Dr. Vahdet Mesut Ayan: İktidarın peşi sıra yalpalayan bir medya var
Dr. Vahdet Mesut Ayan'la medyanın dönüşümünü konuştuk. Ayan AKP’nin "makbul" vatandaşını da üretmeye çalışan yeni merkez medyanın iktidar gibi yalpaladığını söylüyor.
Fotoğraf: Vahdet Mesut Ayan'ın kişisel arşivi
Özden DİNÇ
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden KHK ile ihraç edildikten sonra tamamladığı “AKP Devrinde Medya Âlemi” isimli kitabıyla “2020 Genç Bilim İnsanı” ödülünü alan Dr. Vahdet Mesut Ayan ile güncel haberler üzerinden AKP’li yıllarda medyanın dönüşümünü konuştuk.
Ayan; AKP öncesi de yapısal sorunları bulunan medyanın artık o dönemde sahip olduğu sınırlı otonomu bile kaybettiğini belirtiyor. Medyanın sermaye ile kurduğu bağlara dikkat çeken Ayan, müşterinin yanı sıra AKP’nin “makbul” vatandaşını da üretmeye çalışan yeni merkez medyanın tıpkı kurumsal ve ideolojik bir bütünlük sergilediği iktidar gibi yalpaladığını söylüyor.
ÖNCESİ VE SONRASIYLA MEDYA
Öncelikle sizin “yerleşik tarihsel blok” olarak nitelediğiniz AKP öncesi yerleşik düzenin medyasında, mülkiyet ve sahiplik yapısı nasıldı? Ve bu yapı ile “AKP Devrinde Medya Âlemi” arasındaki en belirgin fark nedir?
Aslında benim en büyük endişem, AKP dönemi medya politikalarını araştırırken bir biçimde AKP öncesi medya halinin güzellemesini yapıyor olmak; zira yakından bakıldığında AKP öncesi medyanın da şimdiki gibi siyasi odaklarla ve sermaye sınıfıyla yakın bir ilişkisi vardı. Bu durum aslında özellikle 1980 sonrası medya alanının endüstriye dönüşmesinin bir sonucuydu.
1980-2002 yılları arasında medyanın kurumsal yapısına baktığımızda, özellikle enerji, inşaat, finans alanında büyük yatırımları olan iş çevreleri, 1980’lerin ortalarından itibaren birer birer medya kuruluşlarının sahibi oldular. Kar getirisinden ziyade patronların bu alana girmelerinin birden fazla sebebi vardı. İlk olarak bir patronun büyük bir medya kuruluşuna sahip olması, ona toplumda önemli etkisi olan ideolojik bir aygıta sahip olma avantajını getiriyordu. Bu aygıtla siyasi odaklar, rahatlıkla tehdit edilebilir ya da desteklenebilirdi. Medya kuruluşuna sahip olmanın ikinci avantajı, yayınlarıyla destek verdiği iktidarlardan daha fazla kamu ihalesi alabilmesiydi. Uzan, Doğan, Karamehmet gibi grupların 1990’lardan itibaren sermaye birikimlerini kamu ihaleleri yoluyla artıran ve medya alanında söz sahibi gruplar olduğu düşünüldüğünde ne demek istediğim anlaşılır sanırım.
"HOLDİNGLEŞEN MEDYA, HABERİ META YAPTI"
Özetlediğim bu gelişmeler medya alanının hem kurumsal yapısını hem de içeriklerini baştan aşağı değiştirdi. Holdingleşen medya, haberin meta olması sonucunu doğurdu, bu ise, kamu yayıncılığının geri plana itilmesine ve haberlerin daha çok sansasyonel bir dille yazılmasına neden oldu. Kamu yararı ya da kamu yayıncılığı meta karşısında değer kaybettiğinde bundan olumsuz anlamda en fazla etkilenen ise gazetecilik mesleği oldu. AKP, medyanın bu yapısal problemlerini miras almış ve bu problemleri daha da derinleştirmiştir, diyebiliriz.
Yine de medya yayınları açısından AKP öncesi ve sonrası en büyük fark, 1990’lı yıllarda kamuyu ilgilendiren yolsuzluk operasyonlarının haberlerde yer alabilmesidir. Burada en büyük etmen ise, merkez sağın çok parçalı olması ve bunun sonucunda habercilik konusunda medyanın belirli bir otonoma sahip olmasıdır. Örneğin Uzan Grubu, hedefindeki siyasi partinin elindeki bir belediye ile ilgili yolsuzluk haberlerini verebiliyordu. Tabii diğer gruplar için de bu geçerli. İSKİ, Türkbank ve Çiller’in malvarlığı tartışmaları ilk aklıma gelenler. AKP ise 1990’lı yılların sonunda çöken merkez sağın yerine tek başına geçtiği için, medya aşamalı olarak bu otonomunu da kaybetti.
KURUMSAL VE İDEOLOJİK BİR BÜTÜNLÜK SERGİLEYEN MERKEZ MEDYA
Medyanın sınırlı otonomunu da kaybetmesiyle devam edelim. En yakın örneğini Van’da iki köylünün helikopterden atılmasına dair iddialarla ilgili olarak gördük. Bu haberin medyada kısıtlı yer bulması konusunda neler demek istersiniz? Ve “medyanın mevcut ideolojik kümelenmesi” dışında kalan gazeteciler açısından nasıl bir değerlendirme yaparsınız?
Sorunuzun cevabını, biraz önce belirttiğim gibi, medyanın yapısal problemlerinde arayabiliriz. Ayrıca çözüm sürecinin bitimiyle birlikte Kürt siyaseti üzerindeki baskının ne boyutta olduğunu biliyoruz. İktidar koalisyonunun Kürt meselesine bakışı ve çözüm önerisi ortada. Kimileri Türkiye’nin 1990’lı yıllara döndüğünü belirtiyor; ancak ben öyle düşünmüyorum. Şöyle ki hem siyasal alan hem de medya, Kürt meselesini 1990’lı yıllardan daha geri bir perspektifle ele alıyor. Mehmet Ali Birand ya da Cengiz Çandar’ın Kürt meselesine dair eleştirel tutumlarını o dönemki (AKP öncesi) medyada az da olsa duyabiliyorduk.
Geldiğimiz noktada hem devlet aygıtıyla hem de iktidar koalisyonuyla kurumsal ve ideolojik bir bütünlük sergileyen bir merkez medya var. Bunun dışında kalan medya mecralarında köylülerin helikopterden atılması üzerine haberler yapıldı. Biz de buralardan öğrendik meseleyi; ancak merkez medyanın bu durumu haberleştirecek ne yapısı ne de ideolojik yaklaşımı kaldı. Diyarbakır’da HDP binası önündeki anneler, her gün ekranlarda veriliyor, verilsin de; fakat iki Türkiye yurttaşının helikopterden atılmasının hiç mi haber değeri yok? Bu sorunun cevabı, medyanın siyaset ve sermaye ile kurduğu bağlarda aranmalı.
"İKTİDAR İÇİNDEKİ FİGÜRLER SESİNİ SOSYAL MEDYADAN DUYURABİLDİ"
Sosyal medya ile ilgili son düzenlemeler göz önüne alındığında kamunun “haber alma hakkı” açısından neler söyleyebilirsiniz?,
Kamunun haber alma hakkı az önce belirttiğim gibi, özellikle 1980 sonrası gelişmeler doğrultusunda geri plana itilmişti. Benzer gelişmeleri, sağlık, eğitim ve ulaşım alanında da görebiliriz. Bu alanlarda da kamu hizmeti geri plana itilirken, hizmet talep eden vatandaşlar “müşteri” olarak görülüyor. Medya alanında da haberin meta özelliği ön plana çekildiği için okuyucu/izleyici birer müşteriye dönüştü.
Medya yayınları müşterinin yanında iktidar tarafından oluşturulmak istenen “makbul” vatandaşı da üreten ve ona seslenen bir biçim kazandı. Dolayısıyla yayınlar müşterinin yanında makbul vatandaşa hitap edecek şekilde üretilmekte.
Şimdilerde AKP’nin sosyal medya düzenlemesini konuşur olduk. Burada yapılmak istenen iktidarın onayı olmayan haberlerin kamuoyuyla buluşmasını engellemek. Son yıllarda siz de biliyorsunuz ki toplum birçok hakikati sosyal medya mecralarından öğrendi; ancak şöyle de bir ironi ortaya çıktı: İktidarın merkezileşmesi ve medyanın onu bağımlılığı o kadar arttı ki, bakanların istifası dahi bu mecralardan duyurulur oldu. Yani iktidar içindeki figürler bile ancak sesini sosyal medyadan duyurabilir haldeler.
DEVLETİN RESMİ AYGITLARI GİBİ ÇALIŞAN MEDYA KURULUŞLARI
Berat Albayrak’ın istifası örneğinde, abisi Serhat Albayrak’ın Turkuaz medyanın başındaki isim olduğu biliniyor. Ayrıca “Boğaziçi Küresel Çalışmalar Merkezi” isimli, sosyal medyada hayli çok hesabı kontrol eden ekip de Albayraklarla ilişkili. Anakımın yerine geçmeye çalışan bahsettiğimiz bu medya, sizce Hazine Bakanı’nın istifasına hazırlıksız mı yakalandı?
Sadece Berat Albayrak ve onun ailesinin ilişkileri bile son dönemde medya ve iktidar arasındaki karmaşık bağı göstermeye yeter sanırım. Baktığımızda Hazine ve Maliye Bakanı’nın ülkenin en önemli medya kuruluşuyla organik ilişkisi var ve aynı bakan belirttiğiniz gibi sosyal medya mecralarında etkin “trol” ordusunu yöneten bir merkezde de söz sahibi; ancak istifasını organik bağı olan ATV-Sabah grubunda dahi duyuramıyor. İstifasını Anadolu Ajansı’na ve Sabah grubuna gönderdiği fakat bu kuruluşların istifa haberini İletişim Başkanlığı açıklamasından önce veremediği ortada.
Kuruluşların hazırlıksız yakalandığını düşünmüyorum, burada medya kuruluşlarının paralize olma durumu var. Herkes istifayı biliyor ve fakat bir türlü resmi kaynaktan bilgi gelmediği için veremiyor. Bu bize özellikle merkez medyanın habercilik pratiklerinin iktidar ve onun organlarına ne kadar bağlı olduğunu açık bir biçimde gösteriyor. Gelinen noktada kamu haberciliği ya da kamu yararı bir yana, devletin resmi aygıtları gibi çalışan medya kuruluşları söz konusu. Bu bize, otoriter devletlerdeki medya ortamının hâl-i pürmelâlini gösteriyor.
Gazete haberleri ya da televizyon programları, iktidarın hem iç politikaya hem de dış politikaya dair oluşturduğu milliyetçi, şoven söylemi sürekli tekrarlamakta. Bu, öyle bir noktaya ulaşıyor ki, örneğin Bülent Arınç’ın son açıklamalarından sonra da, Erdoğan açıklama yapana dek, köşe yazarları Arınç’ın sözleri ile ilgili kalem oynatamadı. Ne zaman Erdoğan açıkça Arınç’a tepki gösterdi, işte o zaman iktidar yanlısı gazeteciler ya da köşe yazarları Erdoğan’a benzer biçimde Arınç’ı eleştirdiler. Yani burada da Albayrak’ın istifası sonrası süreci yaşadık. Hep bir yerlerden onay bekleyen ve resmi kurumların ağzına bakan kuruluşlar bunlar.
Velhasıl, geldiğimiz aşamada elinde baskı aygıtlarından başka yönetim aracı kalmamış ve sürekli yalpalayan bir iktidar var. Ona bağımlı olan medyanın da iktidarın peşisıra kesintisiz yalpalamasını görüyoruz.