi olarak değerlendiriyor.

Son 15 gündür reform söyleminin üzerine bu kadar gidilmesinin ana sebebi iktidardan çok muhalefet bence.

Nasıl?

Muhalefet olağanüstü gerilmiş durumda, sadece muhalefet de değil halkın geniş kesimleri olağanüstü durumda, ekonomi olağanüstü sıkışmış durumda. Bu nedenle reform sözcüğü sadece adıyla bile iyileştirici bir yol gibi göründü. Bu da sadece muhalefetin değil, AKP’nin tabanı dahil, halkın geniş kesimlerinin bir rahatlama beklentisine işaret ediyor.

Çünkü, başkanlık ile birlikte gelen karar ve irade süreçlerinin işlemez halde olduğunu çok kısa zamanda anladık. İktidar, 2017-18’de oluşturduğu kendi kurumsal ve yasal düzeninin işlevsizlik ve yetersizliği ile karşı karşıya. Tam da pandemi nedeniyle işlevsel kurumlar ve teknik karar merkezlerine ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde geleceği öngörmeyi daha da zorlaştıran belirsizlikler alanı çoğaldı. Reform söyleminin bu kadar üzerinde durulmasının, bu kadar büyütülmesinin temel sebebinin bu gerginlik, sıkışmışlık ve huzursuzluk hali olduğu kanaatindeyim. Ama tabii herkesin hızla sarılmak istediği ve medet umduğu reform söyleminden çok ciddi sonuçlar çıkabileceği kanaatinde değilim.

Sözünü ettiğiniz beklenti, pompalanan bir beklenti. Diğer yandan reform söyleminin ortaya atıldığı günden bu yana anti demokratik uygulamalarda değişen bir şey yok. DTK operasyonu, Cumartesi Annelerine dava açılması, Çakıcı mektubunun ifade özgürlüğü olarak sayılması, haklarını aramak isteyen işçilere gözaltılar… Bu pratikler, reform söyleminin içeriğine dair nasıl ipuçları veriyor?

15 Temmuz’dan itibaren herhangi bir ara dönem tespit etmenin doğru olmadığı ve gerçekte yaşananları karşılamayacağı kanaatindeyim. 15 Temmuz sonrası bir olağanüstü hâl ilan edildi ve sonra biçimsel olarak kaldırıldı. Ama OHAL’in hukuki ve yasaklamacı kültürü aynen devam ettiği gibi, daha ılımlı uygulamalar da ortada görünmüyor. KHK mağdurları hala basit hukuki kuralların uygulanmasını bekliyorlar örneğin. Masumiyet temel kuralı yerine suçluluğun peşin ve hem de kolektif bir hükme bırakarak uygulanması devam ediyor. O nedenle 15 Temmuz sonrası sürecin belli ölçüde değiştiğine, farklılaştığına dair herhangi bir tespitin anlamı olmadığı kanaatindeyim. Türkiye’de çok ciddi bir egemenlik krizi var. Bu üç krizin bir araya gelmesi demek. Birincisi cumhuriyetin krizi, ikincisi siyasal İslam’ın krizi ve üçüncüsü ise politik liderlik krizi. Devlet krizi yok, siyaset krizi yok gerçek anlamda bir egemenlik krizi var. Bu egemenlik krizi de yapısal nedenlerden dolayı önüne gelen güncel sorunları sadece biriktirmekten başka bir şey doğurmuyor. Egemenlik krizine dair meselelerin içerisine girilmediği ve o meseleler köklü olarak ele alınmadığı sürece krizlerin aşılamayacağı düşüncesindeyim.

Değindiğiniz Çakıcı örneği de, diğer örnekler de göz önüne alındığında devletin neyin üzerine oturduğunu, hangi kurumları bundan böyle önüne gelecek sorunları çözmek için kullanacağını, hukuksal alanı nasıl örgütleyeceğini şimdiden öngörebilmek çok zor. Şu an bir geçiş sürecindeyiz, o geçiş sürecinde görülebilir olan tek şey şu; dar bir cumhuriyet seçkinleri grubu, dar bir milliyetçi baronlar grubu ve dar bir İslamcı teşebbüsler grubu arasında ilginç bir iş birliği/ittifak var bu geçiş süreci içerisinde. Bunun nasıl bir kurumsal ve siyasal devlet yapısına yol açacağına dair şimdiden bir öngörüde bulunmak zor.

Ortaya çıkan pratikler, söylemler bu konuda bazı veriler sunmuyor mu?

Cumhuriyet kendisini ikili hukuk üzerine kurmuştu, biri yasal, kurumsal alandı, diğeri de seferberlik tetkik kurulundan kontrgerillaya uzanan bir alan. Bu iki örgütlenme tarzı cumhuriyetin başından itibaren sürmüştür ve bugüne kadar gelmiştir. Bugün bu ikili yapı kriz içerisindedir. Ve devletin kendisini yasal ve kurumsal alana nasıl yerleştireceğine dair büyük sorularla karşı karşıyayız. Ve aynı zamanda bunların güncel olarak da cevaplarının bulunması gerekiyor. Bu geçiş sürecinin nereye varacağını söylemek, net, kesin bir tespit yapabilmek çok zor. Yani bugünden yarına her şey değişebilir, ittifaklar değişebilir, söylemler değişebilir, araçlar değişebilir ve Sayın Erdoğan’ın dediği “araç değiştirme” de mümkün. Her şeyin mümkün olduğu bir düzen-düzensizlik içinde yaşıyoruz. Geleceği öngörebilmek demek, bir hukuki ve siyasal düzenin var olması, rutinlerinin olması demek. Şu an bunların hiçbiri yok. O nedenle özellikle bu dönemde temkinli konuşma taraftarıyım. Büyük sözlerden büyük sonuçlar çıkarmaktan, -iki taraf dahil- biraz imtina etmek gerek.

DEMİRTAŞ VE KAVALA, SİYASİ BİR BAHİS KONUSU HALİNE GETİRİLMİŞTİR

Bülent Arınç’ın Kavala ve Demirtaş için sarf ettiği ‘tahliye edilmeliler’ sözleri ağırlıklı olarak, Erdoğan’ın reform söylemine bir yol açma, kamuoyunda oluşacak tepkileri ölçme olarak yorumlandı. Ancak süreç, Bahçeli ve Erdoğan’ın çok sert sözleri sonunda Arınç’ın YİK üyeliğinden istifasıyla sonuçlandı. Arınç bir aparat olarak mı kullanıldı?

Son 4-5 yılın siyasal gelişmelerini anlamakta çok zorlanıyoruz. Örneğin Kavala’nın serbest bırakılıp sonra birdenbire yeni bir dava açılması süreci, Ahmet Altan’ın serbest bırakılıp yeniden tutuklanma süreci… Aynı şey Bülent Arınç ve Cemil Çiçek konuşması için de geçerli. Yani birbiri ardına olan biten gelişmelerde bir çelişki var. Hem de bu çelişki bizzat karar merkezinde olanlara ait. Belirsizlik arttıkça ürkütücülüğün de arttığı bir durum bu. Birkaç saat içinde değişen kararlar var. Aynı merkezlerden veya aynı merkezlerin sevk ettiği yerlerden çelişik kararlar çıkıyor.

Peki niye böyle? Bunu son 4-5 yılın siyaset devresini anlarsak çözebileceğimiz kanaatindeyim. Önceden bir yandan siyasal hareketler, bir yandan sivil toplum örgütleri, halkın örgütlenme veya merkeze ulaşma kanalları vb. bunların hepsinin oluşturduğu bir siyaset devresi vardı. Son 4-5 yıldır bu süreç artık yok. Türkiye’nin siyasal devresi, liderden halka ve halktan lidere ulaşan; liderden kanaat önderlerine, sonra yeniden lidere ulaşan bir iletişim ve mesaj sürecinin sonucunda tamamlanıyor. Burada lider kendi kararını halk, kurumlar ve kanaat önderleri üzerinden uyguluyor ve çevreden gelen yanıtlara ve kamuoyunun durumuna bağlı olarak karar bir kez daha yenileniyor. Böylece her kararı lider vermiş oluyor ve aynı zamanda halk, kurumlar ve kanaat önderleri de bu sürecin aracıları olarak ortaya çıkıyor. Kararların hatalı olduğu düşünülürse, bu kamuoyunun veya münhasıran trollerin veya kanaat önderlerinin oluyor. Kavala davasındaki beraat ve yeniden dava buradan çıktı. Arınç konuşması ve nihayet istifası da buradan çıktı. Bu yeni siyaset devresini o nedenle iyi anlamak lazım. Klasik tezler ve konvansiyonel teoriler bunu anlayamaz, anlayamamaktadır. 

Zaten, Demirtaş ya da Kavala’nın tahliye edilmelerinin bir reform olarak sunulmasında bir sorun yok mu? Haklarındaki AYM, AİHM kararları tanınmamış bu iki ismin bırakılması reform mudur?

Şunu söyleyeyim Demirtaş ve Kavala, Türkiye’de siyasi bir bahisin konusu olmuştur artık. Hukuki davaları halkı ve kamuoyunu da katarak bir siyasi bahis haline getirirseniz bu bahsi kazanmak için elinizden geleni yaparsınız. Eğer bir meseleyi mutlaka kazanmanız gereken bir bahis haline getirirseniz ve bunu toplumsallaştırırsanız, o bir siyasi bahis olur ve onun kararı artık kolay kolay verilemez hale gelir. Şu an işte bu bahis bu reform tartışmasının anında tıkanmasını, daha da kullanılabilir, işlevsel bir reform söyleminin çok kısa zamanda kısa devre yapmasına yol açmıştır. Hükümet Kavala ve Demirtaş meselesini bizzat kendisi siyasi bir bahis haline getirerek, reform beklentisinin getireceği siyasi ve ekonomik yararlar konusunda elini kolunu da bağlamıştır.

“Demirtaş ve Kavala’nın salıverilmesi reform mudur” diye sormuştunuz. Bu iki ismin salıverilmesinin reform olmadığı çok açık. Başta da konuşmuştuk, eğer Sayın Bakanın söylediği doğruysa zaten reforma hiç ihtiyacımız yok demektir.

Ancak örneğin tahliye kararları veren hakimler hakkında soruşturmalar açılıyor, hatta sürgün ediliyor…

O kadar çok örnek var ki. Örneğin benim hakkımda Tahir Elçi anma toplantısına katıldığım ve konuşma yaptığım için soruşturma açıldı, halen sürüyor. Bir baro başkanının anma toplantısına katılmak orada konuşmak suç addediliyor. Benim hakkımda soruşturma açacağına bizzat yasalara karşı savaştığını düşündüğü hâkim, savcılar hakkında açması gerekiyor. Yani reform isteniyorsa, buna karşı direnen iradeyi oyun dışına çıkarmak gerekiyor. Eğer sorun buysa.

ANAYASA TARTIŞMANIN TEMEL KURALI, HERKESLE KONUŞMA ZORUNLULUĞUDUR

2018’de TBBM Anayasa Komisyonu Üyesi, CHP İstanbul Milletvekili Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’nun çağrısıyla, anayasa çalışması için meclisteki dört partinin de katıldığı toplantı siyaset gündemindeki yerini koruyor. CHP ve İyi Parti, HDP ile aynı masada bulunmakla suçlanıyor. Her iki partinin lideri de ‘Bu nedenle bir suçlama yapılamaz’ demek yerine, ‘Hayır katılmadık’ savunusunu yapıyor. Anayasa konulu bir toplantıya katılmak nasıl suç haline gelebiliyor?

O toplantıya İbrahim Kaboğlu Hoca yargı meselesi bağlamında beni de çağırmıştı. Ben de böyle bir dönemde anayasa çalışması yapmanın son derece işlevsiz olacağını belirterek katılmadım. Bu tür toplantılar, Türkiye siyasetinin bir başka folklorudur. Bu toplantının Kaboğlu Hocanın kendi inisiyatifiyle oluşturulduğu kanaati edinmiştim ben şahsen. Ben katılmasam da anayasa gibi kurucu meselelerin konuşulduğu bir yerde herhangi bir siyasi unsurun dışlanmasını gerçek anayasal mesele olarak görüyorum. Herhangi bir topluluğu anayasal tartışmanın dışına çıkarmak, anayasal bir meselenin ruhuna aykırıdır ve anayasaların koruduğu özgürlük ve eşitlik zeminini en başından tahrip etmek anlamına gelir. Yani bu toplantının bu kadar büyütülmesine şahsen anlam veremedim. Anayasa tartışmanın temel kuralı, herkesle konuşma, tartışma zorunluluğudur.

ÖNCEKİ HABER

HDP Milletvekili Garo Paylan: Asgari ücret vergiden muaf 4 bin lira olmalı

SONRAKİ HABER

Etiyopya’ya yeniden müzakere çağrısı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa