Pandemide ekoloji mücadelesi: Statüko için, halka karşı
“Sokağa çıkma” ve “İşyeri açma” yasaklarına rağmen ÇED süreçlerinin devam ettirilmesi, ‘halkın katılım toplantıları’ yapılması, doğa talanı projelerinin yasaklardan muaf tutulması tesadüfi değil.
Fotoğraf: Talha Emin Fidan
Seçil Ege DEĞERLİ*
“Suya bağımlı olmayın dostlarım! Yoksa sizi ele geçirir ve yokluğunda kırılırsınız...”
Nükleer bir felaket sonrası medeniyetin çöküşü ile insanlığın postmodern ilkellik içinde yaşadığı bir dünyada geçen filme ismini de veren kahramana ait bu sözler… 1970’li yıllar için distopya tasavvuru olan bu manzarayı bugünün geleceğine daha yakın hissetmemiz boşuna değil…
Covid-19 Pandemisi ile birlikte; belki de “Gezi Parkı” ile en kitlesel haline ulaşan ve “Üç beş ağaç meselesi değil..” sözünde özetlenen ekoloji mücadelesinin, aslında neye tekabül ettiği de sarsıcı ve öldürücü bir şekilde deneyimlendi.
Madencilik ve ormansızlaştırma, (ve yine bu yüzden) tarımın sınırlanması ile gıda çeşitliliğinin azalmasının yarattığı beslenme değişikliği gibi etkilerle bugüne kadar “modern” hayata temas etmemiş “ilkel” virüslerin yarattığı hastalık salgınlarının; kutup kuşağının daralması ve buzulların erimesi gibi iklim krizinin derinleşmesi ile birlikte farklı virüslerle devam edeceği de bilinmekte.
Doğanın Diyalektiği eserinde Engels daha 1800’lü yıllardan bugünü de tasvir etmiştir: “Doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Mezopotamya, Yunanistan, Küçük Asya ve başka yerlerde işlenecek toprak elde etmek için ormanları yok eden insanlar, ormanlarla birlikte nem koruyan ve biriktiren merkezlerin ellerinden gittiğini, bu ülkelerin şimdiki çölleşme durumuna zemin hazırladıklarını akıllarına hiç getirmiyorlar. Avrupa’da patatesi yayanlar, nişastalı bu yumrularla birlikte sıraca hastalığını da yaydıklarını bilmiyorlardı..”
O yıllar için henüz yıkıcı bir sorun haline gelmemiş olan doğanın sömürüsü, bugün inkar edilemez bir gerçeklik haline gelmiş olmakla iktidar sahiplerince üzeri örtülmesi de şarttır!
Kapitalizmin dışsal sınırlarına dayanması ve pandemi süreci ile iyice belirginleşen iktidar krizi, distopyaya karşı ütopyaya geçiş riski ile kapitalist devletleri bir yandan daha da otoriterleşmeye sevketmekte; bir yandan da doğayı sermayeleşme sürecine daha fazla dahil etmeye ve bunun önündeki engelleri de yine otoriterleşme ile baskılamaya zorlamaktadır.
Bu duruma Paul Burkett “Çevre krizlerini, kapitalist ilişkilerin tarihsel krizinin bir parçası olarak incelemek, kapitalizmden komünizme geçişte ekolojik çatışmaların oynayacağı potansiyel görülebilir” diyerek işaret etmiştir.
‘İŞYERİ AÇMA’ YASAKLARINA RAĞMEN DEVAM EDEN ÇED SÜREÇLERİ
Bu bütünlükten bakıldığında, pandemi süreci boyunca alınan önlemlerin (yasakların) pek çoğunun sağlık için ve hastalığa karşı değil, statüko için ve halka karşı oluşu anlamlandırılabilir: “Sokağa çıkma” ve “İşyeri açma” yasaklarına rağmen ÇED (çevre etki değerlendirmesi) süreçlerinin ısrarla devam ettirilmesi, köy kahvehanelerinde halkın katılım toplantıları yapılması, buna karşılık maden ocağı ve enerji santrali gibi doğa talanı projelerinin yasaklardan muaf tutulması gibi uygulamaların tesadüfi ve bilinçsizlikten kaynaklı olmadığı gibi.
Aynı şekilde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin terörle mücadele kararına ve kara para aklama ile terörizmin finansmanının denetimini yapan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) raporuna dayalı olarak hazırlandığı belirtilen “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Yasa Teklifi” içerisindeki altı madde dışındaki tüm maddelerin İçişleri Bakanlığı ile Cumhurbaşkanlığına sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerini kısıtlamak, mal varlıklarına el koymak gibi yetkiler veren düzenlemeler, Türkiye Çevre Ajansının kuruluşu ve aynı sıralarda yaşam savunucusu ekolojistler için sarfedilen “Vandallar” söylemi de bu bütünün birer parçası.
Pandemi koşullarında dahi devam eden doğa talanı karşısında, ölümü bile göze alarak yaşam alanlarını sahiplenmek için sokağa, meydanlara çıkmak zorunda kalan yurttaşın, bir insan hakkı olarak en başta yaşam hakkı ihlal edilmekte, yasal düzenlemeler ile örgütlenme özgürlüğü sınırlandırılmakta, uygulama ve söylemlerle toplumsal kimliği düşmanlaştırılarak nihayetinde; tüm toplumun itiraz ve talep refleksleri baskılanmakta.
Tüm bunların nihayetinde yaşadığımız koşulların distopya/ütopya ayrımına bizi daha da yaklaştırdığı ayırdıyla; ekoloji mücadelesinin, tarım politikalarından, enerji politikalarına, sağlık politikalarından, emek politikalarına kadar tüm alanlarla etkileşimini tekrar değerlendirmek ve yeni bir dünyayı yaratmaya dair umudu yeşertmek de bizler için şart olmuştur.
*Avukat/ Salihli Çevre Derneği Başkanı