28 Kasım 2020 18:07

45 kişi sordu, Demirtaş yanıtladı: Acil sorun demokratik ortamı inşa etmektir

Selahattin Demirtaş cezaevindeki dördüncü yılını doldurdu. Demirtaş, 45 isimden gelen siyasi gündemden ekonomiye, edebiyattan dile kadar 45 farklı soruya yanıt verdi.

Fotoğraf: MA

Paylaş

Eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, cezaevindeki dördüncü yılını doldururken, 45 isimden gelen 45 farklı soruya yanıt verdi. Demirtaş, dilden edebiyata, siyasi gündemden ekonomiye gelen tüm soruları yanıtladı. 

1+1 Forum, 45 isimden Demirtaş'a yönelik aldığı soruları ve yanıtları yayımladı. Demirtaş, 45 insanın soru göndermesini çok anlamlı bulduğunu belirterek, "Her birine ayrı ayrı teşekkür ederim. Soruların hepsi çok nitelikli. Dilerim, bu röportajı sonuna kadar okumaktan imtina etmezsiniz. Başta sorularını ileten değerli arkadaşlarıma olmak üzere, iki kişilik hücremizden herkese yürek dolusu sevgilerimizi, selamlarımızı gönderiyoruz" dedi.

Demirtaş'ın 1+1 Forum'da yayımlanan röportajından bazı sorular ve yanıtları şöyle:

Ali Duran Topuz (gazeteci, gazeteduvar’ın yayın yönetmeni)

Son yerel seçimde büyükşehirlerde Kürtlerin oyları kilit rol oynadı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi oy desteğine karşılık bir tür cemile olarak Kürtçe kursları açtı. Fakat dünyanın en büyük Kürt nüfusunun yaşadığı İstanbul’u tanıtan 10 dilli, 20 dilli broşürlerde, kitapçıklarda Kürtçe yok, şehirde Kürtçe tabela yok, Kürtçe anons yok. Öte yandan, Kürt meselesi majör kavramlara kilitlenip kalmış görüntüsü vermiyor mu? Yani anayasal eşitlik, anadilde eğitim, siyasal katılım hakları etrafındaki tartışma ve kavgalar sürerken büyükşehirler Kürtçeyi hızla eritiyor. Kürtçenin tartışmalarda daha önde yer alması, Kürtçeye yönelik taleplerin daha da güçlendirilmesi gerekmiyor mu? Bu meseleye ilişkin diğer partilere dair gözlemlerinizi de merak ediyorum.

Kaygılarınıza da, eleştirilerinize de katılıyorum. Ancak Kürtçe dahil olmak üzere bütün dillerin korunabilmesi ve geliştirilebilmesi için bir kamusal destek politikasına ihtiyaç var. Yani anayasal ve yasal bir altyapı sağlanarak, bir devlet ve hükümet politikası olarak Kürtçenin her alanda kullanılması desteklenmediği sürece, baskı altındaki bir dilin korunabilmesi böyle bir çağda neredeyse imkânsızdır. O halde tüm dillere özgürlük sağlayacak bir hükümet programıyla merkezi yönetime, yani hükümete talip olmak en doğru seçenektir. Neden diğer partilerden talep edelim ki? İktidarda yer alıp biz çözelim sorunları. Bir halkın bu en temel hakkına saygı duymayan hiçbir siyasi anlayışın iktidar olma şansı yoktur bence, en azından HDP olmadan şansı yoktur diyelim. Biraz özgüvene ihtiyacımız var sadece. Talep eden değil, icra eden olalım artık. Neden biz de yönetimde olmuyoruz da, gelecek olan yeni yönetimden neyi nasıl talep edeceğimizi düşünüp duruyoruz?

Ercan Kesal (oyuncu, yönetmen)

Uruguaylı yazar Galeano yazma sebebini anlatırken “birlikte kurtulmayı umut ettiğim için yazıyorum” diyor. “Birlikte kurtulmak.” Politikacının da önünde sonunda vaat ettiği bir söylem bu. Engels de bir mektubunda, “ekonomi-politiğe dair tüm bildiklerimi Balzac’ın romanlarından öğrendim” diye yazıyor. Öte yandan, 1950’li yıllarda Demokrat Parti’de siyasetle uğraşan, bakanlık da yapan Samet Ağaoğlu yazmanın bizi içimizde biriken tortulardan temizleyeceğini söylüyor. Siz de hikâyeler yazıyor, meseller anlatıyorsunuz. Sadık okurlarınız var. Yazmak politik bir eylem midir? Neden yazıyorsunuz?

Eski zamanlarda “yazmak”, oldukça orijinal bir kişisel ifade biçimiydi. Yazdıklarınızın basılması, bunların okura ulaşması son derece ciddi süreçlerdi. Bu zorlu ve çoğu zaman da riskli süreçleri göze alabilmek için gerçekten de anlamlı bir dürtünüz olmalıydı, “Yazmasaydım ölürdüm” diyen Sair Faik gibi mesela. Ancak bana öyle geliyor ki, şimdilerde bu “yazmak”ın dürtüsü çok da anlamlı değil artık. Kalem bol, kâğıt bol, matbaa bol. İsteyen istediğini yazıyor, basamasa bile internette yayınlıyor. İsviçre’de hiç cinayet işlenmiyor denilmesi üzerine André Gide’in “O yüzden orada edebiyat yok” dediği söylenir. Bizde cinayet de, zulüm de maalesef bol bol olduğundan, derdimizi edebiyatla anlatmak da ciddi bir seçenek, bazen mecburiyet haline geliyor haliyle. Mesela Türkiye’de yazar sayısının düzenli okur sayısından fazla olma ihtimali var! Bu kötü bir şey mi? Valla edebi kaliteyi düşürdüğü, okurun nitelikli edebiyatla buluşmasını da zorlaştırdığı kesin. “Peki durum buyken sen niye yazıyorsun kardeşim” diye sorarsan, yazdıklarımın içimde durmasındansa dışımda durması daha az yoruyor beni. Bir sürü paydaş buluyorum dertlerime, düşüncelerime. Bu da şu hapishane hücresinde yürüttüğümüz zorlu mücadelede iyi geliyor bana. Büyük bir destek ve dayanışma hissediyorum bu şekilde. Ve elbette edebiyat benim mücadele hayatımın bir parçasıdır. Politik bir duruştur, en azından ben öyle bakıyorum. Böyle bakmayan edebiyatçılara da saygı duyuyorum tabii. Politik edebiyat has edebiyatı zehirliyor diyenlere ise asla katılmıyorum. Politik olmayan ne kaldı ki?

Özcan Alper (yönetmen)

Sevgili Demirtaş, öncelikle sizin, hücre arkadaşınızın ve tüm siyasi tutsakların bir an önce özgürlüğünüze kavuşmanızı diliyorum. Siyasetteki dilinize, cezaevinde başladığınız edebiyat ve yaptığınız resimlere bakınca bana daha çok John Berger’ı hatırlatıyorsunuz. Özellikle siyasetteki temsiliniz sanki onun “yetimler ittifakı” vurgusunu hatırlatıyor. Ama ben tek soru hakkımı şimdilik sinemadan yana kullanmak istiyorum. Eğer bir gün hayatınız bir sinema filmi olsaydı, ki çok uzak bir ihtimal değil, çocukluğunuzdan acı ve tatlı, unutamadığınız bir anınızı paylaşmanızı isteseydik bu nasıl bir sahne olurdu?

Hayatım film olacak kıvamda değil, ama yine de bir gün biri çekerse diye kısa bir şey anlatayım. Yedi yaşımda falan olmalıyım. Diyarbakır’da yazın Küpeli ve Dıngılava havuzları, şehrin en kalabalık serinleme mekânlarıydı. Biz de amcam, dayılarım, benden yaşça büyük bir kuzenim (ki adının Mahmut olduğunu söyleyip herkesin içinde rencide etmek istemiyorum kendisini), abim ve yaşıtım kuzenlerimle kalabalık bir aile grubu olarak Küpeli havuzuna gitmiştik. En küçükleri bendim. Yaşça benden büyük olanlar iyi yüzüyor, yaşıtlarım çata pata yüzüyor, bense yüzemiyorum. Elimle, ayağımla kendimi ıslatıp güneşe yayılıyorum sadece. Sonra bir an, bu Mahmut Abi, beni halter gibi kaldırıp havuzun kenarına getirdi. Bizimkiler gülüyor, ben de gülüyorum tabii. Atacak değil ya beni havuza! Yüzme bilmiyorum bir kere. Şu Mahmut Abi de çok komik biri diyorum, kendi kendime. Ne atması ya, öyle şey mi olur. Ama attı. Resmen havuzun ortasına fırlattı beni ki, kendimi Mersin’den Kıbrıs’a fırlatılmış gibi hissettim. Öyle uzun sürdü suya düşmem. Havuzun o kısmı da bir metreden derin. Bir buçuk metre falan. Atılmanın şiddetiyle dibe batmam haftalar sürdü zaten, bunun bir de yüzeye çıkması var. Ayrıca amcamın, dayımın yetişip beni kurtarması var. Nereden baksanız bir buçuk ay sürer. Suyun altında bunları düşünüp panikliyorum tabii. Yok diyorum, bunlar benim cenazemi bile aylarca bulamazlar. Ulan Mahmut Abi, yazık değil mi bana? Yedi yaşımdayım, daha yaşamaya başlamadım bile. Annemi düşündüm sonra. Nasıl ağlıyorum suyun altında. En azından bana öyle geliyor. Sonra bir mucize oldu ve suyun üstüne çıktım. İki saniye sonra da havuzun kenarında dimdik ayaktaydım. Her şey beş saniye önce bıraktığım gibiydi. Tek bir farkla, yüzme öğrenmiştim artık. Sağol Mahmut Abi.

 Pelin Esmer (yönetmen)

Sevgili Selahattin Demirtaş, size sormak istediğim soru, sizinle sohbet etmek istediğim konu çok, o da yakında mümkün olacak umarım, ama şimdilik yerimiz dar. Tek bir soru hakkım olunca sizin bakan, gören, işiten, yazan, çizen yanınıza bir soru sormak isterim. En yakın zamanda özgürlüğünüze, ailenize kavuştuğunuzda, bir gün Ken Loach hapishane yıllarınıza dair bir film yapmak istese mutlaka olmalı diyeceğiniz bir sahne var mıdır?

4 Kasım 2016 gecesi kızlarımdan, evden ayrıldığım an olsun isterim. Küçük kızım ağladı. Ona sarılıp döneceğime söz verdim. Sözüme halen bağlıyım

Şanışer (müzisyen)

Ben her geçen gün müziğin ve sanatın değiştirici gücüne olan inancımı yitiriyorum maalesef. Orada bulunduğunuz sürede pek çok sanat eseri verdiğinizi göz önünde bulundurarak size şunu sormak istedim: Sanat, sanatçıyı rahatlatmaktan, tedavi etmekten daha büyük bir amaca hizmet edebilir mi gerçekten?

Arkadaşlarınla birlikte yaptığın “Susamam”ı biz burada, kör bir hücrede televizyondan dinledik ve şarkının bizi iyileştirdiğini hissettik. Çok samimiyim, gerçekten öyle oldu. Çok moral bulduk. Böyle böyle ayakta kaldık burada. Direnişlerin, sanatın, edebiyatın, kalabalıkların dışarıdan gelen sesi sadece hapishanelere değil, açık bir cezaevine dönüşmüş ülkeye de iyi geliyor. Yapılan hiçbir güzel şey boşa gitmiyor, emin olabilirsin. Dewamke :)

Tuğrul Eryılmaz (gazeteci)

Evinize girer girmez ilk dinleyeceğiniz özgürlük müziği ve yapacağınız yemek ne olacak?

Yıllarca hapislikten sonra eve girer girmez ille de yemek yapıp özgürlük müziği dinle diyorsanız tamam, öyle yapayım :) Ciwan Haco’dan “Diyarbekir Mala Min a”yı dinleyip sarımsaklı bir Zaza yemeği olan zerbêti yapardım. O kadar sarımsaklı yedikten sonra evde herkes benden uzak durur artık, canın sağolsun Tuğrul Abi.

Çiğdem Toker (gazeteci)

Sayın Demirtaş, sağlık ve dirayet dileğiyle... Cezaevleri bünyesindeki 309 iş yurdunda, hükümlü ve tutuklular çalıştırılarak birçok alanda üretim yapılıyor. 180’in üzerinde işkolunda mobilya, konfeksiyon, deri, seracılık, kaz yetiştiriciliği, büyükbaş, gıda, oda parfümü, geleneksel el sanatlarına uzanan bir çeşitlilik mevcut. Dahası, bakanlığın özel sektörle yaptığı protokollerle, hükümlüler bu iş yurtlarında dünyaca tanınmış giyim markaları için bile üretim yapıyor.

Bu üretimden Adalet Bakanlığı önemli bir gelir sağlıyor. Son İşyurtları Faaliyet Raporu’na göre, 2019’da elde edilen toplam gelir 4,6 milyar TL. Bu tutarın 3 milyar TL’sini mal ve hizmet satış gelirleri oluşturuyor. Buna karşılık bu geliri yaratan 60 bin 767 hükümlü ve tutukluya ödenen toplam yevmiye tutarı 77 milyon 689 bin 123 TL. Tutuklu ve hükümlülere ödenen yevmiye tutarları ise şöyle: Ustalara 17,25 TL, kalfalara 15,25 lira, çıraklara da 14 lira. Adalet Bakanlığı yönetmeliğinde bu faaliyetin amacı “hükümlüleri topluma kazandırmak ve meslek sahibi olmalarına yardımcı olmak” diye açıklanıyor. Ancak, bu devasa üretim kapasitesinin gönüllülük esasına dayandığı açıklansa da, hükümlülerin uzun çalışma saatlerinden yakındığı biliniyor. Bu tabloya “içeriden” –hukukçu kimliğinizle de– baktığınızda, iş yurtlarındaki faaliyetlerin, mahkûmları topluma kazandırma amacının ötesine geçerek, muhtemelen bir kısmı yeni cezaevlerinin ihale finansmanında da kullanılan, Hazine’ye gelir yaratan bir ucuz iş gücü olarak görüldüğünü söylemek mümkün mü? Değerlendirmeniz nedir?

Çok fazla gündeme gelmeyen bu konu hakkındaki sorunuz için çok teşekkür ediyorum. Hapishanelerde çalıştırılan adli mahkûmların emeklerinin sömürülmesi tam bir utançtır. Bu vesileyle meslek edinenler de olabilir, ama asıl amaç asla “topluma kazandırma” falan değildir, bedava iş gücünden acımasızca yaralanmaktır. Hapishaneler yoksullarla doludur ve yoksullar, dışarıda olduğu gibi içeride de ağır sömürü altında. Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk’ta söylediği gibi, “yoksulun hemen tüm arzularının cezası hapistir”. İçerideki adli mahkûmların birçoğu, kantinden su ya da sigara alamayacak, ailesine telefon edemeyecek kadar bile parasız, sahipsiz, yoksuldur. Yoksullaştırma ve suça itme, birbirleriyle bağlantılı ve stratejik bir politikadır. İçerideyken emek sömürüsü ise tam da kapitalizmin entegre işleyişinin bir parçasıdır. Kişiyi hiçleştirme, devlet zoru karşısında kişiliksizleştirme, biat eden bir karakter yaratmak asıl amaçtır. “Topluma kazandırma” gibi açık olmayan kavramlar, asıl amacı saklamaya dönüktür sadece. Dışarıdakiler bu konu üzerinde daha fazla durabilse keşke.

Aylin Aslım (müzisyen)

2005 yılında ilk kez Diyarbakır’a gittiğimde, basında kadın cinayetlerine “töre cinayeti” deniyor olmasından, bu cinayetlerin Güneydoğu’ya ve Kürtlere has bir sorun olarak lanse edilmesinden çok büyük bir rahatsızlık duyulduğunu görmüştüm. Nebahat Akkoç’ların KAMER’ine, İzmir’den Trabzon’a kadar Türkiye’nin her yerinden kadınların sığınma, saklanma başvuruları yaptığını öğrenmiştim. Nitekim, yıllar içinde hakikat daha iyi görülerek “töre cinayeti” tabiri kullanılmaz oldu. Bunun arkasında büyük farkındalık çalışmaları emeği olmasına rağmen, sizce neden kadın cinayetleri her bölgede korkunç bir tırmanışla devam ediyor? “Aslında eskiden daha fazla kadın cinayeti işleniyordu, ama iletişim araçları kıt olduğu, sosyal medya olmadığı için görünürlüğü azdı” yorumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir de bunca farkındalık ve kadın çalışması olmadığını düşünün? Demek ki durum facia ötesi olacaktı. O nedenle, kadın mücadelesi sonuç almıyor diye düşünmemek gerekir. Kadın mücadelesi büyüyor, ama iktidarın kadın karşıtı politikaları da, uygulamaları da büyüyor. Kadın cinayetleri ile kadına yönelik şiddette artışın en büyük nedeni budur. Kurmak istedikleri toplum düzeni açısından kadını bir tehdit unsuru olarak gören bir zihniyet, her alanda kadının bastırılması, eve hapsedilmesi, erkeğe tabi kılınması için açık bir söylem ve eylem üretiyor. Dahası, bunu teşvik ediyor. Siyaseti, yargısı, medyası, tarikatı, cemaati, STK’si falan tümüyle bu bilinçle hareket ediyor. Bunu kendilerinde bir hak, “ahlâk” için zorunlu koşul olarak görüyorlar. Bu iktidar gittikten sonra da bu zihniyetin değişmesi zaman alacak. Ama başka çare yok; tüm alanlarda kararlılıkla, cesaretle mücadeleye devam edilmeli. Ahlâk adı altında kurdukları bu en ahlâksız yoz düzeni kabul etmemek lâzım. Ben bunu daha çok erkeklere söylüyorum elbette. Yoksa her “mahalle”den kadın direniyor zaten. Sorunun kendisi kadın değil, erkektir nihayetinde.

Banu Güven (gazeteci)

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı (AİHM) Robert Spano Türkiye ziyaretinde Erdoğan ile görüştü, İstanbul Üniversitesi’nden fahri doktora unvanını kabul etti, Mardin’de AKP’nin İl Başkanı ve atadığı kayyum ile de bir araya geldi. Siz hem Büyük Daire’de görülen duruşmanızdan çıkacak kararı bekleyen bir başvurucu hem de bir hukukçu olarak AİHM başkanının bu temaslarını nasıl yorumluyorsunuz? Yargıç Spano'ya ne demek istersiniz?

Hâkimler görüntüde de bağımsız ve tarafsız olduklarına dair izlenim vermek zorundadırlar. Yani sadece yargılama usûlünde veya kararlarında bağımsız ve tarafsız olmaları yetmez. Bu konuya da AİHM’in birçok kararında değinilmiştir. Ben daha ne diyebilirim ki? Kendileri bunu defalarca demişler zaten. 

Barış Terkoğlu (gazeteci)

PKK ile ilişkili olmakla suçlanarak yargılanıyorsunuz. Öte yandan azımsanmayacak sayıdaki kimi destekçilerinize göre siz PKK’ya ya da Kandil’e karşı tavrınızın kurbanı oldunuz. Bunlardan hangisi doğru? Demirtaş PKK’nın ya da Kandil’in vitrini mi, yoksa panzehiri mi?

Ben PKK üyesi veya yöneticisi olsaydım bunu en azından mahkemede asla gizlemezdim. Neysem oyum. Saklayacak, gizleyecek hiçbir şeyim yok. Yasadışı bir faaliyetim yok. Zaten hakkımda öyle bir iddia da yok. Twitter hesabımda açıkladığım ve mahkemede hepsi de çürütülen birkaç somut iddia dışında, iddianamelerin tamamı kamuoyunun duyduğu, bildiği konuşmalarımla doludur. Savcılar bu konuşmalarımdan yola çıkarak PKK kurucusu ve yöneticisi olduğumu iddia edip dava açtılar. Bu da beni PKK yöneticisi yapmaz. Ben siyasetçiyim ve HDP dışındaki hiçbir örgütsel yapıya bağlı ya da tabi değilim. Silah ve şiddet yöntemini de benimsemediğim, doğru bulmadığım için demokratik siyaset yolunu tercih etmiş bir siyasetçiyim. Demokratik siyaset, şiddetin alternatifi ve panzehiridir. Tüm sorunların barışçıl siyasi yollarla çözülmesi gerektiğine inandığım için de HDP’de siyaset yapıyorum.

Fatih Polat (gazeteci, Evrensel gazetesi genel yayın yönetmeni)

1. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da kendisine yer bulan çok partili parlamenter sistemin “sosyal devlet”in tasfiyesiyle birlikte güç ve itibar kaybına uğradığını görüyoruz. Önerdiğiniz “güçlendirilmiş parlamenter sistem” bunu aşan bir sistem olacak ise, böyle bir sistemin hangi güçlerle ve nasıl kurulabileceğini düşünüyorsunuz? Seçim işbirliği bağlamında belli partilerle yan yana gelmek kuşkusuz ayrı bir şey, ancak temel sorunların da parçası olan partilerle böylesi bir dönüşümün inşası mümkün olabilir mi? Değilse nasıl ve hangi güçlerle?

Eğer bizler önümüzdeki süreçte etkili bir politika izlemezsek bizlere rağmen devlet yeniden organize edilecek. Ben herkesi, demokrasi ittifakı ilkelerinde buluşmaya zorlayacak asgari demokrasi programını yeni iktidarla birlikte hayata geçirmeliyiz diyorum. Şu anda üç temel ayak görünüyor: CHP ve etrafındaki güçler; milliyetçi ve muhafazakârlar; Kürtler, Aleviler, sol güçler. Ben bu üçüncü ayağın tüm ilerici, devrimci, yurtsever, demokrat, sol güçleri bünyesinde buluşturarak ayrı ve özgün bir yapı halinde demokrasi ittifakında ve gelecekte ülke yönetiminde olmasının doğru olacağını düşünüyorum. Bu bir geçiş hükümeti olacak. Otoriterlikten demokratikliğe geçiş. Ya bunun içinde olacağız ve icra edenlere dahil olacağız ya da dışında kalıp talep etmeye devam edeceğiz. Asıl siyasal rekabet ve mücadele, bu asgari demokratik ortam yaratıldıktan sonraki seçimlerde olacaktır. İşte o zaman ittifaklar daha rafine, daha ideolojik çerçevelerde ele alınabilir. Ama öncelikli ve acil sorun demokratik ortamı inşa etmek olmalıdır. Bunu da nicel ve nitel açıdan hiçbir kesim tek başına yapamaz, yapmamalıdır da zaten.

Kemal Göktaş (gazeteci)

Siyasi iklimin HDP’yi mevcut iktidar karşısında Millet İttifakı ile birlikte hareket etmeye zorladığı yönünde yaygın bir kanaat var. Millet İttifakı bileşenleri de, HDP’nin bu pozisyonunu bir “mecburiyet” olarak görmeleri nedeniyle eşitlikçi bir ilişki kurmaktan kaçınıyor. Bu durum Millet İttifakı’nın bir demokrasi ittifakına dönüşmesi önünde engel oluşturuyor. HDP de, oy dengeleri açısından kilit parti olmasına rağmen, ilkelerini “ittifaka” yansıtacak yeterli alan bulamıyor. Muhalefetin HDP’ye mesafeli tutumu sürdükçe iktidarın şansının arttığı da bir gerçek. Bu çıkmaz aşılabilir mi veya nasıl aşılır?

Sorunuzun tamamı HDP’ye dair olduğundan ve ben şu anda HDP yönetimi adına konuşamayacağımdan, HDP adına cevap vermem de doğru olmaz. Ama HDP’nin, bu sıkıştırma hamlesini, barış politikalarını büyüterek aşmaya çalışacağını biliyorum. HDP’ye de büyük haksızlıklar yapılıyor, ama karşılıklı doğru adımlarla önyargılar da, sorunlar da aşılabilir.

Korkut Boratav (iktisatçı)

Sizce 7 Haziran seçimleri sonrasında, AKP’nin 1 Kasım seçimlerini kazanmasında HDP’nin ve Kürt hareketinin doğrudan veya dolaylı sorumluluğu nedir?

Kürt hareketinin tümü adına konuşamam. Sivil toplum örgütleri, medyası, çeşitli platformları, gençlik ve kadın hareketleriyle devasa bir alandır çünkü. Ama o dönemde HDP eşbaşkanıydım ve 7 Haziran 2015 ile 1 Kasım 2015 arasında, yerelde iktidar olduğumuz 12 merkezin, hükümetin talimatıyla tanklarla yerle bir edildiğini, binlerce insanın yaşamını yitirdiğini, yaralandığını, 500 binden fazla kişinin iç göçe tabi tutulduğunu, genel merkezimiz dahil olmak üzere parti binalarımızın yakıldığını ve seçim ofislerimizin saldırıya uğradığını, Suruç’ta ve Ankara’da Türkiye tarihinin en büyük kitlesel katliamlarının yapıldığını, seçim çalışmalarımızın zorbalıkla engellendiğini, medya ambargosu uygulandığını, ama tüm bunlara rağmen Meclis’e girebildiğimizi hatırlıyorum. Fakat AKP’ye seçim kazandırmak için doğrudan ya da dolaylı bir faaliyet içinde olmadığımızı herkesin yakından bildiği inancındayım.

Mehmet Atlı (müzisyen)

“Türkiyelileşmek” siyasetinin Kürtlerde bir kimlik tartışmasını tetiklemesi kaçınılmaz. Madalyonun öbür yüzünde Türklerin/Türkiye’nin de biraz “Kürtleşmesi” gerekmiyor mu? Bu açıdan nasıl bir tablo görüyorsunuz?

Kimsenin istemediği bir şeye zorlanmaması gerekir. Kimse ne Türkleşsin ne de Kürtleşsin. Sanırım sizin söylemek istediğiniz, Türkiye toplumunun da Kürtleri biraz tanımaya, anlamaya, saygı duymaya, Kürtlerin dilini ve kültürünü öğrenmeye çalışması lâzım. Bu açıdan haklısınız, katılıyorum size. Türkiyelileşme politikası bunu da içermeli, yoksa eksik kalır.

Mesut Yeğen (sosyolog)

Yapılan açıklamalar CHP, HDP, DEVA, Gelecek ve İyi Parti’nin cumhurbaşkanlığı sisteminden güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş fikri etrafında ortaklaşabileceklerini ve bu ortaklaşma üzerinden bir cumhurbaşkanı adayında uzlaşabileceklerini gösteriyor. Buna ilişkin olarak ilk ikisi birbirine zıt üç soru sormak istiyorum: 1. Kürt sorununun çözümüne ilişkin bir öneri üzerinde uzlaşmadan bu türden bir demokrasi ittifakı kurulabilir mi? 2. Bu türden bir ittifakta bir araya gelmesi beklenen beş ya da altı partinin Kürt sorununun çözümüne ilişkin olarak uzlaşması mümkün müdür? 3. Kürt sorununun çözümüne ilişkin olarak ne türden bir siyaset önerisi HDP’yi ve İyi Parti’yi aynı mevzide tutabilir?

Belki Kürt sorununun nihai çözümünde kesin bir uzlaşı sağlanamayabilir. Ancak siyaset kanallarının açılmasında ve sorunun demokratik siyasi zemine kanalize edilebilmesinde uzlaşma aranmalıdır. Esas olan, demokratik mücadele imkânlarının herkes için adil ve eşit olmasıdır. Tabii ki temel hak ve özgürlükler noktasında azami uzlaşı her siyasi yapı için bağlayıcı olmalıdır. İfade ve basın özgürlüğü, gösteri ve örgütlenme hakkı, serbest ve adil seçim hakkı, adil yargılanma hakkı ve benzeri haklar tartışma konusu bile yapılamaz. Özellikle yeni anayasayı yapabilmek için özgürlük ortamının oluşturulmasına kim katkı sunacaksa onunla diyalog ve işbirliği içinde olmak demokrasinin de gereğidir. Biz bütün siyasi mücadeleleri sona erdirecek bir işbirliğinden söz etmiyoruz. Siyasi mücadeleyi anlamlı ve değerli hale getirebilecek yeni bir atmosferin ve sistemin birlikte var edilmesinden söz ediyoruz. Birikmiş bunca sorun, tek bir seçim vesilesiyle bir anda çözülemez. Adım adım ilerlemek daha doğru olur sanırım. En kapsamlı çözüm ise yeni bir anayasayla sağlanacaktır. Ama önce bunun için gerekli ortamı yaratmaya yoğunlaşmakta fayda var.

Nevşin Mengü (gazeteci)

Siyasette bir Z kuşağı rüzgârı esti. Muhalefet Z kuşağına ümit bağlamış durumda. Z kuşağı gençler iktidara daha mesafeli dururken, muhalefete daha sıcak bakıyor. Hem MHP hem HDP bu kuşak arasında daha popüler. Bunu neye bağlıyorsunuz? Muhalefetin, iktidar olmak için tek ümidi Z kuşağı mı?

Gençlerin umut haline gelmesi bence çok önemli ve anlamlı. Siyasi partiler Z kuşağını oy deposu olarak görüyor. Elbette bu yaklaşım son derece çiğ ve ucuzdur. Önümüzdeki seçimde Z kuşağının nasıl davranacağını bilemiyorum. Ama ben gençlerden, HDP’ye sadece destek vermelerini değil, HDP yönetimine etkili bir şekilde girmelerini de rica ediyorum. HDP’de milletvekilli, belediye başkanı veya parti yöneticisi olmak için daha cesur ve özgüvenli davranmalılar. Artık süper hızlı zamanlardan geçiyoruz. HDP’de biz bile eskidik. Bence Z kuşağı, bütün partilerin yönetimini etkileyecek düzeyde aktif olarak siyasete girmelidir. Bunu CHP’li, AKP’li, MHP’li, Deva Partili, Gelecek Partili tüm gençler için söylüyorum. Kendilerine güvensinler, oy vermekle yetinmesinler. Tabii mümkünse oylarının çoğunu da bize versinler :) Onları mahcup etmeyeceğiz.

Nilgün Toker (felsefeci)

Kırk yıl önce, 12 Eylül zulmüne yakından tanık olan bir çocuktunuz. Öfkeyle büyüyen çocuklardansınız. Öfke bizi ayakta tutan şey, iki tarafı keskin bir bıçak gibidir; intikam arzusuna da yol açabilir, bir daha asla olmaması için direnmek ve dönüştürücü bir müdahalede bulunma iradesine de. Bir daha asla olmaması için irade göstermeyi seçtiğinizi, gerçek bir yüzleşmenin ancak dönüştürmekle mümkün olacağını düşündüğünüzü biliyoruz. Mağduriyete kapanmayı engelleyen ve bu topraklarda “başka bir dünya mümkündür”ün hayranlık uyandırıcı en güçlü seslerinden biri olmanızı sağlayan, bir özne olma kararını verme sürecinizi nasıl anlatırsınız?

Öyle bir ses olabilmişsem bundan ancak mutluluk duyarım. Evet, ben çok fazla acı çekmiş bir halkın, Kürt halkının bir evladıyım. Ama aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Dolayısıyla her vatandaşın payına düşen gayri safi milli acıdan da payımızı ayrıca alıyoruz. Ancak ben artık kimse acı çekmesin istiyorum. Herkes hakkına, hukukuna saygı duyulan eşit ve özgür yurttaşlar olsun diye çabalıyorum. Ben de öfkeyle hareket edersem, HDP yönetimi öfkeyle hareket ederse sonuçta sadece acıların çoğalmasına yol açma hatasına düşeriz. İntikam duygusu bizim gibiler için çok tehlikeli sonuçlar doğurur ve bedelini geniş halk kitleleri öder. Bizim sabırla, akılla hareket etmek dışında seçeneğimiz yok. Bu, ahlâki bir sorumluluktur. Ve emin olun ki bunca saldırı, hakaret ve eleştiri altında bu duruşu koruyabilmek, hele hapiste, hiç de kolay değil. Ama yapmak zorundayız. Sorunlara çözüm bulabilmek için hepimiz gücümüz oranında katkı sunmakla yükümlüyüz. Bunu yaparken genelde övgü almazsınız. Çünkü öfkeli mağdurlar, haklı olarak ilk etapta sizden farklı tepkiler bekleyebilirler, ama siz risk alıp süreci çözüme evriltmekle mükellefsiniz ve çoğu zaman da eleştirilirsiniz. Fakat nihayetinde halkın yararına olduğuna inancınız tamsa yapmak zorundasınızdır. Gerisini fazlaca düşünmezsiniz. Mağduriyetten doğan haklı öfkeyi intikama değil, yüzleşmeye ve adil çözümlere vesile yapmak en ahlâki seçenektir diye düşünüyorum.

Özgür Mumcu (hukukçu, yazar)

Geniş demokrasi ittifakında sınıfsal ve kimliksel talepler nasıl bağdaştırılmalı?

Sınıf ve kimlik taleplerinin geniş demokrasi ittifakında tümüyle çözülebileceğini düşünmüyorum. Geniş demokrasi ittifakı, bu sorunların çözümü için, siyasal mücadele olanaklarının çoğaltılabileceği bir durum yaratabilir ancak. Bunu da yukarıda birkaç değişik cevapta ifade etmeye çalıştım. Umarım yeterince açıklayıcı olmuştur.

Yetvart Danzikyan (gazeteci, Agos gazetesi genel yayın yönetmeni)

Öncelikle selamlarımı iletir, özgürlüğünüze ve ailenize bir an önce kavuşmanızı temenni ederim. Sorum şöyle: Siyasi bir rehine olduğunuz su götürmez bir gerçek olduğuna göre, iktidarın sizi bu kadar uzun süre siyasi bir rehine olarak tutmasını nasıl açıklıyorsunuz? Bu soruya daha önce yanıt verdiğinizi biliyorum, ama tekrar sormak istedim. Daha açıkçası, şunu sormak istiyorum: Sizi siyasi rehine olarak tutmakla ne amaçlanıyor? Geriye dönük, kendi mantıklarınca bir “ceza” mı, (2015 Haziran seçimlerinde AKP’yi tek parti iktidarından düşürmek [!] mesela), yoksa ileriye dönük Kürt meselesinde kendi mantıklarınca dayatacakları bir çözüm için bir tür rehinelik midir bu? Ya da basitçe, sizi ya da parlamentoda siyaset yolunu seçen Kürt hareketini bastırmak, diz çöktürmek mi istenmektedir? Çözüm sürecinin sona ermesinden bu yana geçen yaklaşık beş yılda, geriye dönüp baktığınızda, nasıl bir analiz yapıyorsunuz? Ve bu analizi bir adım ileri götürdüğünüzde Kürt meselesinin geleceğini ve elbette sizin siyasi rehine olma durumunuzu nasıl görüyorsunuz?

İçeride benim gibi binlerce siyasi rehine var, ben yalnız değilim. Bu yapılanlar Kürt siyasetine diz çöktürme operasyonlarının bir parçasıdır. Zulmün büyüğü dışarıda tüm topluma yapılıyor halihazırda. Amaç da tümden tasfiye etmek ve kendi rejimlerini baki kılmaktır. Yakın vadede ciddi bir siyasal kırılma olacağını sanmıyorum. Asıl gelişme önümüzdeki seçimlerle birlikte yaşanabilir. Siyasi çözüm arayışlarından vazgeçmeden demokrasiyi geliştirebilecek işbirliklerini, toplumsal muhalefeti büyütmek gibi hamleleri başarmak zorundayız. Ancak o zaman yeni çözüm zeminleri ortaya çıkar.

Yeni yılda Evrensel aboneliği hediye edin
ÖNCEKİ HABER

Women metalworkers call out from the factories: No to violence, harassment, and mobbing

SONRAKİ HABER

Batman'da 1,5 yaşındaki S.A'nın Kovid-19'dan ölümünde ihmaller zinciri

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa