Aşıda hegemonya mücadelesi
Batı hükümetleri Kovid-19 aşısını sadece kendileri için isterken Çin ve Rusya'da üretilenlere karşı tutum dikkat çekiyor. Fransa'da gerici yasalara karşı mücedele sürüyor. İngiltere gündemi ise Brexit
Fotoğraf: Envato
İngiltere aşıya başladı, Almanya aşı merkezlerini hazırlıyor. Şimdilik Batı’nın zengin ülkeleri yeteri kadar aşıyı garantilediklerini açıklıyorlar. AB’yi Avrupa dışında, ABD’yi ABD dışında ne olup bittiği ilgilendirmiyor. Çin ve Rusya ise aşılarını yoksul ülkelere de satıyor. Batılı ülkelerinin tepkisi ise Çin ve Rusya’nın aşılarını karalamak yönünde.
Fransa’da hükümetin art arda getirdiği gerici ve özgürlükleri kısıtlayan yasa tasarılarına karşı tepkiler devam ediyor. La Forge dergisi, yükselen yoksulluk ve mücadele ile bu tür yasa tasarıları arasında bir bağ kuruyor ve önümüzdeki dönem üstlenilmesi gereken sorumluluklara dikkat çekiyor.
Britanya ve AB arasında Brexit sonrası geçiş süreci 31 Aralık’ta sona erecek. “Fırına vermeye hazır“ anlaşma vaatleriyle seçimi kazanan Boris Johnson hükümeti şimdi de anlaşmasız Brexit’in büyük bir olasılık olduğunu söylüyor. İki taraf ortak açıklamalarında pazar akşamına kadar anlaşmaya varılması gerektiği söylerken AB, Johnson hükümetine güvenmemekte haklı görünüyor.
AŞI KAVGASI
Jörg KRONAUER
Junge Welt
Aşılama başlıyor. Hayır, sadece hızlandırılmış bir onay sürecinin ardından salı günü Kovid-19 virüsüne karşı aşılamaya başlayan zengin Batı ülkelerinden ilki olan Birleşik Krallık’ta değil. Sadece Çin’de ve Rusya’da da değil. Çin Halk Cumhuriyeti’nde ilaç şirketi Sinopharm, kasım ayı ortasında, acil durum programının bir parçası olarak, yaklaşık bir milyon kişiyi aşıladığını doğruladı, Rusya’da ise hafta sonu “Sputnik V” aşısı ile geniş bir kampanya başlatıldı. Zengin dünyaya ait olmayan ve kendi aşısını geliştiremeyen Endonezya’da da ilk aşılar kısa sürede yapılacak. Pazar akşamı ilk 1,2 milyon doz başkent Cakarta’daki havaalanına ulaştı. Dağıtım için lojistik yöntemler netleştiriliyor ve her şey yolunda giderse ilk aşılama, AB’den biraz daha sonra, ocak ayında Endonezya’da gerçekleştirilebilecek. Küresel bir karşılaştırmada, ülke o zaman oldukça önde olacak. Bunu mümkün kılan aşı Çin’den geliyor.
Acı çekmeyi ve ölmeyi sona erdiren ve sonunda salgını yenmesi gereken aşıların etrafındaki büyük kapışmanın ilk turunda, en azından Batı’da, kararlar alındı. ABD –“önce Amerika” diyerek- çok uzun zamandan beri muazzam miktarda para ile büyük ölçüde aşıyı garantiledi ve dünyanın geri kalanını umursamıyor. AB ilk başta büyük konuştu; komisyon başkanı Ursula von der Leyen baharda Brüksel’in kesinlikle “aşıların dünyanın her köşesine adil ve uygun bir fiyata dağıtılmasını sağlayacağını” duyurdu. Her zamanki gibi şimdiye kadar hiçbir şey olmadı: Birlik sadece kendisi için aşı sipariş etti. Aşı ittifakı Covax için mali danışman olarak çalışan Citigroup’un verdiği bilgiye göre, Batı devletleri ilaç şirketlerinin ürettiği aşıların yüzde 85’ini şimdiden güvence altına almış durumda. Yani Biontech ve Pfizer’in 2021 sonuna kadar üretmek istediği 1,3 milyar dozdan 1,2 milyarı Batı’da kalacak. Daha fakir ülkeler ise en iyi ihtimalle, Batı’nın kırıntılarını alacak.
Çin ve bir ölçüde Rusya farklı şekilde ilerliyor. Çin, Batılı olmayan dünyaya aşı sağlama konusunda iyi başlangıç koşullarına sahip: Ülke içindeki pandemiyi etkili bir şekilde yenmiş durumda. Çinliler, özellikle sağlık çalışanları olmak üzere hâlâ aşılanıyor ols da, aşılarını ihraç etme kapasitesini serbest bıraktılar. Pekin’de yüksek riskli işlerde çalışan 18,5 milyon insandan bahsediliyor. Ancak yıl sonundan önce Halk Cumhuriyeti, örneğin Biontech ve Pfizer’in on iki katı olmak üzere 600 milyon doz aşı üretmek istiyor. Çin aşılarının gerçek bir avantajı, Biontech ve Pfizer’in aksine, eksi 70 santigrat dereceye kadar soğutulmalarına gerek olmaması; eksi 70 derece zorunluluğu, zengin Batı için bile bazı zorluklar ortaya çıkaran, fakir ülkeler için ise son anlamına gelen bir gereklilik.
Mevcut aşılama altyapısı Çin’in aşısı için yeterli. Çin’den yapılan teslimatlar muhtemelen ilk olarak Çinli ilaç şirketlerinin aşılarını test ettiği ülkeler tarafından alınacak. Halk Cumhuriyeti’nin kendisinde, bu tür testler salgın başarıyla kontrol altına alındığı için, mümkün değildi. Bu ülkelerden biri de Endonezya. Aşı dozlarının dağıtımına ek olarak, Çinli Sinovac şirketi Endonezyalı ilaç şirketi Bio Farma’ya “Coronavac” adlı aşıyı lisans altında üretme izni verdi. Böylece Endonezya Güneydoğu Asya’nın bir kısmına aşı sağlama ve aynı zamanda ekonomisini biraz canlandırma şansına sahip oldu. Sinopharm ise Eylül ayında Birleşik Arap Emirlikleri’ne kısıtlı acil kullanım için aşı gönderdi. Grup, testlerini burada yapay zeka ve bulut bilgi işlem konusunda uzmanlaşmış, ancak aynı zamanda ilaç endüstrisine de ilerleyen bir şirket olan Group 42 (G 42) ile birlikte gerçekleştirdi. Önümüzdeki yıl G 42, Arap Körfezi ülkeleri lisansı altında 75 ila 100 milyon doz aşı üretmeyi planlıyor. Afrika’da Rusya da aktif. Mısır ile iş birliği yapıyor ve ülkeye ilk adımda 25 milyon “Sputnik V” dozu tedarik etmeyi planlıyor. Ayrıca Mısır’ın aşı üreticisi Vacsera, bir Çin aşısı üretmek istiyor. Afrika kıtasının başka ülkeleri de Çin aşılarını lisanslı olarak sunma olanağına sahip olacak.
Çinli şirketler değişik diğer ülkelere de aşı sağlayacak. Örneğin Meksika’nın Tianjin’den 35 milyon kutu Cansino aldığı söyleniyor. Açık olan şey, Halk Cumhuriyeti’nin kendine odaklanmış Batı’ya aşı konusunda alternatif olduğu ve dış ülkelere aşı göndereceği. Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in kasım ayı ortasında “dünya çapında aşılara adil, şeffaf ve uygun fiyatlı erişimin sağlanması” için acil bir çağrıda bulunması şaşıstıcı değil. Ancak işe yarar mı göreceğiz. Yoksa Batı’nın tek alternatifi, Çin aşısını karalamak ve bu sayede mali yükü olmayan şekilde rekabet etmek olacak.
(Çeviren: Semra Çelik)
PATRON VE POLİS DEVLETİNE KARŞI HEP BİRLİKTE!
La Forge
Başyazı
Ülkede inanılmaz derecede yükselen yoksulluğun belirtileri Restos du Coeur (gıda yardımı yapan bir dernek) veya Secours Populaire (yemek, giysi yardımı yapan bir dernek) kurumların önünde kuyrukların uzaması olarak kendisini gösterirken; buralara birçok genç başvuru yaparken, işten çıkarmalar artmaya devam ederken Marcon, Castex ve takımının Noel alışverişi yapabilmemiz için çözümler bulmaya yönelik gösterdiği çaba ne kadar içler acısı.
Elbette nefes almak, birbirimizle buluşmak, bir o kadar eğlenmek gibi anlara ihtiyacımız var; büyüklerimizi görmeye ihtiyacımız var ve yaşayabilmek için onların buna daha fazlasına ihtiyacı var; bundan daha “insancıl” ne olabilir ki. Ama hiçbir çalışan aile, genç ve daha küçük yaştakiler; işsizler, yoksullar ödediğimiz krizin faturasını unutamaz. Hiçbir sağlık emekçisi, ister cılız önlemlerden faydalansın isterse de faydalanmayanlar arasında olsun, meslektaşlarıyla eskisine göre daha ön cephede olduğunu, ve kimi meslektaşlarının ise gerekli oturum kartı olmadığı için sınır dışı edilebilme riski olduğunu asla unutamaz. Hiçbir süpermarket kasiyeri, koruma olmadan bu kadar çok çalıştıktan sonra ikramiye almadığını -ya çok az aldığını - ve yarın işsizliğe gönderilme riski altında olduğunu, bununla birlikte maaşının düşeceğini ve asgari ücretle çalışıldığında bu düşüşün çok önemli olduğunu, hatta ticaret tekellerinin büyük hissedarları çok daha fazla kazanmak istediklerinden dolayı işten atılma riskinin olduğunu unutamaz.
Büyük veya küçük işyerinde çalışan hiçbir çalışan bugün kendini güvende hissetmiyor. Bunu söylerken felaket tellallığı yapmak değil asıl amaç, maruz kaldığımız saldırıların büyüklüğüne işaret etmek ve bu politikaya karşı mücadele eden herkesle direnmek ve desteklemektir. Her yerde, her bölge ve sektörde direniş zaten var. Sınıf mücadelesi uzun zamandır karantina altında değil ve militanların, çalışanların işten atmalara, yoksullaşmaya ve genişleyen esnekleşmeye karşı, sömürülen haklarını savunmak için savaştıkları alan birden fazla cepheden oluşuyor. Güçler dengesini kolektif olarak güçlendirmeye yönelik inisiyatif alınan her yerde, isçilerin, sağlık, eğitim vb.. sektörlerinde çalışanların taleplerini destekleyen, işten atmalara “hayır“ diye haykıran tüm mücadeleler gençleri, çalışanları ve emeklileri harekete geçiriyor.
Bu talepleri destekliyorlar, çünkü, hem kamu hizmetlerinin kullanıcıları olarak doğrudan kendilerini ilgilendiriyor, hem de gençliğin geleceğinin bu istihdamın varlığına bağlı olduğu biliniyor. Her şeyden önce gençlerin kendileri ve aileleri için, özellikle üniversite öğrencisi ve liseliler içinde felaket bir yıl olduğunu herkes görüyor. Patronlar önümüzdeki bir veya iki yıl için istihdam adı altında şantaja, düşük maaşlara boyun eğmeyi kabul edilmesi şartıyla “iyi günler” yaşanacağın sözünü veriyor... Bu arada, şirketler için yapılan kamu yardımı duyuruları, işçileri işten çıkaran firmalar da dahil olmak üzere, hisse senedi değerlerini yükseltiyor, üstelik ilaç şirketlerinin elde edecekleri devasa kârların milyarlarca kamu parasıyla finanse edildiğini ve aşıların da böyle satın alınacağından bahsetmiyoruz bile.
Bu koşullarda, hükümet “genel güvenlik” yasa tasarısını geçirmek isterken, birkaç haftadır devam eden ve genişleyen güçlü halk hareketi bu tasarıyı “genel güvencesizlik yasası” olarak adlandırdı. Bu yasanın ne kadar tehlikeli olduğunun anlatılmasını en önde olan muhatapları gazeteciler, kameramanlar, ister profesyonel olsun isterse de olmasın, polis şiddetini görüntüleyenlerin çalışması bir nevi bu sürede herkesin gözleri önünde “örneklendirildi”: göçmenler Cumhuriyet meydanında kovalandı, bu “asayişi sağlama operasyonunda” gazeteciler gözaltına alındı ve tartaklandı, siyah bir müzik prodüktörü çekim atölyesinde dövüldü ve hakarete uğradı.
Bugün, bu yasa tasarısının tamımıyla geri çekilmesi gerekiyor ve özellikle gençler arasında polis devleti ve sosyal protestoların kriminalize edilmesine karşı bilinç gelişmekte ve diğer gerici yasa ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan tasarılarla bir bağ kurulmaktadır. Örneğin Müslüman inancında olan kişileri hedef tahtasına koyan “ayrılıkçılık” yasasında olduğu gibi, ya da bilimsel araştırmalar programı yasasının içinde bulunan kimi maddelerin dersleri “engellemeyi” cezalandırmayı öngörmesi gibi veya “sosyal bilimlerin” birçok sektörünün “cumhuriyet değerleriyle” uyuşmadığı gerekçesiyle dışlanması gibi diğer gerici tasarılarla bağ kuruluyor.
Bu güçlü halk hareketleri, kriz içindeki emperyalist kapitalist sistemin garantörleri olan hükümetleri, polisleri ve yargı makamlarını endişelendirmektedir. Polis devletinin kendilerine dönük bir silah olduğunu bilen işçi, sendikal ve halk hakaretinin militanlarının dikkatini de çekiyorlar, çünkü son yıllarda sendikal ve toplumsal hareketler üzerindeki baskı bunu fazlasıyla gösterdi. 5 Aralık’ta sendika militanları, gençlik örgütleri, işsizler, yoksullar “genel güvensizlik” yasa tasarısının geri çekilmesi için mücadele edenlerle birlikte gösteri yaptı. İşçi hareketi ve sendikal hakaretin bu talebi farklı platformlarda gündemine alması, aynı şekilde demokrasi sorunları ve işçilerin mücadelesiyle dayanışmaya yönelik harekete geçmeleri önemlidir.
(Çeviren: Kıvanç Demir)
BRÜKSEL BORIS JOHNSON’A GÜVENEMEZ
The Guardian
Başyazı
Boris bugünkü yerine Avrupa hakkında yalanlar söyleyerek geldi. Gazeteciyken yalanlar uydurdu. Referandum kampanyası süresince devasa yalanlar söyledi ve şimdi Başbakan olarak da yalanlarına devam ediyor. AB ile yapılacak anlaşma “fırına vermeye hazır” yalanı vardı. Bir de anlaşma yapılmaması olasılığı “kesinlikle sıfır” demişti. Britanya 31 Aralık sonrası her olasılığa hazırdı. Britanya mallarına AB vergisi uygulaması olasılığının “tümüyle ve tek kelimeyle absürt” olması yalanı da bir diğeri. Baştan sona hep yalan.
Çarşamba akşamı Brüksel’e AB ile ticaret anlaşması yapmaya gittiğini söylerken de yine bizi aldatıyordu. Perşembe günü Avam Kamarası’na ortada iyi bir anlaşma var diyordu; aynı gece ise tam tersini söylüyordu. Johsnon’un Brüksel’e gidiş sebebi Britanya’nın su ürünleri konusunda anlaşmaya hazır olmadığını; ilerideki anlaşmazlıkların Avrupa Mahkemesinde (ECJ) görülmesini asla kabul etmeyeceğini; ve Britanya’nın ellerini bağlayacak olan bir AB ticari standartlarıyla uyuşmaya yanaşmayacağını AB’ye söylemekti. Perşembe günü Avam Kamarası’na iki tarafın duruş noktalarının birbirinden çok farklı olduğu söylendi.
Bu ülkenin mallarını sattığı en büyük pazar ile ticari anlaşma yapmak isteyen bir Başbakan böyle konuşmazdı. Su ürünleri sektörü daha geniş bir anlaşmayı engelleyecek kadar büyük bir endüstri değil. Avrupa Mahkemesini de içeren bir tahkim sisteminin kurulmasına engel olacak pratikte veya prensipte bir sebep mevcut değil. En önemlisi olaraksa Britanya serbest piyasayla, eşit şartlar oluşturmak amacıyla, düzenleyici uyuşmanın büyük oranda ekonomik çıkarına olduğunu kabul etmeli.
Johnson Britanya’nın isteklerinin Kanada veya Avustralya’nın isteklerinden farklı olmadığını iddia ediyor. Fakat Britanya’nın AB ile ilişkisi çok farklı. Britanya AB’nin kapı eşiğinde ve bizim ekonomi ve ticaretimiz son 45 yıldır AB ile iç içe ilerliyor. Bunlar Kanada ve Avustralya açısından söz konusu değil. AB’nin ayrıcalıklı ticari erişim hakkı karşılığında devlet sübvansiyonları, vergiler, iş standartları, rekabet kuralları ve çevre koruma yöntemleri açısından bir tür uyuşma talebi tamamen haklı.
Herhangi başka bir yaklaşım Britanya’nın sözünü tutacağına inanmayı gerektirir. Özellikle de Britanya’nın, bu haftaya kadar uluslararası yasaları ve kendi yaptığı anlaşmaları göz ardı etmek için getirdiği İç Pazar Yasası koşullarında AB Britanya’ya neden güvensin? Ticarette yakınlık önemlidir. Birleşik Krallık şirketlerinin daha gevşek uygulama koşullarında masraflarını dışsallaştırarak, şirketlerin gerçek masraflarını karşılamak zorunda olduğu bir AB pazarına girmesi adil olamaz.
Dahası, AB gibi kurallara dayalı bir birlik neden Johnson’a güvensin? Kaotik hayatı ve politikasının en tutarlı ender temalarından biri AB hakkında yalanlar oldu. Şimdi değişeceğini ummak büyük bir inanç sıçraması gerektiriyor. Politika ve ekonomi bazen Johnson’u Avrupa üzerine değişik noktalara çekiyor. Fakat sonunda hemen her zaman, şimdi olduğu gibi, parti çıkarlarını ülkenin ekonomik çıkarlarının önüne koyuyor. Sözde kaybedilmiş Britanya’nın büyüklüğünün geri alınması yıkıcı çabası dolayısıyla ülke şimdi AB’den kopmanın eşiğinde. Sadece üç hafta kaldı. Bu durum ülke için en iyi zamanlarda bile vahim bir buhrana yol açacaktı. Pandemi koşullarında, ülke muazzam kötü şekilde yönetilir ve tamamen hazırlıksız yakalanacakken, gerçekleşecek olması durumu daha da trajik kılıyor.
(Çeviren: Haldun Sonkaynar)