02 Ocak 2021 00:09

Uzman Klinik Psikolog Didem Sevük: Hem mağdur hem suçlu olmak çaresizliği artırıyor

İnsan zihninin en büyük özelliği adaptasyon becerisi. Adaptasyon becerisi sayesinde insanlık pek çok zorlukla baş etti. Yine öyle olacaktır. Ben bu beceriye çok güveniyorum.

Fotoğraf: Didem Sevük Arşivi

Paylaş

Serpil İLGÜN

Türkiye’de ilk vakanın görüldüğü Mart 2020’den bu yana Kovid-19 virüsünün etki etmediği, ağırlaştırmadığı alan kalmadı. Zaten zar zor döndürebildiğimiz günlük hayat, pandeminin eklemlenmesiyle daha da güçleşti. İktidarın, halk sağlığını gözetmekten uzak salgın yönetimi nedeniyle koronayla ilgili pek çok şeyi kendimiz üstlenmek zorunda kaldık. Ekonomide kriz ağırlaşıp işsizlik ve yoksulluk artarken, “koronadan ölmek” değil, “eve ekmek götürmek” halkın birinci sorunu oldu. Ve elbette, sağlık çalışanlarının yanı sıra, çarkların dönmesi uğruna çok sayıda işçi ve emekçi korona nedeniyle hayatını kaybetti. Kaybetmeye de devam ediyor.

Maske sorunundan “Aşı ne zaman gelecek, mutasyona uğrayan virüse karşı etkili olacak mı, herkese yetecek mi?​” aşamasına geldiğimiz korona günlüğünde, psikolojimiz de alt üst oldu. Cumartesi Söyleşisinde bu hafta, işte bu konuyu ele almak istedik ve “Korana ruh hallerimize nasıl etki etti, bunlarla nasıl başa çıkabiliriz?​” sorularıyla Uzman Klinik Psikolog Didem Sevük’e başvurduk.

Ekonomide başlayan kriz, adaletsizlik, eşitsizlik, şiddet her yanımızı zaten kuşatmışken koronayla birlikte kendimizi ölümcül bir salgının içinde bulduk. Pandemiye ruhsal olarak daha baştan 1-0 yenik mi yakalandık?

Verdiğiniz örnekler ülke olarak bizim günlük hayatımızın bir gerçeği ama bunlar insan zihninin öyle çok da alışabileceği, huzurla, doyumla, varlığını potansiyelini gerçekleştirmeye devam edebileceği durumlar değil. Hayatlarımıza sürekli olarak -bazıları için travmatik de diyebileceğimiz- darbeler iniyor. Haliyle bu birikimli etki evet, ne yazık ki toplumsal olarak bizi 1-0 yenik başlatıyor. Genel olarak bunu böyle söyleyebiliriz ama bireyler bazında tabii ki çok farklı yaşanıyor. Korku ikliminde yaşanan travmanın etkisi daha fazla çünkü. Şefkat alamadığınız, adaletin olmadığı, demokratik bir ortamın sağlanamadığı bir aile ortamını düşünün. Orada yaşanan bir travma, elbette sizin dünyayla ilgili bağınızı, insanlara olan güveninizi çok daha fazla sarsacaktır.

Travmatik durumlar için şunu az çok biliyoruz; sosyal destekler, o kolektif bir arada olma halimiz… Bunlar çok destekleyici şeyler ama tam da biraz daha kutuplaştığımız, birbirimize sürekli olarak etiketler yapıştırdığımız, birbirimizi yargıladığımız bir ortamda salgın gibi durumlar yaşantımızı elbette biraz daha zorlayıcı kılıyor. Bu duygusal boyutu. Bir yandan da ekonomik boyutu var. Yani ne kadar reddedilse de bazı gerçeklikler var, yoksulluklar, yoksunluklar var. Salgının daha da arttırdığı bir belirsizlik var.

Belirsizlik duygu durumumuzu nasıl etkiliyor?

Öncelikle, bireysel bazda ayrışan pek çok nokta var, çünkü sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik düzeyimiz aynı değil. Birey bazında ayrışabilir ama pandemi bütün dünyayı küresel anlamda hem psikolojik hem fiziksel olarak etkisi altına aldı ve çok büyük bir belirsizlikle başladı. Bu belirsizlik, küresel olarak ortak bir birleştiren. Bilgi kirliliği de yine küresel manada ortaklaştığımız bir sorun.

Bizim en çok korktuğumuz şeylerden biri belirsizliktir. Şu ana kadar yaşamış olduğumuz bütün zorlukları düşünün, kötü olsa da ne olacağını bilmek isteriz. Belirsizliğe tahammülümüz yoktur ve belirsizlik olduğunda hep en kötü senaryoyu düşünürüz. Haliyle bu belirsizlik teması ve özellikle virüsle ilgili aşamanın, bilimsel birtakım değişimlerin yavaş ilerliyor olması (aslında bizim zihnimize göre yavaş, yoksa bilim dünyası oldukça hızlandı) daha zorlayıcı hale geliyor. Yine değindiğim bilgi kirliliğinin, bilenin de bilmeyenin de salgınla ilgili bir şeyler söylemesi, sosyal medyanın yanlış bilgileri daha hızlı yaygınlaştırması, belirsizliği iyice katmerlendirdi. Salgınla birlikte ekonomik olarak daha kötüleşmek, sosyal ilişkilerimizin değişmesi, yalnızlaşmak ve “eskiye” dönüşün belirsizliği, korkularımızı ve umutsuzluğumuzu arttırdı.

Birçok kayıp yaşandı, yani aslında yasımız var. Bir şeyin yasını tutmak için o acıyı, o kaybı bireysel olarak yaşamamız gerekmiyor, sonuçta nörolojik açıdan empati kurabilen bir beynimiz var. Dolayısıyla beynimizin bu tarafını kullandığımızda, bütün o kayıpların her birinin zihnimizde bir karşılığı var. Daha önceki kayıplarımızı hatırlatıyor, onları tetikliyor. Yine bir ortaklık olarak, ölümü hatırlıyoruz. Yani pek çok temada ortaklaşan yanlar var.

BENLİĞİMİZE YABANCI BİR BİLGİYİ HAZMETMEYE ÇALIŞTIK

Belirsizliği ortaya çıkaran ve sürdüren sadece korona mı? İktidarın salgın yönetimi belirsizlik üzerine nasıl etki ediyor?

Bu süreç hakikaten iyi yönetilmedi. Yönetilmek istenmedi de olabilir. Kriz anında beyin farklı çalışmaya başlar. Beynimizi gelişimsel açıdan daha ilkel beynimiz ve daha insan beynimiz diye ayırabiliriz. Çok kabaca şunu söyleyebilirim; kriz anlarında birazcık daha o neden-sonuç ilişkilerinin kurulduğu, empatinin, vicdanın olduğu, bilgece birtakım farkındalıklarımızın olduğu beyinden, yani insan beyninden uzaklaşırız. Kriz ortamlarında neye kalırız, ilkel, çocuk beynimize. Hepimiz gün içinde zaman zaman bu ilkel beynimize dönüyoruz. Zaman zaman da bilgece farkındalığımızı kullanabiliyoruz. Türkiye’deki yöneticiler, o bilgece tarafla insan yararını, insan haklarını gözeterek üst beyni kullanabilseler, yönetme konusunda işler bu noktaya gelmeyebilirdi. Dolayısıyla iyi bir yönetim olmadı, şeffaf davranılmadı. Şeffaf yönetilmediğinde de haliyle bir güvensizlik gelişti. Sayılara güvenmiyoruz, sonuçlara güvenmiyoruz, okuduğumuz habere güvenmiyoruz, hangi kaynağa yöneleceğimize de karar veremiyoruz bazen. Haliyle bir bocalama içindeyiz.

Bunlar da telaş, endişe, huzursuzluk duygularını yoğunlaştırıyor…

Kesinlikle. Mart ayında ilk vakalar açıklandığında, dediğiniz gibi bir telaş, şok, “Acaba yalan mı bunlar”, işte “Bizi kandırmaya çalışıyorlar…!” Aslında travmatik bir bilgiyi aldık yuttuk. Benliğimize yabancı bilgiyi hazmetmeye çalıştık. Bazılarımız reddetti, bazılarımız “Acaba ne yapmam lazım”, “Nasıl baş edeceğim, bu ülke zaten birtakım felaketlerin ülkesi, o zaman ben yiyecek stoklayayım, kendimi/ailemi koruma altına alayım, çünkü başıma ne geleceği belli değil!” ATM önündeki kuyruklar, fırınlar önündeki kuyruklar… onların neden yaşandığını anlayabiliriz. Sonra yavaş yavaş “Evet galiba sonuna geliyoruz, o kadar da korkunç değilmiş, yaz gelecek bitecek” gibi aslında hem yine bilgi kirliliği hem de ikircikli mesajlara maruz kaldık bizzat yöneticilerin ağzından. Bazen çok korkutulduk, bazen de “Her şey yolunda, biz bunu hallediyoruz” denildi. İşin bu yanı da yönetilmedi doğal olarak.

ÖFKE KAYNAĞINA YÖNELEMİYOR

Endişe ve çaresizlik baskın hissedilen iki duygu. Bu iki duygu birbirini ne kadar besliyor, endişe ile çaresizlik arasına sınır çizebiliyor muyuz?

Endişe dediğimiz şey gelecekle ilgilidir. Çaresizlik biraz daha geçmişle ilgilidir. Yani bir şeyle ilgili endişe yaşadığımızda “Şöyle mi olacak, böyle mi olacak” diye geleceğe atıf yapar zihin ve onun olumsuz sonuçlanmasından etkilenir. Çaresizlik denen şey ise “Artık her şey denenmiş, artık çıkar bir yol yok” hissidir. Çaresizliği, kayıp temasıyla bağlantılı bir his olarak tanımlayabiliriz. Yoğun bir endişe hali sürebilir ama bunun içine bir de kayıplar eklendiğinde endişeden çaresizlik hissine geçebiliyoruz, çünkü değişmiyor. İyi olacak deniyor, işte “Bayram sonrası iyi olacak, yazın bu işi bitiriyoruz…” Ne oldu, bir şey bitmedi. Hatta daha sert yaşanmaya başlandı. Dolayısıyla endişe ve çaresizlik hissi, buna engellenmişlik hissini de ekleyebiliriz, öfke yaratan bir duygu da aynı zamanda. Bu öfke şu anda kaynağına pek yönelemiyor.

Kaynağına yönelmesi ne demek?

Toplumlar öfkelendiğinde ne yaparlar, birtakım eylemler yaparlar, bir araya gelirler protesto düzenlerler, ama bu korku ikliminde ne yazık ki bunlar olamıyor. O zaman ne yapıyor, hayata öfke, ekonomik koşullara öfke, yöneticilere öfke veya o engellenmişlik durumu, kişinin kendisine yönelebiliyor; “Ben yapamıyorum, ben evime ekmek götüremiyorum” gibi… İntiharların da arttığını düşünürsek, çaresizlik burada “Artık bununla baş edemiyorum, o zaman acılarımdan kurtulayım” gibi, ne yazık ki kötü sonuçlara götüren bir hisse dönüşüyor.

Erdoğan’ın koronanın yaygınlaşmasından halkı ve Bilim Kurulunu sorumlu tuttuğu açıklamaları oldu. Bu da anlattığınız, ‘Sorumlu benim, benim yüzümden, ben yapıyorum...’ gibi hisleri daha da pekiştirdi, ne dersiniz?

Kesinlikle öyle. Ev içinde şiddete uğrayan bir kadını düşünelim, eşi sürekli olarak “Sen beni kışkırtıyorsun, sen bana bunları söylemezsen, sen böyle yapmazsan ben böyle davranmam” diyor. Bize de olan bu sanki, “Sen kurallara uymadığın için kapatma getiriyorum!” Bir yandan hem mağdur hem de suçlu oluyoruz. Dolayısıyla çaresizliğimiz artıyor. Devlet erk olarak konumlandırıldığından, oralardan gelen söylemleri, eylemleri değerlendirme, kültürel farklılıklarımız, bireysel farklılıklarımıza göre değişebiliyor. Bazıları yöneticilerden gelen “Sen suçlusun, sen uymadın kurallara” gibi bir suçlamayı hemen yutuveriyor, kimisi tamamen kendini kapatıyor, televizyon vs. hiç duymuyor. Bunlar da krizin pek çok boyutuyla yönetilemediğinin göstergesi. Örneğin bir fabrikada çalışan emekçiler de sağlık çalışanları kadar risk altında. Sağlık çalışanlarının alkışlanması, takdir görmesi evet çok hak ettiği bir şey, hatta çok daha fazlasını hak ediyorlar ama pek çok çalışan grubun adı bile geçmedi. Haliyle kendine söylenen, işte ekonomik krizle de pandemiyle de ilgili örneğin “Sabredin” söyleminin varlık içinde olanları kapsamadığını görüyor. O yokluk hissi, kimlik olarak da yoksa “Ben insan olarak da yokum” hissini doğurabiliyor ve zorluğa yol açabiliyor.

Zaten işçi ve emekçiler arasında ‘Korona mı işsizlik mi’ ikilemi çok yoğun yaşandı. Korona yayılmayı sürdürürken, ölüm riski işsizliğe tercih edildi. Ama “bir tercih yapıldı ve bitti” olmadı. Bu ikilemin duygu dünyasında yol açtığı tahribat için neler söylersiniz?

İnsan zihni bilgisayar gibi değildir, bütün verileri alır, verileri aynı anda işler ve bir sonuca varır! Böyle değildir, biz zihnimizi genelde kısa yoldan kullanırız. Yani bir sorun vardır, o sorunu çözmek için otomatik olarak o kısa yollara uzanırız. Genellemeler yaparız, “meli” “malı” tarzı düşünürüz. Eğer biz önlemlerimizi alıp riski ortadan kaldıramıyorsak, insan zihninin çalışma biçimi o zaman ‘ya hep, ya hiç’e gidiyor. Travma anında muhakeme yetimizin bozulduğunu biliyoruz, neden-sonuç ilişkilerini kuramadığımızı biliyoruz ama bu onun da ötesinde zaten verili koşullar, o kişiler için ölüm demek. Onun için fabrikaya, iş yerine gitmek mecburen seçilen bir durumdur.

‘HAYAT EVE SIĞAR’, ÜSTTEN BİR SÖYLEM!

‘Evde kal Türkiye’, ‘Hayat eve sığar’ propagandası her mecradan sürdürülüyor. Evde kalabilenler kaldı, ama hayat eve sığdı mı?

Eve tıkıştırdık. Tıkıştırmaya çalışıyoruz! Evin büyüklüğüne, koşullarına, ev içindeki birlikteliğe, bağlılığa bağlı olarak sığdırabilenler oldu. Ama gördük ki hayat hepimiz için aynı “ev” değil. Bu bizim birlikteliğimizi arttıracak diye bir ara umutlandık ama gerçekten ekonomik adaletsizlik, sosyal adaletsizlik, bütün bunlar o hayat eve sığar-sığmaz meselesinde gün yüzüne çıktı. Ve bu söylem içi boş bir söylem oldu.

Hayat eve sığar söylemi, üstten bir söylem bir defa. Herkesi kapsayan bir söylem değil. İnsanların zor koşullarda yaşadığını biliyoruz. Bu, şunu da ortaya çıkardı; kimimizin canı daha değerli, kimimizin canı daha değersiz, toplum uğruna feda edilebilecek cinsten. Buralarda hep birlikte zorlandık. Bu adaletsizlik, adalet duygumuzu çok bozdu. Belki hayatım öyle ya da böyle eve sığdı ama adalet anlayışım gün geçtikçe bozuluyor. Ya da o yoksulluklar, yoksunlukları gördükçe değiştiremiyor olmaktan dolayı çaresizlik hissimiz yoğunlaştı, kolektif bir suçluluk hissettik.

“Evde kal”ın başka bir boyutu olarak evden çalışma da zihnin ayrıştırma taraflarına çok ters düşen bir şey. Örneğin sizinle bu görüşmeyi yaptığım bu oda çalıştığım, görüşmelerimi yaptığım, toplantılara katıldığım bir oda ama özel hayatım hemen bir yan odada. Bu da sanırım hepimiz için zorlayıcı.

ŞAŞIRMA HALİNİ YİTİRİRSEK GERÇEKLİKTEN KOPARIZ

Bir yandan da ‘Artık bu duruma alışın’ deniyor. Alışmaya, kanıksamaya başlıyor muyuz ve bu ne zaman riskli hale gelir?

Elinden geldiği kadarıyla adapte olmaya çalışıyor insanlar, ancak o adaptasyonla, kayıtsız kalmayı bir bastırma mekanizması gibi de düşünebiliriz. Yani bazı bireyler sanki bu hiç yokmuş, böyle bir şey hiç yaşanmıyormuş gibi davranabiliyorlar. Ya da ülkede olan biten sadece pandemi değil. Pek çok başka zorluk yaşıyor insanlar. Tüm bunları hiç yaşanmamış saymak, kayıtsız kalmaya götürebiliyor.

Bastırılmış duygularımızı deniz topuna benzetelim, suya bastırırsınız bastırırsınız ama ummadığınız bir yerden sert bir şekilde yeniden yüzeye çıkar. Duygular da böyledir, yok saydığımız, “Artık alıştım bu haberlere” gibi kanıksadığımızı düşündüğümüz duygular bir yerlerde taşıyor. Yöneticilere, amirine taşamıyor ama nerede taşıyor? İşte banka sırasına giriyoruz, kuyruk sırasında bir önde bir arkada olmanın kavgasını vermeye başlıyoruz. Trafikte taşıyor, dünyanın en naif insanı trafikte bir canavara dönüşebiliyor. Yani bu kayıtsızlık da çok hayra alamet değil çünkü bu patlamalar zordur. Öfke patlamalarının bireysel hayatımızda mutlaka yansımaları oluyor, ama o yansımaları bireyler bazında iyi anlamak gerekir.

Dolayısıyla şaşırma yetimizi yitirmemekte fayda var?

Kesinlikle öyle. Evet, biz şu an zor bir sürecin içindeyiz ve eğer o şaşırma halini kaçırırsak o pozisyon, biraz uyuşma pozisyonu olur. Ve gerçeklikten kopma. Var olanla olumlu bir zihin ya da beden yoktur orada. Var olandan kopuktur, bazen pandemi gibi büyük olaylarda ilk saatler, ilk günler o şokla dona kalırız. O çok işlevseldir, bizi koruyan da bir şeydir çünkü. Ama tabii o şok içinde kalmamak, diğer aşamalara da geçebilmemiz daha işlevseldir.

DUYGU PAYLAŞIMLARI ÖNEMLİ

Çocuklar ve öğrenciler de pandemi sürecinden en çok etkilenen grupları oluşturdu. Çocuklar neredeyse 7/24 ekran karşısında. Tabii bu bilgisayara, internete ulaşma şansı olan çocuk ve öğrenciler için geçerli. Okula gidemiyorlar, sosyalleşemiyorlar, arkadaşlarıyla görüşemiyorlar… Ebeveynler çocuklara nasıl yaklaşmalı?

Çocuk zihniyle yetişkin zihnini birbirinden ayıran şey, gelişimsel özelliklerinin farklı olması. Yapısal olarak o gelişim 25’li yaşlara kadar süren bir şey. Dolayısıyla çocuk zihni ayna gibidir, ödünç alır, borçlanmalar yapar. Neyle borçlanır? Annesinin babasının o insan beyni dediğimiz, bilgece farkındalığı, neden-sonuç ilişkilerini kuran, “Şu an bunu yaşıyoruz ama şu sebeple bu oldu, senin korkmana gerek yok, seni koruyabilirim” vs. Bunları söyleyebilen annesinin, babasının ya da bakımından sorumlu büyüğünün zihnini ödünç alır. (Sonra o ödünç alma başına bela olabilir, işte “Annem gibi olmaya başladım” ya da “Kendimi çocukluğumda yaşadığım şiddetin içinde buldum” gibi. O yüzden “ödünç” diyoruz buna.) Sakinleşmeyen bir çocuğu ancak sakinleşmiş bir zihin sakinleştirebilir. Yani anne de baba da sakin değilse, orada da büyük bir kaos ve ne yapacağını bilememe varsa, işte orada çocuklar için korkutucu bir şey başlıyor. Şu demek değil, ebeveynler kaygılanmayacak, sıkılmayacak, üzülmeyecek, sinirlenmeyecek! Bu zaten önerilen bir şey olamaz, insan öyle bir şey değil. Tabii ki ebeveynler de kaygılanıp, sinirlenebilir ama çocuğun yaşına uygun olacak düzeyde bir açıklamayla, ne yaşandığını da anlatması faydalı olacaktır. Örneğin “Kendimizi korumamız için şunları şunları yapmamız gerekiyor, maske takarsak kendimizi koruyabiliriz” gibi. O belirsizlik ortamı bize ne kadar zor geliyorsa, çocuklar için de böyle. Yani anne baba kendi duygusunu gizlemeye çalıştıkça çocuk için belirsizlik artıyor. O nedenle duygu paylaşımları çok önemli.

Bunlar yapılsa da çocuklar ders çalışmak istemiyorlar, odaklanamıyorlar, hırçınlaşıyorlar, inatlaşıyorlar. Ebeveynler de soruyor: Ne yapalım?

Ben yetişkin çalışıyorum ama belli ölçülerde yanıt vermeye çalışayım. Aile içindeki ince dinamikleri keşfetmemiz gerekiyor. Bir de çocuğa “Haydi otur bilgisayar başına” derken biz ne yapıyoruz? Yan odada ayaklarımızı uzatıp televizyon mu seyrediyoruz? Ya da işe gitme konusunda ne kadar söyleniyoruz ya da gitmemekten. “Bıktım bu pandemiden ne zaman bitecek!” ne kadar diyoruz? Yani biz “Bıktım bu pandemiden” diyerek duygumuzu anlatırken, çocuk dersi yapmak istemeyerek anlatıyor. Aslında ortaklaşılabilecek çok nokta var, o ortaklıklar yakalanabilirse çocukla, “Çok haklısın, ben de çok sıkıldım, çok bunaldım, sanırım biraz fazla şikâyet etmeye başladım. Galiba sen de biraz benim gibisin bu konuda. Nasıl çözebiliriz bunu? Sen bilgisayar başına oturmak istemediğinde ortalığı ayağa kaldırdığın gibi, bazen ben de bunu patronuma karşı yapmak istiyorum, ama biz bu duyguyla mutlu olmuyoruz, ailece çok üzülüyoruz, sen de çok üzülüyorsun, ben sana bağırmak zorunda kalıyorum” gibi, o çocukla ortaklık kurmak, duygusuna temas etmek önemli. Yani mutlaka o çocuğun o kadar öfkeli, hırçın olmasının bir karşılığı var. Karşılanmayan bir ihtiyaç var orada. O ihtiyacı yakalamak için tabii ki diyalog, şefkatli bir tutum çok önemli.

Şunu da eklemeli, rutinler çok önemli hepimiz için. Okula giden bir çocuk pandemi nedeniyle evdeyken, ne kadar okula gidiyormuş gibi okul süresinde kalkılıyor, saçlar taranıyor, kahvaltı ediliyor? Önce ebeveynler bunu yapıyor mu acaba? Tüm bunları yapıp, eğer hâlâ fark edilmeyen bir durum varsa -gözden kaçan bir şey olabilir çünkü-, belki orada bir profesyonelden destek alınabilir. Ama bu son çare, dolayısıyla önce rutinler gözden geçirilmeli.

RUTİNLERİMİZİ DÜZENLEMEK, DUYGULARIMIZ ÜZERİNDE GÜÇ SAĞLAR

Koronanın daha uzunca bir süre hayatımızda olacağı söyleniyor. Bir yandan koronayla mücadele ederken, diğer yandan bozulan duygu dünyamızı nasıl hâl yoluna koyabiliriz?

Mümkün olduğunca rutinlerimizi sürdürmek hepimize iyi geliyor. Bu süreçte kontrol edebildiklerimize odaklanmak yarar sağlayabilir. Örneğin ne kadar uyuduğumuz, ne kadar hareket ettiğimiz, ne kadar hazmedilmesi zor yiyecekler tükettiğimiz, bizim kontrolümüzde. Belki bunlar çok klişe gibi gelebilir ancak temel rutinlerimizi düzenlemek her zaman duygularımız üzerinde bir güç sağlar. Ayrıca sosyal destek kaynaklarımızı kullanabilmemiz çok önemli. Belki fiziksel olarak bir araya gelemiyoruz ancak bunu diğer iletişim araçları aracılığıyla sürdürebiliriz. Bir de atlamamamız gereken şey, uzaktan da olsa bir araya geldiğimizde ne konuştuğumuz konusu. Sürekli yoluna girmeyen, hayatımızda değişmeyen olumsuzluklardan söz ediyorsak, buna zihinsel geviş getirme diyoruz. Zihinsel geviş getirmelerimizin var olan duygu durumumuzu şiddetlendirdiğini biliyoruz. Bundan kaçınmakta fayda var.

Korona bittiğinde ayarları bozulmuş ruh hallerimizin ‘normalleşmesi’ uzun sürer mi? Yoksa ‘hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak mı?!’

İnsan zihninin en büyük özelliği adaptasyon becerisi. Adaptasyon becerisi sayesinde insanlık pek çok zorlukla baş etti. Yine öyle olacaktır. Ben bu beceriye çok güveniyorum. Ancak kutuplaşmalar ve ayrımcılık her geçen gün bizi birbirimizden beslenmekten alıkoyuyor. Yine de her ne kadar kötülük, bencillik, adaletsiz tutumlar insan zihninin bir ürünü ise empati, vicdan, kolektif baş etme de insan zihninin bir ürünü. Dolayısıyla var olmayan bir şey üretmeyeceğiz. Sanırım sadece bir arada olmanın ve güven içinde yaşamının tadını unuttuk. Ortaklıklarda buluşmaya ve farklılıklarımızdan beslenmeye başladığımız gün, eskisi gibi olmayan ama eskisinden daha iyi bir durum içinde olacağımıza inanmak istiyorum.

ÖNCEKİ HABER

Trump, Washington'da protesto mitingi düzenleyecek

SONRAKİ HABER

Diyarbakır’da ulaşım zammını konuştuğumuz yurttaşlar: Belediye halkı düşünmek zorunda

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa