Doç. Dr. Hakan Koçak: Emek cephesi de koronayı fırsata çevirmek zorunda
Bu dönem, tüm olumsuz tabloya rağmen emeğin sesinin daha duyulur olduğu, duyargaların daha açıldığı bir dönem aynı zamanda. Çünkü çok geniş kesimler, ortak bir kaygıya sahipler.
Fotoğraf, Hakan Koçak'ın kişisel arşivinden alınmıştır.
Serpil İLGÜN
Siyaset arenasında hakkıyla yer bulmasa da korona, vakalar ve ölüm hızıyla her gün rekora koşmayı sürdürüyor. Sağlık örgütlerinin tam kapanma önerisine kulak tıkayan iktidar ve sermaye örgütleri, çalışanların muaf tutulduğu hafta sonu tam kapanmayı yeterli gördü. Tartışmalar ise iktidarın bu tercihinden çok, sipariş edilen ve 3. faz denemeleri tamamlanmamış Çin aşısının güvenli olup olmadığı, nüfusa yetip yetmeyeceğine odaklanmış durumda.
Koronavirüs salgının daha da büyüttüğü işsizlik, yoksulluk ve gelecek kaygısı, madenciden inşaat işçisine, seyyar satıcıdan küçük esnafa, işsizinden mültecilere varan geniş halk kesimlerini etkilemeye devam ediyor. Salgının yayılma merkezleri olduğu bilinen fabrika ve işyerlerinde çalışan işçi ve emekçiler için durum daha da vahimleşiyor.
Cumartesi söyleşinde bu hafta bu vahimleşen tablonun işçi ve emekçileri nasıl etkilediğini ele almaya çalıştık. İktidar yasaklardan neden işçi ve emekçileri muaf tutuyor? Fabrika ve işyerlerini neden denetlemiyor? İşçi ve emekçilerin eylem ve direnişleri bize ne söylüyor? İktidarın istihdamı artırma projeleri neden etkisiz? Asgari ücret neden önemli? Çalışma Sosyoloğu Doç. Dr. Hakan Koçak yanıtladı.
Yeni korona önlemleri kapsamında hafta sonu tam kapanma, hafta içi de saat 21.00’dan sonra sokağa çıkma yasağı getirildi, ancak işçi ve emekçiler bundan yine muaf tutuldu. İki ila dört hafta tam kapanmayı savunan TTB, 'Bu şartlarda üretimin devam etmesi işçi ve emekçileri salgına kurban etmektir’ diyor. Türkiye koronavirüs günlük vaka sayısıyla dünyada 3. sıraya ulaşmışken, işçi ve emekçileri fabrika ve işyerlerine göndermedeki ısrarın sebebi ne?
İktidarın oldukça tutarlı bir pandemi politikası olduğunu görüyorum. Pandeminin ilk günlerinde çok kilit bir ifade kullanıldı, “Çarkların dönmesi gerekir” diye. Bu ifade, iktidarın sosyal politikasını belirliyor. Özellikle de ihracata yönelik küresel üretim zincirlerinin parçası olan imalat işyerleri başta olmak üzere üretimin mutlaka sürmesi temel bir motto. Dolayısıyla da ağırlıklı olarak organize sanayi bölgelerinde bulunan bu tür işletmelerde üretimin sürmesi demek, işçilerin bu kapanmanın içine dahil edilmemesi demek. İkinci bir husus, siz eğer şu anda bir çok kitle örgütünün talep ettiği gibi bir tam kapanma yaparsanız, o zaman çok doğal olarak bir talep yükselecek. Bu kapanma gerek emekçiler açısından, gerek küçük esnaf açısından ciddi bir gelir kaybı demek. Dolayısıyla devletten bir sosyal koruma, bir sosyal güvence talep etmek demek ki bu dünyanın, Avrupa'nın birçok ülkesinde bir şekilde bir düzeyde sağlanıyor. İktidar böyle bir şeyi hem yapmak istemiyor hem de yapabilecek durumda değil.
Neden?
Çünkü kamu maliyesi ciddi derecede bozulmuş durumda ve var olan kaynaklar yine çok tutarlı bir şekilde sermayeye aktarılıyor. Bunların başında gelen alanlardan biri de İşsizlik Sigortası Fonu. Burada hükümetin pandemide daha da çıplak hale gelen mutlak olarak sermaye yanlısı politikası, sermayeyi memnun etme önceliği, geniş emekçi kesimlerin bu kapanmaya dahil olamamasının başlıca sebebi. Burada net bir sınıfsal tercih söz konusu. Dolayısıyla bunu bir tür “beceriksizlik”, idare edememe meselesinden çok (tabii onlar da var gündelik pratiklerde) esasen sınıfsal tercih olduğunu ve AKP’nin yapılandırdığı sermaye birikim politikalarıyla doğrudan bağlı olduğunu veya onun mantıksal sonucu olduğunu düşünüyorum.
ASGARİ ÜCRET MÜCADELESİ BİR ŞEMSİYE ASLINDA
Asgari Ücret Tespit Komisyonu bu söyleşi yayınlandığında ilk toplantısını yapmış olacak. Öncesinde Türk-İş, Hak-İş, DİSK bir araya geldi ve bu temasın süreceği açıklandı. Diğer yandan asgari ücrete ilişkin çeşitli rakamlar dillendiriliyor. Ekonomik kriz ve pandemi nedeniyle hepimizin daha da dikkat kesildiği asgari ücretin ne kadar olacağı neden önemli?
Asgari ücret adı üstünde en alt düzeyde ücret demek. Ve çok önemli bir sosyal politika aracı. Mümkün olduğunca iş gücü içindeki rekabetle ücretlerin aşağıya çekilmesine bir sınır koymak için ortaya çıkmış bir enstrüman. Tabi ki öncelikle ücretli çalışanları etkiliyor ama mesela yapılan hesaplamalarda bir temel teşkil ettiği için emeklileri; işsizlik ödeneği ile yapılan hesaplamalarda da esas alındığı için işsizlerin aldığı ödenekleri; keza kamu çalışanlarını da etkiliyor. Asgari ücret aynı zamanda ortalama bir ücret olmuş durumda ki bu anlamda Avrupa’dan çok çok geride.
Asgari ücret aslında ülkedeki en büyük toplu sözleşme olarak görülmeli. Fakat sorun şu ki, bu toplu sözleşmeye emekçilerin örgütlü müdahalesinin kanalları çok zayıf, etkisiz. Asgari Ücret Tespit Komisyonu toplantılarına işçileri temsilen sadece Türk-İş resmi olarak katılıyor ve de bileşimi nedeniyle bu komisyonda işçilerin dediği zaten olmuyor. Ama yine de asgari ücretin, bu önemi nedeniyle çok ciddi bir toplumsal mücadele konusu yapılması gerekiyor. Yani salt sendikaların ilgilendiği bir tali mesele değil; sendikalar, odalar, kitle örgütleri, partilerin dahil olduğu toplumsal muhalefeti de emek ekseninde bir araya getirecek bir şemsiye konu aslında. Hele de şu pandemi döneminde, hele de şu gelir güvencesizliğin arttığı dönemde... Araştırmalar, pandemide emekçilerin gelir kaybı yaşadıklarını tespit ediyor. Dolayısıyla, pandemideki kayıplar da o masaya yatırılmalı.
TÜM OLUMSUZLUKLARA RAĞMEN EMEĞİN SESİNİN DAHA DUYULUR OLDUĞU BİR DÖNEMDEYİZ
İşçi ve emekçiler pandemiye ve bazen sendikalara rağmen birçok yerde hak gaspları, koronaya karşı önlemler alınmaması, sendikalaşmaları engellendiği ya da maden işçileri örneğinde olduğu gibi tazminatları ödenmediği için eylemler yaptı; köylüler doğanın talan edilmesine karşı jandarmaya karşı geldi, gelmeye de devam ediyor. İşçi ve emekçilerin koşulları değiştirme isteğinin yaygınlaşma eğilimi içinde olduğu tespitine katılır mısınız? Ve bu ne kadar gündemleşebiliyor?
Pandemi, adı ısrarla konmasa da bir ekonomik kriz döneminin içinde ortaya çıktı. Krizde de aslında bu tür eğilimler vardı, pandemi bu krizi yaygınlaştırıp derinleştirdiği için bu türden direnme eğilimleri arttı. Kriz iki şeyi ortaya çıkarıyor, bir mutlak teslimiyet, yani bu işsizlik ortamında mutlak olarak kabullenme ama bıçak kemiği aştığı durumlarda da daha cansiperane, daha militanlaşan bir mücadele eğilimi. Aslında ikisi bir arada demek gerek belki. Tabi ilki daha yaygın şu anda, ama ikincisi de ciddi biçimde uç verdi. Bu eylemlerin önemli bir kısmı aslında yeni hak talepleri değil, hemen hepsi yasal olarak verilmesi gereken, kazanılmış hakların gaspına karşı hareketler. Bir kısmı sendika çatısı altında, bir kısmı yeni uç veren bağımsız emek örgütleri, bir kısmı da örneğin Atlas Havayolu şirketi çalışanları, BİMEKS çalışanları gibi veyahut da -özellikle pandeminin erken döneminde çokça gördük- mağaza, kurye, kargo, kafe bar çalışanları gibi...
Yani pandemi direnişe geçen kesimleri genişletti?
Bu dönem her şeye, tüm olumsuz tabloya rağmen emeğin sesinin daha duyulur olduğu, deyim yerindeyse duyargaların daha açıldığı bir dönem aynı zamanda. Çünkü çok geniş kesimler, beyaz yakalılar dahil, ortak bir kaygıya sahipler. Bütün araştırmalar da gösteriyor ki, toplumdaki en büyük korku işsizlik ve gelecek korkusu. Artı, toplumun geniş kesimleri için çalışmak daha eziyetli hale geldi. Örneğin evde kalıp evden çalışan beyaz yakalılar için de iş ağırlaşmış durumda. Dolayısıyla bu noktada farklılıkların görece azaldığı, emeğin hak savunusu söyleminin meşruiyet alanını genişlettiği, daha görünür olduğu bir momentteyiz, bu da teşvik edici bir şey. Birbirinden de görüyor emekçiler. Burada sosyal medyanın da geçmiştekine oranla çok daha fazla emek hareketi açısından kullanışlı hale geldiğini, hem örgütlenmek hem de kamuoyuna ses duyurmanın bir mecrası olarak önem taşıdığını görüyoruz.
Alışageldiğimiz kitlesel eylemler, büyük yürüyüşler, geleneksel işçi eylemleri profilinden farklı ve eylem repertuarı da genişliyor. Örneğin giderek mahrem alanın kamusallaştırıldığı, yani işverenin evinin, bürosunun, plazaların, AVM’lerin eylem alanına dönüştüğü farklı tür eylemlerin ortaya çıktığı bir dönemdeyiz. Öte yandan eylemler faşizan koşullarda gerçekleşiyor. Geçtiğimiz günlerde madencilerin Soma ve Ermenek’te yürüttüğü hala da devam eden direniş ve yürüyüşüne baktığımızda ağır bir polis ve jandarma baskısı altında sürdürülüyor. Öncüler ağır bedeller ödüyorlar ancak kamuoyu oluşturmayı da başarıyorlar her şeye rağmen.
ÖNEMLİ BİR ÖRGÜTLENME DİNAMİĞİ VAR
Anadolu’daki örgütlenme ve direnişler açısından manzarayı nasıl görüyorsunuz?
Anadolu’da daha önce emek hareketinin damgasını vurmadığı coğrafyalarda da görülüyor artık. Soma’sından Karadeniz’e mesela Antep’te şimdilerde tekstil işkolunda sürdürülen Urfa sanayi sitesi yine, yani buraları özel zikretmek lazım. Buralarda sermaye dediğinizde, oranın siyasi elitleriyle, güvenlik bürokrasisiyle, AKP il yönetimleriyle veya tarikatlarla cemaatlerle çok içe girmiş bütünleşik bir tür yerel baronlarla mücadele ediyorsunuz aynı zamanda. Yani sıradan bir işçi işveren ihtilafının çok ötesinde. Buralarda da çeşitli emek hareketlerinin ortaya çıkması bu anlamıyla da dikkate ve izlenmeye değer diye düşünüyorum. Ve tüm bunların hemen bugünden yarına değil ama giderek ana akım emek hareketinin üzerinde de bir basınca dönüştüğünü, dönüşeceğini düşünüyorum.
Öte yandan bütün eleştirilerimize rağmen ana akım sendikalar içinde de önemli bir örgütlenme dinamiği var, onu da tespit etmek lazım. Yani bu da yine bir taleple ilgili. Bence en dikkat çekicisi de yine ticaret büro iş kolunda, çağrı merkezleri, zincir mağazalar gibi çok yakın zamana kadar örgütlenmeleri çok da mümkün değil gibi görünen, işçi sayılmayan kesimlerin de sendikalara doğru yöneldiği, sendikaların da en azından bir bölümünün onlara doğru yöneldiği bir gerçek. Bunlar ümit verici örgütlenmeler.
Bunlar sendikaları da değişime zorlar mı?
Tabii çok kolay değil, sendikaların katılaşmış, kireçlenmiş yapıları içinde bu yeni katılanlar, hele de gençler, başta ciddi sıkıntılar yaşayacaklar, yaşıyorlar. Örgütler her zaman böyledir, ilk başta asimile ederler gibi görünür. Fakat zaman içinde yeni katılımcılar tarzları, söylemleri, kendi talepleri ve kültürleriyle giderek değişim dönüşüm yaratacaklardır.
GENİŞ BİR ‘KULLAN AT İŞÇİLER HAVUZU’; SERMAYENİN ÜTOPYASI BU!
İktidarın sürekli tekrarladığı ‘istihdamı artırma’ projeleri için ne söylersiniz?
Bu artık büyük bir yalana dönüştü, şöyle olunca istihdam artacak, böyle olunca artacak... Hayır, kapitalizmin tüm dünyada yapısal olarak istihdamı artırmak, daha geniş kesimleri istihdam ederek onlara bir gelecek sunmak gibi bir iddiası, yani bir dönemin sosyal devlet döneminin argümanı çoktan bitti. Biz varmış gibi yapıyoruz. Sadece Türkiye için konuşmuyorum, tüm dünyada. O nedenle başka tartışmalar var; temel gelir, vatandaşlık ücreti, istihdama bağlı olmayan çeşitli ödeme biçimleri vs. Pandemi bütün bu meseleleri yeniden tartışma alanına çıkartmalı. Yani mevcut durumda, şu an için Türkiye’de bir yandan 16 saat fazla mesai ile çalışan işçiler var ve hiç çalışamayan, üniversite bitirmiş, vasıflılar da dahil olmak üzere, milyonlarca emekçi var. Bu hep olan bir şeydi ama artık tahammülü çok aşan bir paradoksa dönüşmüş durumda. Dolayısıyla bunlar toplumsal muhalefet için de gündeme gelmeli. Çünkü istihdam meselesini kökten tartışmadan aynı yerde dolanmış oluyoruz.
Peki, işçiler ve emekçiler ne yapmalı?
Örneğin hükümete diyoruz ki “İşsizlik arttı, işsizliğe çözüm bulmuyorsun!” O da işsizliğe nasıl çözüm buluyor, işsizliği suistimal ediyor. Mesela geçen haftalarda Meclise gelen torba yasa, “İşsizliği azaltmak için patronlara şu imkânı tanımak istiyorum” dedi getirdiği maddelerle. Özellikle gençleri, kullan at işçilik, yani tazminat ödemeden hatta onu sigorta yapmadan 1 hafta-10 gün belirli süreli sözleşmelerle çalıştırabilirsin! Bir direnç gördü çekildi ama aslında işsizliğe önerilen çözüm bu; mutlak esneklik. İstenen geniş bir kullan at işçiler havuzu. Sipariş geldiğinde gel, sipariş bitti git, sürekli olarak geçici işlerle ömür geçirecek bir emekçiler havuzu. Ütopya bu aslında. Önümüze konulan ikilem de hep bu. İşte tam da o noktada tekil tekil şeyler çıktığında, “Ona hayır, buna hayır”dan öte, bir bütün olarak istihdamın bu biçimini sorgulamak ve gelir istihdama mutlak olarak bağlı mı olmalıdır, yoksa insanlığın oluşturduğu bu kadar muazzam birikim bu kadar adaletsiz dağıtılıyorsa burada bir adil dağılım mı sağlanmalıdır? Bu iki meseleyi, tartışmaları yaparken gündeme getirmek gerekiyor yoksa sermayenin, deyim yerindeyse kendi sahasında, kendi kuralları içerisinde oyunu oynamak durumunda kalıyoruz. Madem krizi fırsata çevirmek deniyor, emek cephesi de pandemiyi bu tartışmaları yükselterek bir fırsata çevirmek durumunda.
ACI REÇETE CİDDİ BİR EMEK DİRENCİYLE KARŞILANACAK
Erdoğan, ‘ekonomide ve hukukta reform’ açıklamasının içinde bir de acı ilaç içeceğimizi söyledi. Milyonların önüne zaten acının acısı bir reçete konulmuşken, bu yeni acı ilaç ne anlama geliyor?
Niçin içiyoruz acı ilacı? Geçmişteki acı reçete söyleminden bir farkı da bu, bir temellendirme yok. Eskiden liberal iktisatçılar kızarlardı iktidarlar seçim için, oy için kesenin ağzını açıyorlar ve açık veriliyor diye, gerekçe buydu. Şimdi öyle bir şey de yok.
Bir kere önce bunu sormak lazım. Reçete niçin verilir? Bir hastalık için, Hastalığın adı ne? Hastalığa sebep olan şey ne? Burada emekçilerin bir dahli olamaz ki. Yani zaten büyük bölümü işsiz, çalışanların yüzde 60’ı asgari ücretle geçinen, kalanları da onun biraz üstünde ücretle geçinen bir emekçi kitlesinden söz ediyoruz. Asgari ücret giderek ortalama ücret halini alıyor ve bu eğilim güçleniyor. Dolayısıyla tam da bu noktada acı reçetenin gerekçesinin teşhir edilmesi lazım. Acı reçeteyi içmesi gerekenlerin emekçiler olmadığı kesin. Acı reçete demek artan vergiler, artan fiyatlar demektir. Özellikle doğalgaz, elektrik gibi temel harcama kalemlerinde... Ve böyle bir acı reçeteyi de emekçiler içebilecek durumda değil. Bunun çok ciddi bir emek direnciyle karşılaşacağını düşünüyor ve bekliyorum.
EVDE KALMAK, AÇ KALMAK DEMEK
Sınıfsal tercih bu yöndeyken, bir yandan da ‘Evde kal’ çağrısı her mecradan üzerimize boca ediliyor. Çalışma zorunluluğu yokmuş, emekçilerin kendi tercihiymiş algısını oluşturan bu çağrı nasıl anlamlandırılmalı?
Burada bir ideolojik hegemonya meselesi olduğunu düşünüyorum. Sermayenin ve aynı zamanda orta sınıfların bir düşünsel hegemonyası. Genel olarak da böyledir zaten, ana akım medyaya baktığımızda da bu toplum kesimlerinin fikir ve hissiyatlarının damga vurduğunu görürsünüz. Bunun yanına evden çalışması mümkün olan, teknolojinin yarattığı imkanlarla, beyaz yakalıların bir bölümünü bu kesime ekleyebiliriz. Ama onun dışında birincisi, işçi ve emekçiler zorunlu çalıştırılmaya tabiler, isteseler bile evde kalamıyorlar çünkü işyerleri onları fabrikaya, metaların üretim alanına çağırıyor. İkincisi, metaların dolaşımı alanı var: Kargocular, kuryeler, marketler, bunlara bağlı olarak depo vs. Onların da kalması söz konusu değil. Üçüncüsü, bir takım kamusal hizmetler var, belediye hizmetleri, sağlık hizmetleri gibi. Dolayısıyla zaten emekçilerin geniş bir kesiminin evde kalması mümkün değil. Öte yandan kentin sokakta sunduğu imkanlarla gündelik geçim sağlayabilen hiç de küçümsenmeyecek kesim var. İşportacılar, müzisyenler, çiçekçiler, kağıt toplayıcıları vs. Onlar için de evde kal sloganı dehşet verici, çünkü evde kalmak aç kalmak demek. Dolayısıyla burada toplumun görece dar bir kesimi için mümkün olan bir tedbirin sanki toplumun diğer kesimleri için de aynı rahatlıkla mümkünmüşçesine dile getirilmesi var. Biraz iyimser söylersek, bir tür sınıfsal körlükle maluller, biraz sert söylersek de ben buna sınıfsal riyakarlık diyorum. Evde kalmayıp işyerlerine gidildiğinde de buralarda tam bir denetimsizlik hakim.
VAKALARLA BİRLİKTE DE SÜRDÜREBİLİRLİK
Denetimsizlik olduğu için de vakalar daha kolay gizlenebiliyor, korona pozitifler çok kısa sürelerle evlere gönderiliyor ve temaslılar çalıştırılmaya devam ediliyor, doktora görünme zorlaştırılıyor vs. Değindiniz ama altını çizmek için, bu bir 'vicdansız patronlar’ meselesi mi? Bu uygulamaların bu kadar rahat yapılabilmesini ne sağlıyor?
Belirttiğim gibi bunu sağlayan tercih edilen sermaye birikim politikası. İşin bir ilkel sermaye birikimi kısmı var, bir sömürünün yoğunlaştırılması kısmı var. Dolayısıyla her düzeyde metalaşmanın derinleştirilmesi... Bu metalaşma derinleştirilmesine iş gücünü de eklemek lazım. İşsizlik sermaye açısından bir avantaj. Bu kadar büyük bir yedek işgücü ordusu kapının önünde beklerken, içerdekileri kendi dayattığı koşullarda çalıştırması tabii ki çok daha mümkün. Verili koşullarda o kadar sert bir rekabet var ki, bu rekabet içinde dediğiniz gibi mesele “vicdansız patronlar” değil, o patronların o sermaye birikim rejimi içerisinde girdikleri pozisyonla ilgili.
Şu da var, pandeminin ilk evrelerinde, işyerlerinde pozitif vakalar çıktığında daha ciddiye alınıyordu, fakat bu kontrolsüz açılma ve hele hele içinde bulunduğumuz pandeminin artık kontrolden çıktığı ve hiçbir denetimin olmadığı koşullarda tabi işverenler de rahatlamış oldu. Yani adeta bu bir doğallık kazandı. Evet pozitif vaka çıkabilir ve onlar çalışmaya devam ediyorlar. Çok kullanılan bir kavram var, sürdürebilirlik! Yani vakalarla birlikte de sürdürebilirlik. Bunun koşulu da pozitif olanların yerine az işçiyle çok iş yaptırmak. Bu anlamda da sömürünün yoğunlaşması söz konusu. Dolayısıyla aslında işçi sınıfının sadece hastalanma riski yok, bir de olağanüstü bir iş yükü altındalar.
Politikasını pandeminin ilk dönemi şöyle temellendirdi iktidar, “Çin’de pandemi ortaya çıktı, dolayısıyla küresel üretim zincirinde büyük yeri olan Çin gerileyecek, biz Türkiye olarak Avrupa’ya yakınlık avantajımızı da kullanarak bu üretim zincirlerinde daha büyük, daha geniş yer edineceğiz! 'Geçen günlerde dendi ya, "Vaka sayısını açıklamak bir milli mesele!” Belki de şöyle demek mümkün, Türkiye işçi sınıfı “milli çıkarlar için”, bu türden bir ekonomi stratejisi için feda edilebilir figürler olarak görülüyorlar.
Dolayısıyla pandemiyi fırsata çevirme söylemi, tam da anlattığınız çerçevede gelişiyor...
Tabii, pandemi daha ucuz işgücü sağlamış oldu. Çok fazla işyeri kısa çalışma ödeneğinden yararlanıyor, ama ne kadarı fiilen kısa çalışma yapıyor bilmiyoruz. Ama duyduğumuz gördüğümüz sayısız örnek, aslında hiç de kısa yapmadığı, yani aynı çalışmayı yapıp işçilere kısa çalışma ödeneğinden ücret verdiğini gösteriyor. Çok sayıda şu tür vakalar da duyulmaya başlandı: sözde ücretsiz izne çıkarılmış gibi görünüyor, fakat onların da çalıştığı, yani o İŞKUR’dan alınan ücretsiz izin parasıyla işçilerin hiç değilse işimi kaybetmeyeyim diyerek buna razı olduğu görülüyor. Pandemi hem en genel anlamda iş gücü piyasasında, hem de mikro düzeyde işyerleri içinde emek sürecinde sermaye tahakkümünü daha da pekiştiren, güçlendiren bir fırsat oldu. Nitekim çok ciddi kar artışları var, çok ciddi üretim artışları var. Dolayısıyla sermayenin geniş kesimlerinin bir kriz içinde olmadığı, pandemiden faydalandığı gözlenebiliyor.
MÜCADELE NEYİN ÖNE ÇIKACAĞI KONUSUNDA BELİRLEYİCİ UNSUR
Şu sıralar IMF'den DB'na, uluslararası sermaye örgütlerinden TÜSİAD'a neoliberalizmin artık miadını doldurduğu, artık farklı bir küreselleşme modelinin uygulanması gerektiği tartışmalarının korona salgınıyla ilişkisini nasıl yorumlarsınız?
Bu tartışmalar neoliberalizmin esasını değiştirmiyor bence. Neoliberalizm, esasında özünü değiştirmeksizin yeniden şekillenebilen kapitalizmin bir hali. Dolayısıyla burada neoliberalizmden vazgeçildiğini değil, neoliberalizmin yıkıcı etkilerini artırdığını; fakat bu yıkıcı etkiler karşısında sosyal isyanı, sosyal uyanışı önleyici birtakım önlemleri de alsak mı, bu işin gidişatı fena endişesini görüyoruz. Ama burada her zaman kolektif akıl olarak sermaye ile tekil sermayedar arasında çelişki var. Tekil sermayedar mümkün olduğunca gündelik pratiğinde karını artırmaya devam etmeye çalışır. Dolayısıyla bu tür sosyal politikaları önemsemez. O yüzden burada sermayenin kolektif aklı olarak devlete iş düşüyor veya düşecek mi? Çünkü orada da sermaye çelişkili, bir yandan "Her şeyi bana ver” deyip, bir yandan “Önlem al” diyor; zaten bütün bu çelişkilerin kavganın da sebebi bu. Burada sosyal mücadeleler neyin öne çıkacağını belirleyici bir unsur. Bu tür tartışmaları yaparken sosyal mücadelelerin yarattığı talepleri, direnci de hesaba katmak lazım. Onlar olmaksızın iktisadi denklemler kurmamak gerekir.