Sosyal demokrasi kaldı mı, kaldıysa nerede kaldı?
Arif Koşar, kendilerine “demokratik sosyalist” olarak tanımlayan İvme Hareketi üzerine yazdı.
Fotoğraf: Pixabay
Arif KOŞAR
Yoksulluk, işsizlik, gelir dağılımda adaletsizliğinin dünyada ve Türkiye’de alabildiğine arttığı, insanların ekonomik sıkıntılardan dolayı intihara sürüklendiği bir çağda sosyal demokrasinin “emekten yana” ilkelerini hatırlatmak, onların değer bulması için çalışmak son yılların kulağa hoş gelen ifadelerinden biri olsa gerek.
Dünyada bir yanda otoriter, sağ popülist ve ırkçı hareketler; diğer yanda en azından bazı ülkelerde, emekçilerin taleplerini dile getiren çeşitli renklerden sol akımlar yükseliş halinde. Popüler basında dikkat çekenler ABD’de Demokrat Parti içinde Bernie Sanders, İngiltere’de İşçi Partisi içinde Jeremy Corbyn’in etrafındaki muhalif kümelenme ve hareketler. Beş sene önce olsa bunlara Yunanistan’dan SYRIZA ve İspanya’dan Podemos’u da eklemek gerekirdi.
Geçtiğimiz günlerde GazeteDuvar’a konuşan, CHP çevresinde diyebileceğimiz, kendisini sosyal demokrat ya da “demokratik sosyalist” olarak tanımlayan İvme Hareketi, hem CHP’ye yönelik rahatsızlıklarını dile getirdi hem de bol bol Marksistleri eleştirdi. Röportaja göre Sanders’tan, Corbyn’den ilham alıyorlar, “devletçi ve milliyetçi değiller”.
İvme Hareketinin üyelerine göre CHP geleneksel anlamda bir sosyal demokrat parti değil. Söylenmeyen ise şu: Neoliberal bir parti. Genel olarak sermayenin, özel olarak Türkiye’deki tekelci sermayenin -bir kliğinin- sözcüsü. Röportajda da “CHP çok eski bir parti, o yüzden yerleşik bir düzeni de var. Antisistem bir parti olması çok zor” deniliyor. Ancak İvme Hareketine göre CHP dönüşse de dönüşmese de “Sosyal demokrat görüşlerin değer bulması halinde Türkiye kurtulacaktır” ve “Parlamenter sisteme geri dönecektir”.
Sosyal demokrasi ne idi, ne oldu, ayrı bir tartışma konusu. Sorun olan şey sosyal demokrasi ya da diğer bir deyişle “demokratik sosyalizm”in çare olmayı vadettiği sorunları gerçekten çözme kapasitesine sahip olup olmadığıdır.
SOSYAL DEVLET NOSTALJİSİ
Sosyal demokraside bir biçimde ısrar etmeye çalışanların geçmiş “güzel” günlerden günümüz neoliberalizmine gelirken anlattıkları hikaye oldukça zayıf. Ancak bu hikaye önemli. Çünkü bu zayıflığın kendisi, sosyal demokrat umudun temellerinden biri.
Sosyal demokrat anlatı şöyle özetlenebilir: İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle Batı Avrupa’da eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik kamusal bir hizmet haline getirildi. Reel ücretler arttı. Sosyal haklar genişletildi. Sendikal örgütlülük güçlendi. Emekçilerin hak ve taleplerini karşılayan bir “sosyal devlet” kuruldu. İşçi sınıfı ve sermaye arasında bir uzlaşma sağlandı ve sonuç tarihe geçen bir “altın çağ” oldu. Bu sosyal demokratların eseriydi.
İvme Hareketinin sosyal demokrasiyi 1960 ve ’70’lerdeki “Bruno Kreisky’le, Willy Brandt’la, Olof Palme’yle” tanımlaması, bunu da “Çalışan sınıflardan yana ve merkez dışı pozisyonu” olarak görmesinin nedeni işte bu anlatı. Ancak bu anlatı neresinden tutulsa elde kalacak yanlışlarla malul. Birkaçına değinmek gerekirse:
Birincisi, 1929 krizi sonrası uluslararası kapitalizmin genel paradigması devlet müdahalesini öngören Keynesyen politikalardı. Sadece “sol” değil sağ iktidarlar da Keynesçi idi. Ancak işçi hareketinin ve güçlü komünist partilerin tehdidi karşısında Batı Avrupa, Keynesyen politikaların yanına sosyal devlet uygulamalarını da eklemek zorunda kaldı. Birçok hak, bu zorunda kalmanın sonucuydu. Örneğin reel ücret artışları, dönemin işçi hareketine bakıldığında, hiç de patronların “Dönem böyle biz de işçilerin ücretlerini arttıralım” demesiyle değil, dişe diş mücadele ve büyük grevlerle kazanıldı. Konjonktür bunun nedeni değil kolaylaştırıcı unsuruydu.
İkincisi, SSCB ve sosyalizm İkinci Dünya Savaşı’nda faşizm karşısında zafer kazanmış ve dünyanın büyük bir bölümünde etkili olmuştu. “Sosyal devlet”, haklarını hayata geçirerek “akıllarını çeldiği” emekçilerin sosyalizme yönelmelerini engellemek üzere kapitalist “hür” dünyanın verdiği zorunlu bir tavizdi.
Üçüncüsü, emekçilerin sömürüsü, baskı altına alınması, tahakküm mekanizmaları, yükselen tepkilere karşı sertleşen baskı rejimleri, kurumsal ırkçılık ve ayrımcılık varlığını koruyordu. Dönemin idealize edilmiş bir “altın çağ” olmadığını ’68 gençlik ve halk hareketlerinin taleplerinden, işçi hareketinin kendisinden ve en azından göçmen işçilerin yaşadıklarından görmek mümkün. Özetle “sosyal devlet” adı altındaki kazanımların önemli bir bölümü sosyal demokrasi ile değil sosyalizm ve işçi hareketinin baskısı ile yaşam buldu.
NASIL BU HALE GELDİK?
Özelleştirmeler, hak gaspları, sendikasızlaştırma, ticarileştirme, sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılması, her şeyin emekçinin sırtına bindirilmesi sonucu dünyanın geldiği hal ortada. Peki, nasıl bu hale geldik?
Sosyal demokrat partilerin 1990 ve 2000’li yıllarda, büyük işçi ve halk muhalefetine karşın hayata geçirdikleri neoliberal reformlarla. En bilinen örneklerinden biri, Almanya’da SPD’nin çıkardığı işçilere yaşamı zindan eden Hartz Yasalarıdır, ki hiçbir sağcı hükümet altında kalacağı bu karşı reformları gündemine almayı aklının ucundan geçirmemişti. İvme Hareketinin eleştirdiği de bu. Onlara göre sosyal demokrasi “Çalışan sınıflardan yana ve merkez dışı pozisyonunu kaybetti”.
Ama yanılıyorlar. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından sermaye dünya genelinde Keynesyen bir platformu benimsemişti. Dolayısıyla sosyal demokrat partiler merkez dışı değil merkezdi. 1973-74 petrol fiyatlarının yükselmesi ile kendini açığa vuran kapitalist kriz sonrasında sosyal devlet hedef tahtasına konmuştu. Bu dönem reel ücret artışlarıyla birlikte sermayenin kâr oranlarının düştüğü bir dönemdi. Kapitalizm sermaye birikimine dayanır. Sermayenin kâr oranındaki radikal düşüşler ya da birikmiş sermayenin yeni yatırımlara dönüşememesi, kapitalist ekonominin işlemez hale gelmesine neden olur. 1970’lerin krizinin, sermaye birikimindeki sorunları çözmek için bir lütuf olarak kullanılması, sadece krizden çıkış değil kapitalizm için varlık-yoksul meselesi idi. Tam da bu nedenle neoliberal politikalar büyük bir hırsla, hınçla ve silahla uygulamaya sokuldu.
İşte kapitalizm ve sermaye birikiminin bu sorunları ve dinamikleri, bütün sağ ve sosyal demokrat olanları da dahil “sol” düzen partilerini tek bir çizgide birleştirdi: Neoliberalizm. Kapitalist sınırları kabul eden sosyal demokrat partiler, kapitalizmi reforme etmeden önce, reforme edeceği şeyi kurtarmalıydı. Öyle de yaptılar.
Özetle, kapitalist, düzen içi ve reformcu bir akım olarak sosyal demokrasi, sosyalizm “tehlikesi” ve Keynesyen politikalar öne çıktığında iktidar oldu ve belirli sosyal reformlara imza attı. Bunlar sermayenin dönemsel yönelim ve ihtiyaçları ile uyumluydu. Ancak krizle birlikte konjonktür değişti, rota neoliberalizme çevrildi. Direksiyon sağ muhafazakarlara geçti. Halkın tepki göstermesi ile tekrar iktidara gelen sosyal demokratlarsa, sermayenin ihtiyacı neoliberalizm olduğundan, bu kez kritik neoliberal reformlara imza attı. İvme Hareketinin merkeze yakınlaşma dediği de bu. Nedenleri bir yana sonuç kısmında haklılar. Yeni merkeze yanaştılar. Ama öncesinde de önceki merkeze yanaşmışlardı.
SOSYAL DEMOKASİNİN KAPİTALİST SINIRLARI
Sosyal demokrat ya da geleneksel burjuva partilerin içinde ya da yanında yöresinde yeni bir sosyal demokrat canlanma olduğu açık. İvme Hareketinin heyecanı da bir ölçüde bundan kaynaklanıyor. Türkiye’de ve dünyada sosyal demokrat partilerin fazlasıyla merkeze yaklaşması onları “demokratik sosyalizm” tanımını kullanmak zorunda bırakmış. Bununla birlikte amaç, “gerçek sosyal demokrasi”. “Şimdi Sanders, Ocasio-Cortez, Democratic Socialists of America vb. ile neoliberal konsensüsü yıkmaya çalışan bir anlayış gelişiyor. Demokratik sosyalizm lafı da söz konusu sosyal demokrat çizgiden ayrışmak için kullanılan bir laf. Tabii ki bahsettiğiniz küresel hareketlerle paralel ilerleyen bir sürecin parçası olarak görüyoruz kendimizi.”
Bu “yeni” sosyal demokrasi Keynesyen dönemin sosyal demokrasisine referans veriyor ve aynı temel yaklaşıma sahip olduğunu söylemek mümkün: Kapitalizmin kötü özellikleri “Sosyal demokrat görüşlerin değer bulması halinde” büyük ölçüde ortadan kaldırılabilir. Eski sosyal demokrat partiler merkeze yaklaştı ama yaklaşmasaydı başka türlü olurdu. Şimdi, neoliberal olmayan bir sol, neoliberal olmayan bir kapitalizm lazım.
Bu yaklaşım neoliberal politikaların kapitalizmin içsel ve zorunlu bir eğilimi olduğunu bir türlü kabul etmek istemiyor. Çünkü, bunu kabul ederse neoliberal politikalara karşı çıkışını kapitalizme karşı çıkışla birleştirmesi gerekecek. Antikapitalist olmadan neoliberalizme karşı bir politik hat geliştirmek mümkündür, ancak bu tutarsız olacağı gibi, bütünsel olarak uygulaması da, belirli özel koşullar dışında, mümkün değildir. İronik biçimde ütopiktir. Keynesyen dönemi var eden koşullar ortadan kalkmıştır. Bu nedenle, Keynesyen dönemin sosyal demokrasisi, bugün, sermaye açısından kendisine ihtiyaç kalmadığı için, emekçiler açısından da sorunlarını çözme kapasitesi olmadığı için bir alternatif olmaktan çıkmıştır. Bu sosyal demokrat söylemin halk kitleleri içinde etkili olamayacağı anlamına gelmez, halkın sorunlarını çözemeyeceği anlamına gelir.
1930’LARDA DEĞİL 2020’LERDE
Neoliberalizmle kapitalizmi ayırıp kapitalizmi, reforme etme iddiasıyla olsa da, savunma refleksi kaçınılmaz olarak Marksizmin eleştirisine varıyor. “Türkiye’de özellikle Marksist sol içinde bir kesim var. Bunların son derece Ortodoks Marksizm algıları var. Kendilerini ’30’lu yılların Sovyetler Birliği’nde sanıyorlar. … Biz demokratik sosyalizm yapıyoruz.”
Ortodoks Marksizm algısı ve SSCB vurgusu ile kastedilen kapitalizme yönelik radikal eleştiri olsa gerek. Bununla birlikte, günümüzde, sosyalizmi çok daha güncel kılan şey içinde yaşadığımız dünyanın kendisi.
Kapitalist zeminde yürütülecek bir politika ister sosyal demokrat ister “demokratik sosyalist” olsun sermaye birikiminin ihtiyaçları tarafından sınırlanmıştır. 1960 ve ’70’lerin dünyası, dünyanın iki kutba bölündüğü ve sosyalizmin hâlâ büyük bir prestije sahip olduğu bir dönemde, zaman zaman sermayenin kısa vadeli çıkarlarıyla çelişen kimi uygulamalara uygun koşulları sağlamıştı. Ancak günümüz dünyasında, kapitalist üretim zinciri ve finansal piyasalarının bu kadar iç içe geçtiği koşullarda bu hareket alanı çok daha sınırlıdır.
Sadece 1990’ların sosyal demokrat partileri değil, 2008 krizi sonrasında öne çıkan SYRIZA gibi “demokratik sosyalist” partilerin de açmazı budur. SYRIZA’nın liderleri seçildikten daha üç ay sonra halka ihanet etmek için yarışmadılar. Olası bir Troyka yaptırımının Almanya başta olmak üzere AB’ye göbekten bağımlı bir ekonomiyi daha da çökerteceğini gören SYRIZA yöneticileri hem Troyka’nın gönlünü yapmak hem de vaatlerini ucundan da olsa gerçekleştirmeye yöneldi. Sonuç hüsrandı. Çünkü sermaye birikimini ve bağımlılık ilişkilerini, bunların somutlaşmış biçimi olarak en azından Euro Birliğini karşıya almadan adım atmak mümkün değildi. Dolayısıyla SYRIZA’nın “ihanet”i, onu yönetenlerinin hainliğine bağlı olmaktan çok, niyetlerinden bağımsız bizzat sosyal demokrat çizgiye içsel bir durumdu.
Benzer bir durum Türkiye için de geçerli.
Türkiye, ekonomik, siyasal ve askeri olarak emperyalist dünya sisteminin bir parçası. Her iktisadi ve politik adımı bu bağlamda varlık buluyor ve karşılıklı bir etkileşim söz konusu. Orta gelişmişlikte bağımlı bir kapitalist ülke olarak Türkiye’nin emperyalist hiyerarşideki yerini belirleyen şey, düşük-orta düzey teknolojiye ve genel olarak ucuz iş gücüne dayalı üretimdir. Bağımlı ekonominin sürdürülebilirliği için ayrıca sıcak para/döviz girişine muhtaçtır. Tam da bu nedenle Türkiye düşük ücret ve ihracata dayalı bir üretim modeliyle Avrupa’nın Çin’i olmaya çalışıyor. Bu ufuk, Türkiye kapitalizminin dünya ekonomisindeki yeri ile ilgili. Herhangi bir iktidar partisinin keyfine kalmış olsa Avrupa’nın Çin’i değil elbette Almanya’sı olmayı tercih ederdi.
Bu ekonomik tabloyu değiştirmeyi önüne koymayan düzen içi bir siyasal hattın, vaatleri ne olursa olsun, ister sosyal demokrat hatta ister sözde “sosyalist” olsun yapabilecekleri sınırlıdır. İşçilerin, emekçilerin, halkın temel sorunlarını çözemez. Örneğin Türkiye’de asgari ücret ve işçi maliyetlerinde radikal bir artış Türkiye’nin temel ihracat kalemleri olan tekstil ve deri sektörlerinin uluslararası rekabet gücünün azalması ve belki de çökmesi anlamına gelir. Türkiye gibi ülkeler için rekabet gücü yoğun sömürüyü gerektirir.
Bu nedenle işçi sınıfı ve emekçilerin kısmi taleplerini bile gerçek anlamda savunmak sermaye ve kapitalizme karşı mücadeleyi gerektirir. Aksi halde her ücret zammı enflasyonla ortadan kaldırılmaya, her sosyal kazanım başka bir kayıpla dengelenmeye eğilimlidir. Bu reformizmin tipik sınırıdır. Elbette çok sayıda ekonomik ve demokratik kazanım söz konusu olabilir. Bunlar için mücadele oldukça önemlidir. Ancak bunlar kapitalizm koşullarında kalıcı ve yeterince uygulanabilir olmadığı gibi sömürü ilişkilerinin devamı pahasına olabilir.
Bağımlılık ilişkilerini ve sermayeyi karşısına almayan ve kendini reformlarla sınırlayan bir mücadele perspektifinin sonu, en ileri noktada SYRIZA’nın yaşattığı hüsran olabilir. Emekçilerin ve halkın taleplerinin tutarlı bir biçimde hayat bulması ve kalıcı olabilmesi antikapitalist, başka bir deyişle sosyalist çizgiyi gerektirir.
Bu 1930’larda kalmak değil, içinde yaşadığımız, milyonlarca ve milyarlarca insana sömürü, yoksulluk, eşitsizlik, kölece çalışma ve ekolojik felaketten başka bir şey vadedemeyen dünya kapitalizmine karşı somut çıkış arayışıdır. Sosyalizm bu nedenle günceldir ve gerçekçidir.