Yeni bir dünyayı kurmak
Bütüncül bir birinci basamak sağlık hizmeti yapılanmasının tüm dünyada çökertildiği son otuz yılın bedelini, dünyayı hor kullanan bu kapitalist üretimin yol açtığı küresel salgınlarla ödüyoruz.
Fotoğraf: Nevra Uçkaç/DHA
Şebnem Korur FİNCANCI
Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı
Uzun zamandır dünyanın hor kullanılmasına ve sonuçlarına ilişkin tartışmalar sürdürülürken, 2020 yılına bir küresel salgınla girdik. Bu yazıyı yazmaya oturduğumda bildirilen rakamlara göre küresel salgının sonuçları 218 ülkede hissedilmiş, toplam 79 milyon 91 bin 730 insan bu sonuçlardan etkilenmişken, 55 milyon 679 bin 942 (yüzde 97)’si iyileşmiş ancak 1 milyon 738 bin 218 (yüzde 3)’ü ne yazık ki yaşamını yitirmiş.
AŞI TÜM HALKLARA AİTTİR
Bahar aylarında tüm dünyada kısıtlamaların kısmen de olsa uygulanması ile günlük vaka sayıları 100 binlerin altında seyrederken, yaz aylarında toplumsal hareketliliğin artması ve elbette üretimden vazgeçemeyen ve halkın sağlığı yerine ekonomiyi yeğleyen kapitalizmin bize dayattığı koşullarda sonbahara 300-400 bin günlük yeni vaka ile girdik. Bir yandan aşı tartışmaları ilerlerken, koruyucu sağlık hizmetlerini çoktan yerin yedi kat altına gömmüş neoliberal kapitalizmin üretimden vazgeçmeden bu küresel salgın için çare olarak sunduğu aşılamanın salgın hız kesmeden sorunu çözmeye yetemeyeceği çok açıktır. Kamu kaynakları ile sürdürülen aşı araştırmalarının sonuçları itibarıyla umuttan yana olduğu, insanlık için bir armağan olacağı bilinse de ne yazık ki şirketlerin kâr hırslarına yenik düşen bir araçsallaştırmanın da pençesindeyiz.
Aşıların tümü dünya halklarının alın terinden süzülmüş, dolayısıyla halklara aitken, o halkların sağlığın yönetiminde söz sahibi olamaması patentlerle ve aşının ticarileştirilmesiyle karşı karşıya kalmamıza yol açmaktadır.
Aşılar kapıda iken dünya nasıl bir küresel salgın düzeyi ile karşı karşıya sorusunun yanıtına da bakmak gerekiyor. Kış dönümü ekonomik çıkarın halk sağlığının önüne geçmesiyle çok daha ağır bir tabloyu karşımıza çıkardı. Son on günde, 14 Aralık-23 Aralık arasında 530 binlerden 680 binlere ulaşan yeni vaka sayıları sonbahar başındaki artışın ikiye katlandığını gösterdi.
Artışın nasıl ivme kazandığını, bu artışın ölümlere de yansıdığını gördüğümüzde hep birlikte bu ölümlerin sorumlusu kim diye sormak zorundayız. Salgın hızını azaltacak önlemler alındığında bu ölümlerin önlenebilir olduğu çok açıktır.
Türkiye’de de benzer bir sorumluluğu tablolarla görmek daha etkili olabilir:
Toplam vaka sayısındaki artışın görece düşük seyrettiği bahar ayları yetersiz de olsa kısmi bazı kısıtlamaların yansıması iken “ulusal çıkar” tanımlaması ile kâr hırsının öne geçmesi sonbahar ayları ile birlikte sabit artışın kırılmasına ve tablonun ciddi bir değişimine tanıklık etmemize neden oldu. Bu olumsuz değişim ne yazık ki ölümlere de yansıdı ve Türkiye günlük ölüm sayılarının onlardan yukarı doğru seyredip 200’leri geçmesiyle yüzleşmeye başladı:
Ağustos-aralık aylarındaki ölüm sayılarının ikişer haftalık dilimlerle değerlendirildiği sunumunda TTB COVID-19 İzleme Kurulu Üyesi Prof. Dr. Feride Aksu 500’lerden 3 binlere doğru artan ölümlerin önlenebilirliğine vurgu yapmıştı. Bu ölüm sayılarına COVID-19 hastalarına sağlık hizmeti verilirken ortaya çıkan yoğunlukla birlikte diğer sağlık sorunları nedeniyle sağlık hizmetine erişimin kısıtlanması ve ortaya çıkan fazladan ölümler eklendiğinde ciddi bir yaşam hakkı ihlali ile karşı karşıya kaldığımız ve belki de 2020 yılının tüm dünyada siyasi otoritenin bu ölümlerden, dolayısıyla yaşam hakkı ihlallerinden sorumlu olduğunu söylemek gerekmektedir.
Salgının Türkiye sınırlarına girdiği resmi olarak bildirildiği günden başlayarak yakından izleyen ve sorunları dile getirmek için çaba sarf eden TTB “Yönetemiyorsunuz” dediği için suçlanıp hedef gösterilirken, öte yandan sağlık kurumlarının mimarisinden yapılanmasına bir salgınla başa çıkabilmek için yetersizliği yanında birinci basamağın işlevsizleştirilmesi nedeniyle salgınla hastanelerde mücadele etmenin yükünün sağlık emekçilerine yüklenmesinin ağır bedelini görünür kılmaya çalıştı. “Yönetemiyorsunuz, ölüyoruz!” ifadesi karşılığını 300’lere doğru hızlanan sağlık emekçisi ölümleriyle buldu. Toplumdaki yaygınlığın en az üç katı yaygınlığın doğrudan meslek hastalığı tanımına dönüştürülememesi ile illiyeti dayatan yaklaşım yönetememenin ve sağlık emekçilerinin maruz bırakıldığı yaşam hakkı ihlallerinin bir başka göstergesi oldu.
Bütüncül bir birinci basamak sağlık hizmeti yapılanmasının tüm dünyada çökertildiği, koruyucu sağlık hizmetlerinin yok sayıldığı ve piyasalaştırılan sağlığın neoliberal kapitalizmin rant alanı olarak tanımlandığı son otuz yılın bedelini, dünyayı hor kullanan bu kapitalist üretimin yol açtığı küresel salgınlarla ve yaşam hakkı ihlalleri ile ödüyoruz. Yeni bir yılı yeni bir dünya için tartışmaları zenginleştirerek ve yalnız sağlığı değil dünyayı toplumsallaştıracağımız politik adımlarla ele alarak karşılama ihtiyacımız açık.