Bir tarihsel dönemeç; iki farklı gelecek ihtimali
Kadınların hem işte hem evde yükünü ve zorluklarını artıran, kadınları yalnızlaştıran, şiddeti artıran, gelecek kaygılarını perçinleyen bir süreçti pandemi.
Fotoğraf: Ekmek ve Gül
Sevda KARACA
“2020 kadınlar için nasıl bir yıldı?” sorusuna cevap verecek bir yazı yazmak hem uykuları kaçıracak kadar zor, hem de geçen sene viral olan o malum videodaki gibi “Anlatmaya gerek yok, görüyorsunuz” deyip bitirecek kadar kolay.
Kadınların pandemi döneminde yaşadıkları; bu gazetenin okuyucusunun hafızasında çok çarpıcı örneklerle kadınların bizzat kendi anlatımları, hayat hikayeleri, mektupları ile yer etti. Sermaye ve hükümet gözünde canının zerre kadar değeri olmadığını iliklerine kadar hisseden kadınların anlatımlarından açıkça gördük ki; salgın, sadece ölüm riski ya da hastalanma korkusu değildi. Hem işte hem evde yükünü ve zorluklarını artıran, kadınları yalnızlaştıran, şiddeti artıran, gelecek kaygılarını perçinleyen bir süreçti aynı zamanda.
Pandemi neoliberalizmin insanlığa nasıl bir yıkım yarattığını apaçık ortaya çıkardı. Kapitalist dünyanın en “gelişmiş” ülkelerinde devletlerin sadece halk sağlığını değil, yaşamın tüm unsurlarını yıktığını gördük. ‘Hayati hizmetler’ olarak anılan tarım, gıda, perakende tedarik zincirlerinde çalışan kadınlar başta olmak üzere emeğiyle geçinen tüm kadınların hem işteki hem de evdeki yükleri katbekat arttı, hem işte hem de evde şiddet iyice vahşileşti. Sosyoekonomik eşitsizlikler, işsizlik, ekonomik sıkıntılar ve güvensizlik arşa çıktı.
Sayısız kadın işsiz kaldı, yüksek rakamlı enflasyon geçim sorunlarını artırdı, küçük esnaflar dükkan kapattı. Kadınlar erkeklere göre daha fazla dönüşümlü çalışmaya, yıllık izin ve ücretsiz izin kullanmaya, kısa çalışma yapmaya zorlandılar. Örneğin, DİSK üyesi kadınların yüzde 81’inin, erkeklerin yüzde 60’ının çalışma biçimi değişmişti. Çalışmayan kadın sayısı bir yılda 5 kat arttı. Ücretsiz izne ve işten ayrılmaya zorlanan kadınlar yoksulluğun en beter haliyle karşı karşıya kalırken, kayıt dışı çalışan kadınlar ise yine en görünmeyen kesim oldu.
25 YIL GERİYE Mİ?
Ufukta görülen yeni ekonomik daralmanın da öngörüsüyle sermaye işçi sınıfının henüz dokunulmamış haklarını da genel maliyet hesabında büyüyen bir fazlalık olarak imledi. Emekçiler bir bütün olarak geleceksizleştirilerek bedel ödemeye zorlanıyor. Bu kitlenin önemli bir kısmını yedek iş gücü ordusu saflarına itilerek sosyal desteğe, devlet yardımına ve aile çatısı altında kollanmaya muhtaç hale getirilen kadınlar oluşturuyor.
Eğer bu gidişat değiştirilmezse, kadınları daha uzun çalışma saatleri, daha kötü çalışma koşulları, daha korunmasız ve güvencesiz çalışma biçimleri, daha fazla ayrımcılık ve cinsiyetçi uygulama ile karşı karşıya kalacakları bir gelecek bekliyor. Bu tespiti Birleşmiş Milletler bile yapıyor; yayımladığı yeni veriler, koronavirüs salgınının kadınların son 25 yıldır eşitlik mücadelesinde elde ettikleri kazanımları yok edebileceğine işaret ediyor, “1950’lerin toplumsal cinsiyet rollerine geri dönülmesi riski”nden söz ediyor, kadınların zihinsel ve fiziksel sağlık sorunlarının artabileceği uyarısında bulunuyor, devletleri önlem almaya çağırıyor.
Ama bu sırada kapitalistler pandemi sonrası sermaye birikimi ve dolaşımı için cezaevi tipi üretim yerleri hazırlıyor, ataerkil tahakküm emek sürecinin denetiminin asli bir unsuru olarak pekiştiriliyor, devlet hazineleri sığınmaevleri, kreş ve bakımevlerine değil tekellere peşkeş çekiliyor. Kadınlar ataerkil ilişkiler kıskacına alınırken, devletin gereklerini yerine getirmesi gereken tüm hakların tırpanlanması kadınlara daha fazla yoksulluk, eşitsizlik ve şiddet olarak dönüyor. Şiddet olağanlaşıyor.
Şimdiye kadar iyi kötü varlığına tahammül edilen, tahribi için gerekli bağlam oluşmadığı için adım atılmayan sınıfsal ve toplumsal kazanımlar sermayenin gözünde artık iyice gereksiz görülmeye başlandı. Önümüzdeki süreçte az çok korunan kimi demokratik mevzilerin kalan unsurlarının da tahrip edilmesi riski büyüyor. Tam da pandemi dönemi fırsatçılığıyla, İstanbul Sözleşmesi’ne saldırıların hız kazanması, kadın örgütlerini de büyük oranda tehdit eden derneklere kayyum uygulamaları, baroları bölme hamleleri, şiddeti önleme yasalarının kadükleştirilmesi, nafaka hakkının ve çocuk yaşta evliliklerin meşrulaştırılması girişimleri örnekler.
Kadınların biyolojik ve toplumsal varlığını bütünüyle sermayenin kullanımına açılmış aileye adanmış hale getirmek istiyorlar. Bunun için de uysal ve itaatkar kadın imajı güçlendiriliyor, en gerici, en ilkel ve geleneksel değerler yardıma çağrılıyor. Bir yandan aile kapitalist bir mabed olarak daha çok gündeme getirilirken öte yandan birikmiş sorunlar, ağırlaşan saldırılar yoksul kadınları kendilerini ve ailelerini “hayatta tutmakla” sınırlı bir gündelik hayata, çaresiz bir bekleyişe itiyor.
AYNI GERÇEKLERDEN İKİ FARKLI HİKAYE
Yaşanan gerçekleri art arda sıralayıp baktığımızda 2020 yılına dair karamsarlık zerk eden bu tablonun buz dağının görünen yüzü olduğunu unutmamak gerek. Zira suyun yüzeyine en yakın yerde giderek daha ağır sömürü ve baskı koşullarında yaşamak zorunda bırakılan kadınların öfkesi birikiyor. Aynı koşullar aynı zeminde birlikte hareket etme koşullarının da genişlemesine yol açıyor. Doğru araç ve örgütsel güçler söz konusu olduğunda bir araya gelerek mücadele etme ihtiyacı artık bir zorunluluk olarak hissediliyor. Salgınla birlikte kapitalizmin tüm çelişkilerinin ayyuka çıktığı bu tarihsel dönemeç iki farklı geleceğe gebe. Yani aynı gerçeklerden iki farklı hikaye yazmak mümkün. Biri adeta bir distopyayı andıran salgın döneminde kendini yeniden üretmeye çalışan kapitalizmin “yeni normali”. Diğeri ise kadınların asli yaratıcıları arasına katıldığı sömürüsüz ve gerçekten eşit bir dünya için mücadele dönemi. Muhtaç olduğumuz kudret salgını sırtlamak için verdiğimiz yoğun emekte. Yoktan var ederek sürdürebildiğimiz yaşamı değiştirmek de bizim elimizde!