09 Aralık 2020 00:00

Dayatılan anti-ütopyaya karşı gerçek biziz!

Ütopya-distopya ikileminden çıkarak dünyayı en sinir bozucu, en ürpertici gerçekliğiyle anlamak zorundayız, bu gerçekliğin biz olmadan bir hiç olduğunu da ancak böyle görebiliriz.

Kaynak: Max Pixel

Paylaş

 

Çok değil sadece birkaç günde, insanlık tarihinin en “distopik” anlarında yaşadığımızı düşündürtecek iki olayla karşılaştık. Gercüş’te 15 yaşındaki bir kız çocuğunun, sayısı kimi medya organlarınca değişecek kadar fazla kişinin sistematik olarak tecavüzüne uğradığına dair haberler okuduk. Esenler’de bir adamın, sokağın ortasında ağlayarak ve “eşim hamile” diyerek borç para istediği görüntüleri izledik.

Peki ne anlatıyor bu iki olay bize? Hepimizin en az bir defa söylediği gibi muazzam bir “çürümenin” ortasında mı kaldık? Gerçekten, distopik romanlara benzer bir toplumun parçası mıyız? Yaşadığımız dünya, “iyi” olanı düşünmeye izin vermeyecek kadar kötülükle mi dolu?

Yaşadığımız çağa distopik demek pek doğru olmaz. Çünkü distopyalar, ifade edildiğinin aksine ütopyaları olumsuzlamaz, aslında ütopik tahayyülleri içerir. Distopik romanların da ortak noktası bu dünyanın böyle gidemeyeceğidir. Otomatik Portakal, Cesur Yeni Dünya, Biz ve diğerleri… Bir değişimi, dünyaya dair radikal dönüşümleri hayal eder; çünkü mevcut gidişat iyi değildir. Aslında yaşadığımız dünyayı hicvetmek üzere yazılan ütopyalardır bunlar. Onların hayalleri karamsardır, zaten hayallere dayandığı için gerçekçi de değildir.

ÜTOPYA-DİSTOPYA İKİLİĞİNE MAHKUM DEĞİLİZ

E tamam ama bu dünya gerçekten kötü bir dünya, iyiye de gitmiyor, distopya değilse nedir bu yaşadığımız?

Eğer yaşadığımız dünyayı, ütopya-distopya ikileminden çıkaracak olursak ve gidişatını hiç de iyi görmüyorsak; onu anti-ütopya olarak tarif edebiliriz. Çünkü ütopya, dünya üzerinde var olmayan güzel yeri, var olması imkansız yeri tasvir eder. Bunun karşıtını düşünmek ise, o “var olmayan güzel yerin” asla mümkün olmayacağını ifade etmektir.

Ütopya-karşıtı ya da anti-ütopyacı gözlüklerle bakarsak, yaşadığımız dünyanın, onun gizli-açık kurumlarının, ütopyalar kurmaya, iyi bir dünyayı hayal etmeye izin vermeyecek kadar kötü olduğunu iddia edebiliriz. Karl Popper’ın “Açık Toplum ve Düşmanları”nın söylediği budur; ütopya kurulamayacak bir dünyada, ütopya-karşıtı bir dünyada yaşıyoruz, çünkü her ütopyanın sonu totaliter, baskıcı, demokrasi düşmanı toplumları yaratır.

Öyleyse nasıl bakmalı dünyaya? Bir çıkış yolu yok mudur?  

Ütopya-distopya-anti-ütopya geriliminde dünyayı yorumlamanın, umutsuz ve karamsar bir gelecek düşü(bu haliyle kabusu) getireceği açıktır. Çünkü ütopyalar, gerçekçi olmayacak kadar iyidir, distopyalar ise gerçekçi olmayacak kadar kötü ütopyalardır, anti-ütopyacılık ise biraz daha gerçekçidir, ama o da gerçekliği tek yönlü anlar, bizi yaşadığımız kötülüğe hapseder.

Öyleyse iyi niyetimizi koruyup, ütopyaları da bir çırpıda çöpe atmadan başka bir pencereden bakmayı deneyebiliriz. Oscar Wilde, üzerinde ütopya olmayan bir haritanın bakmaya değer olmadığını söyler. Ütopyaları çöpe atmayalım dedik, çünkü hayal kurmak, gerçekçi olmamak değildir. Ancak hayaller, umutlar ve sezgiler, yaşadığımız dünyayı gerçekçi biçimde anlamaktan, incelemekten daha büyük bir uğraşımız haline gelirse, muhtemelen hayallerimiz ütopyaya, imkansıza dönüşür, gerçekle bağı kopar. O zaman bize, gerçekle bağı olan hayaller gereklidir.

Nedir bu gerçek? Nedir bu gerçekle bağı kopmayan hayaller?

Girişe dönelim, 15 yaşındaki bir kıza bütün bir köyün sistematik tecavüzüne izin veren bir devlet aygıtı, çocuk bekleyen bir babayı çaresizce ve ağlayarak borç isteyecek duruma düşüren bir ekonomik yapı, bütün bunlar yokmuş gibi hareket eden iktidar temsilcileri… Evet, gerçeğimiz budur. Orada olduğunu güvenlikle değil, tecavüzcülerini koruyarak gösteren devleti, yoksulluk-çaresizliğe gözlerini kapayan düzen partileri, herkesten çok sözü geçen çete liderleri, fabrikaları toplama kampına çeviren patronları, bu karanlığa mecbursunuz diyen anti-ütopyacı düşünce insanları; her türlü aygıtı ve pratiğiyle kapitalizmin gerçeği budur. Kapitalist gerçekçilik der buna Mark Fisher; “Sermaye’nin en Gotik tasviri, aynı zamanda en doğru olandır da. Sermaye, soyut bir asalak, doymak bilmez bir vampir ve zombi-imalatçısıdır; ama ölü emeğe dönüştürdüğü canlı et bizimdir ve ürettiği zombiler de bizleriz.”

BU ÜRPERTİCİ GERÇEKLİĞİ DEĞİŞTİRMEK ZORUNDAYIZ

Ütopya-distopya ikileminden çıkarak dünyayı en sinir bozucu, en ürpertici gerçekliğiyle anlamak zorundayız, bu gerçekliğin biz olmadan bir hiç olduğunu da ancak böyle görebiliriz. Genç Hayat’ın 375. sayısı, faşist cuntanın idam ettiği Erdal Eren’i anıyor; meslek liselileri, üniversitelileri, işçi ve işsiz gençleri Erdal’ı anmaya, anlamaya, mücadelesini sahiplenmeye çağırıyor.

Bize gerçeklikle bağı olan hayaller gerekiyor demiştik, Erdal tam da böyle bir hayalin peşindeydi. Sosyal çelişkilerin, egemen siyasal gericiliğe karşı mücadele etmenin gerekliliğini fark etmiş, lisesinde öğrenci derneğine katılmış, işçi sınıfının politik hareketinin güçlenmesi için örgütlenmişti. Türkiye gençlik hareketinin en yiğit evlatlarından biri olarak anılmasının anlamı budur, çünkü gerçekçidir, düzenin çelişkilerle dolu gerçekliğine, emperyalist barbarlığın yarattığı toplumsal çürümeye karşı işçi sınıfından yana, yeni toplumun kurucu unsurlarından yana bir gerçekliği savunmuştu.

Bize dayatılan bu anti-ütopyayı tersine çevirecek gerçekliği anlamaya çağırıyor Erdal bizi, iyi olanı hayal etmenin, dünyayı tersine çevirmenin yoluna, kapitalizme karşı kazanmak zorunda olduğumuz savaşımın uyuklayan dürtülerine, Erdal’ın bir gün bile pişmanlık duymadığı tarihin en cesur eylemine, örgütlü mücadeleye… Tam da bize lazım olan türden, çok uzun sürmeyecek bir gelecekte gerçekleşecek ütopyaya…

ÖNCEKİ HABER

Bir kentin hafızası kaç kira bedelidir?

SONRAKİ HABER

İTO, hayatını kaybeden sağlıkçıları andı: “Ölümleri durdurmak için tam kapanma şart”

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa