"Suriyeliler geldiği için yoksullaşmadık, onlar üzerinden birileri zenginleşti"
“Göç ve sınırların yönetimi” üzerine çalışan ve Ege’de kurtarma botlarında gönüllü olan Dr. Sibel Karadağ küresel göçü, sınırları ve Ege’deki durumu Evrensel’e anlattı.
Dr. Sibel Karadağ (soldaki fotoğraf) | Molyvos. Mültecilerin sınırı geçtikten sonra geride bıraktıkları eşyalar. “Mezarlık” olarak adlandırılan bir tepe. (Fotoğraf: Sibel Karadağ)
Ebru YİĞİT
Kocaeli
Suriye’deki iç savaşın ardından başlayan kitlesel göç hareketi üzerine mültecilerin durumu, hukuki statüleri, hakları ve sınır olgusuna ilişkin başlayan tartışmalar birbiri içerisine girerek devam ediyor. Göçmenler gittikleri ülkelerin en güvencesizleri haline gelirken; o ülkenin işçi kitleleri tarafından da yoksullaşmanın sebebi olarak görülüyor ve hükümetlerin ya da muhalefetin ayrımcı söylemleriyle “düşman” ilan ediliyor. Buna karşın sermaye ise güvencesizlikleri nedeniyle göçmenleri “ucuz iş gücü” olarak istismar ediyor. Sınırlar üzerinden şekillendirilen güvenlikçi politikalar da sermaye için ayrı bir sektörü oluşturuyor.
“Deniz sınırının yönetimi ve sınır çizme pratikleri” üzerine etnografik araştırma yapmak üzere 2015-2018 yılları arasında Midilli’de arama kurtarma faaliyetlerine gönüllü olarak katılan Dr. Sibel Karadağ ile araştırmasına ilişkin gözlemlerini, sınır pratiğini ve devletlerin göçmen politikasını konuştuk.
Midilli’de arama kurtarma operasyonlarında gönüllü olarak yer aldınız. Nasıl bir deneyimdi, nelere tanık oldunuz?
Midilli’de arama kurtarma faaliyeti yürüten gönüllüler arasında aynı zamanda araştırmacı da olan tek kişiydim. Ayrıca Türkiye’den gelen de tek gönüllüydüm. Midilli’de arama kurtarma botları adanın kuzeyinde, Türkiye’ye en yakın nokta olan Skala Sikamineas köyünde faaliyet gösteriyor. Ege Denizi’nin Yunanistan’a ait kısmında Yunan sahil güvenliği ve Frontex ekipleri ile birlikte yürütüyorsunuz bu faaliyetleri. İlk zamanlar asker tarafından şüpheyle karşılandım Türkiye’den geldiğim için. Askerler araştırmacı olmamla değil daha çok Türkiyeli olmamla ilgilendi. Akabinde gizli soruşturmalar da olmuş. Yunan sahil güvenliği içinde “kendi ülkendeki göçmenlerle ilgilensene” diyen de oluyordu, sürekli Türkiye tarafında ne olup bittiğini bana soran da. Bir de tabii dil bilmediği için limana yanaşan mültecilerle kimse iletişim kuramıyordu, o noktada benim Türkçem işe yaradı, bir anda tercüman gibi oldum. Bottan çıkarılan insanlarla da iletişimi sağlıyordum, ifadeleri alınırken de orada tercümanlık yapıyordum. Hatta Frontex ekipleri kendi imkanları ile kıyıya yanaşıp adada dolaşmaya başlamış mültecileri ararken de beni çağırıyorlardı. Bu, bana gözlem yapabilmek için çok geniş bir alan tanıdı. Genel olarak, arama kurtarma STK’ları, olası bir mülteci botunu tespit edebilmek için denizi dürbünle izleme, denizde batma riski olan ya da kolluk tarafından durdurulan mültecilerin kurtarılması ya da transferi, limanda ilk yardım müdahalesi gibi işleri üstleniyor, ben de bütün bu süreçlere dahil oldum.
‘DÜZENLE KURDUĞUNUZ BAĞ YENİDEN ŞEKİLLENİYOR’
Hem bir araştırmacı hem de gönüllü olarak tam olarak ne yapıyordunuz?
Öncelikle bir eğitim alıyorsunuz; bot ve kurtarma eğitimi. Diğeri de ilk yardım eğitimi. Denizdeki kurtarma ekibi elbette çok daha deneyimli olanların gözetiminde oluyor. Kara ekibi ise daha kalabalık ve gönüllü sirkülasyonu daha yoğun. Mülteci botu limana yanaştığı anda, başınızda Yunan sahil güvenliği ve Frontex ekipleri bekliyor, bütün ilk yardım sürecini ise gönüllüler üstleniyor. Botlardan mültecileri nasıl çıkaracağınız, o sırada nasıl davranmanız gerektiği ve hipotermi riskine karşı nasıl tedbirler alacağınız, bunların hepsine dair kısa bir eğitim alıyorsunuz ilk hafta. Arama kurtarma denizde de karada da çok hızlı bir süreç. Ölüm ile yaşam arasında zamanın eğilip büküldüğü bir alan orası. Tüm yaşam ve varoluşunuz o anda, o insanları yaşamda tutmak olunca hem sakin hem de çok hızlı olmanız gerekiyor. Bütün bu trajedinin neden yaşandığını sorguladığınız ve öfkenin de tümüyle bedeninizi sarstığı bir alan aslında. O zamana kadar getirdiğiniz bir politik farkındalığınız olsa da o ana her gün tanıklık ediyor olmak başka bir deneyim. İnsanın kendisiyle de bu düzenle de kurduğu bağın yeniden şekillenme sürecini yaratıyor ve çok temel bir sorgulama sürecine evriltiyor sizi.
“Sınırlar kimin ve neyin hareket edeceğini, kimin ve neyin kapatılacağını belirleyen toplumsal bir laboratuvar gibidir” şeklinde bir tespitiniz var. Bu tespiti biraz anlatır mısınız?
Sınır dediğimiz şey, uzamsal, toplumsal ve kültürel olarak bir hudut çizme pratiği. Yer kürenin ve ona ait tüm canlı cansız varlıkların tahsisi, dağılımı ve üretimi, dolayısıyla da mülkiyet meselesiyle doğrudan ilişkili. Bu koca yer kürede neresi kimindir, hangi canlının bir yerden diğer yere hareketi makbuldür diğerinin değildir? Sadece insanların değil malların, paranın ve teknolojinin hareketini de katabiliriz. Sınır tam olarak da bu hareket alanını belirlerken, toplumsal ve siyasi konjoktürü de oluşturan kurucu bir unsurdur. İnsanlık tarihi kadar da eskidir. Sınır inşası insanlık tarihi boyunca farklı formlar aldı, ancak temel mantığı değişmedi: kimlerin ve nelerin hareketi özgürdür ve teşvik edilir, kimlerinki kısıtlanır ve kapatılır. Dolayısıyla sınır, egemenlik, mülkiyet, iktisadi rejim, sömürgecilik, toplumsal cinsiyet, bunların hepsi ile kesişen, mevcut toplumsal ve siyasal yapının bir laboratuvarı. Bu yüzden de olgulara sınırdan bakmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
‘GÖÇMEN BEDENİ SERMAYENİN ZENGİNLEŞME UNSURUNA DÖNÜŞTÜ’
İnsanlar neden göç etmek zorunda bırakılıyor neden bu kadar çok insan Avrupa’ya gitmek istiyor?
Zamansal olarak bugünün dünyasından cevaplarsak, meseleye beynelmilel bir yerden bakalım istiyorum. 21. Yüzyıl, dünya servetinin en eşitsiz dağıtıldığı, savaşlardan, yoksulluktan, baskıdan kaçan milyonlarda insanın yollara döküldüğü bir yüzyıl. Yerinden edilmiş insanların dünya çapında 70 milyona ulaştığı bir dönemden bahsediyoruz. Şu an yaşanmakta olan şey, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturulmuş BM sözleşmeleri ve uluslararası hukuk normları bir açıklanabilecek bir durum değil. Artık o yapının iflas ettiği bir dönemdeyiz. Sadece Türkiye’nin gündemi ile de anlaşılamaz. Bu yüzyıl, göçün hem iktisat rejimini hem de siyasal alanın kendisini dönüştüren en belirleyici unsurlardan biri olduğunu kavramaya başladığımız bir zaman. Bu böyle olmaya da devam edecek. Bugün göçmen bedeni, iktisadi rejimin en esnek ve güvencesiz alt tabakasını oluşturan, iş kazalarında ölen, ölüsü sokaklara bırakılan bir beden. Aynı zamanda, sınırlarda yaşam mücadelesi veren, kitleler halinde ölen ya da kamplara kapatılıp cehennem koşullarında yaşamaya zorlanan bir beden. O bedenin hareketliliği de kapatılması da sermayenin zenginleşme unsurlarından biri haline gelmiştir. Göçmen bedeninin gözetlenmesi, hapsedilmesi ya da kapatılması için milyarlarca servet harcanıyor şu an küresel batı ve kuzeyde. Avrupa’nın son on yıldaki en büyük harcama kalemlerinden birisini sınır güvenliği oluşturuyor. Dronlar, gözetleme sistemleri, insansız hava araçları, radarlar, kamplardaki bütün altyapı ve biyometrik veri teknolojileri, tüm bunlar için bir servet ödeniyor. Bu harcanan servetin ihalelerini ise küresel çaptaki özel güvenlik şirketleri alıyor. Öte yandan da, can vermeden bu sınırları aşabilse bile vardığı coğrafyada en ağır işleri en ucuza yapacak, enformal sektöre hapsedilerek yine birilerini zengin edecek. Siyasal alanda ise, yine onun bedeni üzerinden yayılan ırkçı ve milliyetçi sağ söylemler tabanlarını konsolide edip gücünü artırıyor. Günümüzde iktidarlar milliyetçi saiklerle sınırlar örerken, o sınırların bütün altyapısını küresel şirketlere ya da onlarla rekabet eden yerel şirketlere bir servet karşılığında yaptırıyor.
Bu şirketler sadece ihalelere giren değil aynı zamanda büyük devletlerin göçmen politikasını da belirleyen ve dönüştüren bir sermaye haline dönüşmüş durumda değil mi?
Hem belirleyici hem de siyasetin düzlemini dönüştürücü bir yerde duruyor. Yabancı düşmanlığı ile kitleleri zinde tutarken aslında genel kitleyi de yoksullaştırarak göçmenleri günah keçisi haline getiriyorlar. Siyasal söylemi bunun etrafında şekillendirerek de düzenin devamlılığını sağlıyorlar.
‘MÜLTECİLERE YÖNELEN ÖFKEYİ TERSİNE ÇEVİRMELİYİZ’
Son süreçte Türk televizyonlarında Yunan askerlerinin botlardaki mültecileri batırmaya çalıştığı haberlerini görüyoruz. Yunanistan ve Türkiye nezdinde devletlerin mültecilere tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
2015 Türkye-Yunanistan ve Türkiye-Avrupa ilişkileri açısından kilit nokta oldu. 1 milyona yakın insanın Türkiye’den Avrupa’ya göç etti. Sonrasında her iki tarafın da birbirlerine koz olarak kullandığı bir şantaj haline geldi. Ege’de mülteci botlarına müdahale bir rutindir. Bunu ya botu durdurmak, ya da geri itmek için çeşitli askeri teknikler kullanarak yaparlar. Denizin dalgaları üzerinde kolluk kuvvetleri ile mülteci botları arasında bir mücadele döner. Yani genel kanının aksine, mülteciler Ege’de genellikle denizin ve havanın koşullarından ötürü batıp can vermezler. Bu da olur ancak genel rutin o botun durdurulması ya da geri itilmesi için yapılan yöntemlerdir. O sebeple de Akdeniz ve Ege’nin koşulları birbirinden farklı. Bu mücadele sırasında bot batabilir, zarar görebilir, sonrasında ise denizdeki insanlar kurtarılır ve buna da kurtarma faaliyeti denir. Ege’nin zaten rutini buydu, ben de tam olarak bunu inceledim: durdurulmaya çalışılan bot nasıl kurtarılan bota dönüşüyor? Son bir yılda ise çok değişiklik oldu. Hem denizde hem kara sınırında. Pazarkule süreci, sınırdaki gerilimi zirveye taşıdı. Yunanistan tarafında ise sağ hükümet şiddeti daha da arttırarak sistematik bir şekilde geri itmelere başladı, artık insanları can sallarına doldurup denizin ortasına bırakıyorlar. Benim de içinde bulunduğum sivil arama kurtarma süreci bitti. Bütün STK’lar arama kurtarma görevini bırakmak zorunda kaldı. Sikamineas’da kullandığımız geçici kamp ateşe verildi. Türkiye’nin Pazarkule’deki hamlesi Yunanistan tarafında “milyonlar Yunanistan’ı istila edecek” korkusuyla körüklendi ve bir süredir kısmi olarak da olsa uygulanan ehvenişer siyaseti artık açık ve sistematik bir şiddete evrildi.
Kullanılan dil, düşmanlaştıran bir dil. Bunlara karşı Yunanistan’da mültecilere destek olmaya çalışan birçok gönüllü ekibin olduğunu biliyoruz. Tam da bu noktada Moria Kampını konuşalım, mültecilerin bir direniş ifadesi olarak kamp yangınını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Moria kampı zaten kurulduğundan beri bu yerkürede cehennemi yaşadığınız bir yerdi. Ben aktif olarak Moria’da gönüllü değildim, dediğim gibi arama kurtarma kısmındaydım. Ancak Moria’ya pek çok defa gittim tabii. Otobüsten indiğiniz andan itibaren hissedersiniz o cehennemi. Filmlerden izlemeye alışık olduğunuz Nazi dönemi kampları o anda gözünüzün önündedir. Ve o mülteciler orada aylardır yıllardır bekliyor, sadece bekliyor. Pandemi süreci ise kıvılcımı yakan bir süreç oldu. Şimdi yenisini yaptılar biliyorsunuz. Mültecilerin direnişi hepimizin çok ciddi düşünmesi gereken bir mesele. Biz yoksullaştıkça, geleceğe dair güvencemizi kaybettikçe onlara saldırıyoruz. Bütün öfke onlara yöneliyor. Tam olarak da bunu tersine çevirdiğinizde mücadele dönüşüyor. Türkiye’de göç meselesi aksi yönde ilerliyor ne yazık ki. Kendini muhalif ilan edenlerin de bizatihi sorgulama yapması gereken bir mesele.
Bu sebeple de bir turnusol olabilir...
Evet, egemenlik açısından da mücadele açısından da göç meselesini es geçen hiçbir sözün bu yüzyılda bir karşılığı olmayacaktır. Özgürlükçü ve eşitlikçi kanattaki insanlar göçmenleri yok saydığı zaman göç meselesi ya iktidarın siyasal şantajı olur ya da STK’ların insancıl faaliyet alanı. Göçmen bizim merhamet edeceğimiz, kendi vicdanımızı rahatlatmak için yardımda bulunacağımız ya da alacağımız projeler için geçiçi destekler sunacağımız bir kitle olmamalı. Yoksulluk ve güvencesizliğimizin hıncını alacağımız bir kitle de olmamalı. Onlar sömürü altında ezilen kitleler ve bu düzenin bütün işleyişine de çomak sokabilecek siyasi özneler.
‘GÖÇMENLER, ÖRGÜTLENMENİN MERKEZİ BİR GÜNDEMİ OLMALI’
Eşitsiz kurulan ilişkide düşmanlık bir biçimiyle ortaya çıkacaktır diye düşünüyorum. Tam da bunların karşısında mülteci örgütlülüğünün somut örnekleri var mı?
Biraz da güzel şeylerden konuşalım tabi, Avrupalı genç nüfus arasında dayanışma ağları, işgal mekanları gibi örnekler var. Sürdürülmesi giderek zorlaşıyor tabii. Egemenler dayanışma gücünden korktuğu için bunu engelliyor. Moria’da da zorlaştı, denizdeki kurtarma faaliyetlerinde de. Türkiye’de de durum çok zor. Muhalefet açısından göçmen karşıtlığı iktidara söz söylemenin bir aracı haline getirildi. Bu yüzyıl her şeyiyle farklı, doğal olarak örgütlenme biçimleri de yenilenmeli. Göçmeni merkezi gündeminize almadan kalıcı ve umut vadeden bir çözüm yaratılamaz.
Birlikte yaşam düzlemi ortaya çıkarılmazsa ülkenin daha kötüye gideceği aşikar. AKP tarafından mağdura kucak açan, CHP açısından ekonomik kaynakları tüketen bir yerdeyken göçmenler, politika belirleyenlerin tutumlarını nasıl görüyorsunuz?
Hükümet açısından cevap çok basit. Yanı başınızda olan bir iç savaşta kitlelere kucak açıp batının yapmadığını yapan bir merhamet timsali olarak yansıtabiliyor kendini. Aynı zamanda da içinde bulunduğu ekonomik krizde, kayıtsız ucuz göçmen gücüyle bu durumu bir kazanca dönüştürüyor. Bir yandan da Avrupa’ya karşı bir tehdit unsuru olarak kullanıyor. Muhalefet açısından kelimesiz kaldığımız bir durum tabii. Meselenin özüne inerek temelden dönüşümü gerekli kılacak bir bakışa sahip değiller. Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu Suriyelilere yüklemek hem çok kolay, hem de gerçekte olan bitenin üzerini örten bir söylem. Şunu söyleyerek bitirelim: Suriyeliler burada olduğu için yoksullaşmadık, onların emeği üzerinden birileri daha fazla zenginleşti. Hepimiz farklı düzeylerde, farklı imtiyazlarla daha çok yoksullaşmaya devam ediyoruz. Buradan bakarsak, kimlerin birbirini anlayabileceği ve birleşmesi gerektiği de ortaya çıkıyor.
‘AMACIM AKTÖRLERİN YÖNETİM STRATEJİLERİNİ ANLAMAKTI’
Ege Denizi’nde sınır yönetimi üzerine etnografik bir doktora araştırması yaptınız. Bize biraz da kendi hikâyenizden bahsedebilir misiniz?
Araştırmaya başladığım dönemde 2015 büyük göç hareketi de başladı. Araştırmaya başlarken amacım hali hazırda var olan diplomatik analizlerin ötesine geçip sınırdaki pratikleri ve oradaki aktörlerin gündelik yönetim stratejilerini anlamaktı. Akdeniz üzerine çalışmalar mevcut Avrupalı araştırmacılar tarafından, ancak Ege Denizi üzerine yapılan pek yoktu. 2015’te ivedilikle sahaya inmek istedim. O dönem, onlarca insanın sokaklarda kaldığı, binlerce insanın Midilli’ye geçtiği, İzmir’de insanların stantlar kurarak şişme bot ve can yeleği sattığı zamanlardı. 2016 yılında anlaşma ile durum değişti. O dönem ben Türkiye tarafındaki değişiklikleri gözlemlemeye çalışıyordum. Anlaşma ile birlikte Ege Denizi’ndeki sınır yönetiminde yapısal değişiklikler oldu. Keza Yunanistan tarafında da. Sahil güvenliğinin organizasyonel yapısı değişti, sınır kontrolleri arttı, caydırıcı teknikler uygulanmaya başladı. 2016 yılının sonlarına doğru Midilli’ye geçmeye karar verdim.
Uzağında kalıp analiz etmek bir akademisyen için “güvenli” bir alan. Sürece müdahil olmak cesaretlice bir şey aynı zamanda...
İki şey vardı aklımda; ilki araştırma konumu çok büyük bir merakla çalışıyorum ve deniz sınırı alanını içeriden bir gözle izlemek istiyordum. İkincisi de saha çalışmamın yaşam mücadelesi veren insanlara biraz olsun dokunmasını istiyordum. Bilgiyi, hayatı, insanı merak ettiğimiz için bu işi yapıyoruz. Bilgi üretimini nasıl, hangi metotla yaptığınız da aslında sizin politik duruşunuzdan bağımsız değil.
SİBEL KARADAĞ KİMDİR?
Sibel Karadağ, Koç Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktorasını tamamlamıştır. Şu an aynı üniversitede doktora sonrası araştırmacı olarak çalışıyor. 2018-2019 yılında, Yale Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde Fulbright bursiyeri olarak misafir araştırmacı olmuştur. Aynı zamanda Koç Üniversitesi Göç Araştırmaları Merkezi’nde (MiReKoc) ve GAR Göç Araştırmaları Derneğinde araştırmacı olarak çalışmaktadır. Doktora tez araştırması, denizdeki (Ege Denizi) sınır mantığı ve pratikleri üzerine olup, Midilli Adası ve Türkiye kıyılarında yapılan etnografik araştırmaya dayanmaktadır. Karadağ, 2015-2018 yılları arasındaki etnografik araştırması boyunca Yunanistan’ın Midilli Adası’nda arama kurtarma operasyonlarında gönüllü olarak yer almıştır.