Britanya’da ‘kim evde kalsın’ tartışması
Avrupa'nın Gündemi'nde Britanya'da "Kim evde kalsın?" tartışması, Mali'de yaşamını yitiren Fransız askerleri ve Almanya'nın ekonomik ihtiyaç nedeniyle göçmen işçi kabul etmesinin 65. yılı vardı.
Fotoğraf: Envato / Kolaj: Evrensel
İngiltere’de kovid-19’un daha hızlı yayılan yeni varyantı ve hükümetin son dakika kararlarıyla plansız pandemi yönetimi yaklaşımı enfeksiyon ve ölüm oranlarını ilk dalga seviyelerine çıkardı. Dolayısıyla, “daha çok riskte olanlar evlerine kapansın diğerleri normal hayata dönüp sürü bağışıklığı sağlansın” diyenlerin sayısı da giderek artıyor.
Almanya’ya ilk göçmen işçi getirilmesi 20 Aralık 1955’te İtalya ile imzalanan antlaşmayla başladı. Aradan tam 65 yıl geçti. Girdiğimiz yeni yıl da Almanya-Türkiye arasında iş gücü antlaşmasının 60. yıldönümü. Bu kadar zaman geçmesine rağmen medya ve Alman politikacılarının çoğu göçmenleri sorunlarıyla gündeme getiriyor. Bu sorunlarda yıllar boyu yasal düzenlemeye gidilmemiş olmasının payı gizlenmeye çalışılıyor. Süddeutsche Zeitung’dan Heribert Prantl, geçen süreyi özetleyip bu konudaki ‘derin uykuyu’ eleştiriyor.
Fransa’da 2013’de Mali’de başlattığı askeri operasyonda üç asker daha hayatını kaybetti. Böylelikle sekizi 2020 yılında olmak üzere toplam ölü sayısı 47’ye çıktı. Son aylarda Fransa’da bu operasyonu bitirme ve askeri birlikleri Fransa’ya çağırma tartışılıyordu ve bu haber tartışmalara hız verdi. Humanite gazetesi bu “sonsuz savaşa” son verme çağrısı yapıyor
'BAZILARI EVDE KALSIN GERİSİ NORMAL DEVAM ETSİN’ TEORİSİ TEHLİKELİ VE SAÇMA
Charlotte SUMMERS
The Guardian
Son günlerde ana akım medya ve sosyal medyada ortaya çıkan bir tartışmaya göre kovid-19 çoğunlukla yaşlıları ve önceden sağlık sorunu olanları etkiliyor. Dolayısıyla sağlıklı olan ve 60 yaş altında olanlar kısıtlamalara tabi tutulmamalı. Bu yaklaşım etik açıdan olduğu kadar pratik açıdan da kusurlu.
İngiltere’de 60 yaşın altında ve sağlık sorunu olmayan toplam 388 kişinin öldüğü doğrudur. Aynı şekilde, 60 yaş üzeri nüfus arasında ölümler içinde “sadece” 1,591 kişinin önceden var olan bir sağlık sorunu yok. Ölümlerin büyük çoğunluğu (45 bin 770) önceden sağlık sorunu olan insanlar ve bunların 3 bin 210’u 60 yaş altı.
Fakat, önceden var olan sağlık sorunu ne demek? Bu kategoriye zihin sağlığı sorunu yaşayanlar, otizmi olanlar, öğrenme zorluğu olanlar, astım hastaları, kronik böbrek hastaları, kronik ciğer hastaları, bunama, diyabet, kronik nörolojik hastalıklar, romatoloji (kireçlenme ve eklem yangısı) hastaları ve iskemik kalp (anjin ve kalp krizi) hastaları dahil.
Ben de İngiltere nüfusunun yüzde 7’si gibi astım hastasıyım. Kovidden ölecek olsam –ki bunun olasılığı çok düşük– önceden sağlık sorunu var olanlar kategorisine gireceğim.
Dahası, sağlık ve “daha önceden var olan sağlık sorunları” çoğunlukla gelire bağlı. Fakirseniz astım ve diyabet gibi sağlık sorunları yaşama olasılığınız daha fazla. Fakir olmanız beklenen yaşam sürenizin kısa olması demek. Yakın zaman önce yayınlanan ‘Daha adil yeniden kuralım: Kovid-19 Marmot Raporu’, kovid-19 ve diğer hastalıklardan ölüm ve yoksulluk arasındaki bağlantıyı ortaya çıkarıyor; yaşadığınız bölgede belediye ne kadar mahrumsa ölüm oranı da o kadar yüksek.
Bunu en iyi açıklaması Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) icra direktörü Dr Mike Ryan’dan geliyor: “İnsanları öldüren sadece kovid-19 değil, yoksulluk, sağlık hizmetlerine ulaşamamak, derinizin rengi, etnik kökeniniz ya da sosyal grubunuz dolayısıyla yıllardır gerektiği gibi tedavi edilmeyen sağlık sorunları.”
Sağlıklı olanlar ve gençler hayatlarını kısıtlama olmadan yaşamaya devam etsin demek Britanya’da sağlık eşitsizliği sosyal sorumluluğunu azalttığı gibi “onlar” (fakirler ve riskte olanlar) ve “biz” ayrımına yol açar. Sağlıkta eşitsizlik sorununu ciddiye almazsak kovid-19 veya diğer birçok bulaşıcı hastalığı ortadan kaldırma ya da bir sonraki pandemiyi engelleme olasılığımız çok düşük.
Tartışma genellikle, önceden sağlık sorunu olmayanlar arasında ölüm istatistikleri kullanılarak bazılarının “normal”e dönmesine izin verilmezse ekonominin çökeceği yönünde. Fakat bu kadar basit değil. Toplum içerisindeki karmaşık iç ilişkiler şahısların davranışlarının diğerleri üzerinde etkisine yol açıyor. Bara ya da restorana gitmeniz birilerinin yemek ve içecek servisi yapmasını gerektiriyor; diğerlerinin tükettiğimiz ürünleri teslim etmesine; temizlikçilere; ve birçok değişik işi yapacak olanlara gereksinim duyuluyor ve bu rolleri yerine getirenlerin birçoğu da kovidden ölüm riski yüksek olanlar.
“Odaklı koruma” yeni bir fikir değil ve büyük eleştiriye yol açan “Great Barrington Açıklaması” yazarlarınca da önerilmişti. Şu öneride bulunmuşlardı: “Sürü bağışıklığına ulaşmanın risk ve kazançlarını en merhametli şekilde dengelemek için, ölüm riski en az olanlar hayatlarına normal şekilde devam etmeli, doğal enfeksiyon yoluyla toplum içinde bağışıklığın artması sağlanmalı; en yüksek riske sahip gruplar da daha iyi korunmalı.”
Asıl sorun, bu fikri savunsak bile –ki ben hemfikir değilim– uygulanabilir olmaması.
15 milyon kişiyi (İngiltere’de kronik sağlık sorunu olan kişi sayısı) virüsten uzak tutup kovide karşı güvenli bir şekilde onlara bakarken toplumun sorunsuz işlemeye devam etmesini nasıl sağlayacağız? Neredeyse imkânsız. Ailelerinden uzakta mı yaşayacaklar? İzolasyon boyunca kim onları doyurup onlara bakacak? Hükümet Medikal Başdanışmanı Chris Whitty bu yaklaşım “kusurlu ve yerine getirilmesi mümkün değil” derken haklıydı.
Dolayısıyla, milyonlarca kişiyi kovidden koruyamayacağımızı kabul etmeliyiz; düşük-risk grupları arasında dolaşan virüs, yakalandığında müdahaleye ihtiyacı olanlara da bulaşacaktır. Eğer sağlık sistemi taleple başa çıkamayacak duruma gelirse (New York’ta da görüldüğü gibi bu sadece Britanya’nın sorunu değildir) hiç kimseye hizmet sağlayamaz. Virüsün yayılmasını kontrol etmek, daha önceden var olan bir sağlık sorunumuz olmasından bağımsız olarak, hepimizin yararına olacaktır. Kovid hasta sayısı az olursa sağlık sistemimizin hepimizin karşılaşabileceği diğer sağlık sorunlarıyla ilgilenebilme olanağı artacaktır.
Kovidin şahıslar ve ekonomi üzerine etkisi sadece ölümlerle de sınırlı değil. Ulusal İstatistik Ofisi (ONS) verilerine göre 186 bin kişi İngiltere’de 5 ve 12 hafta arası süren kovid semptomlarıyla yaşamakta; her on kişiden biri enfeksiyon geçirdikten 12 hafta sonra hala semptom gösteriyor. Şimdilik erken olmasına rağmen bazı veriler kovid yüzünden hastaneye yatmak zorunda kalanlarda yeni ve daha yüksek olasılıklı ciddi kalp, böbrek ve ciğer sorunu teşhislerine işaret ediyor. Bu yeni hastalık açısından hala bilmediğimiz ve öğrenmemiz gereken çok detay var.
Sonuç olarak ya herkesin sağlığı önemli ya da hiçkimseninki değil! Çizgiyi nereye çizeceğiz? “Onlar” ve “biz” yaklaşımı tehlikeli ve kovid-19’un hepimizi etkilemeyeceği yaklaşımı ise saçma.
(Çeviren: Haldun Sonkaynar)
ALMAN POLİTİKASININ TEHLİKELİ DERİN UYKUSU
Heribert PRANTL
Süddeutsche Zeitung
65 yıl önce, 20 Aralık 1955’te Almanya ve İtalya arasında ilk “misafir işçi” işe alım sözleşmesi imzalandı. Bunu İspanya, Yunanistan ve 1961’de Türkiye vb. İle yapılan anlaşmalar izledi.1964’te bir milyonuncu “misafir işçi” Köln-Deutz tren istasyonunda karşılandı. Ancak 14 yıl boyunca bu insanlar ve sorunlarıyla ilgilenmek için bir devlet dairesi kurulmadı. Bu sorunların ve sözde kurulan sorumlu makamın hükümetler tarafından ciddiye alınması 30 yıl daha sürdü. Misafir işçi alımı 1955’te başladı,uyum kursları ise 2005’te uygulamaya sokuldu. İşçilere misafir işçi denildi, misafire bir kral gibi davranılması gerektiği için değil, Almanya’da belirli bir süre kalmaları ve sonra eski anavatanlarına dönmeleri gerektiği için. Alman ekonomik mucizesini mümkün kıldılar. Onlar için yasal dayanak tamamen yetersizdi: 1965 Yabancılar Yasası tüm yabancıları tek bir potaya koydu; turistler, iş seyahatinde olanlar, yabancı işçiler ve göçmenlere uygulanan tek bir yasa vardı. Hristiyan Sosyal Birlik’ten Friedrich Zimmermann’ın mirası olan yasa, yabancıları yalnızca yabancılar olarak tanıyordu; onlar anne, baba, çocuk değillerdi, onların ailesi yoktu, hepsi yabancıydılar.
Uzun süre bu şekilde kaldı. Kuzey Ren-Vestfalya’nın eski SPD başbaşkanı Heinz Kühn, 1978’de ilk “yabancılar sorumlusu” olduğunda, derhal yabancılar politikasında tümden yeni bir başlangıç talep etti. Federal cumhuriyetin entegrasyon mu yoksa kalıcı bir azınlık sorunu mu isteyip istemediğine karar vermesi gerekiyordu. Alman vatandaşlığına geçişin kolaylaştırılması, yerel düzeyde seçim hakkı konusundaki yasal engellerin kaldırılmasını tavsiye etti. Tavsiyelere uyulsaydı Almanya’nın ne kadar iyi durumda olacağını hayal etmek çok hoş. Bunun yerine Helmut Schmidt ve Helmut Kohl hükümetleri, geri dönüş ikramiyeleri ile misafir işçilerden kurtulmaya çalıştı. Heinz Kühn’ün talep ettiği yeni siyasi uyanış yerine bir çöküş yaşandı. Dönemin CSU Federal İçişleri Bakanı olan Friedrich Zimmermann, 1988’de bir yabancı karşıtı yasa tasarısı hazırladı; yabancıyı ona karşı milli kültürün savunulması gereken bir baş belası olarak gördü. Bakan bir savaşçı, yasa tasarısı bir paragraflar labirentiydi: Almanya’ya yabancıların girmemesi için uyarılarda bulunuluyordu. Yabancı göçü, yasada söylendiği gibi, “toplumun homojenliğinden vazgeçmek anlamına gelirdi. Ortak Alman tarihi, geleneği, dili ve kültürü birleştirici ve biçimlendirici gücünü kaybederdi”. Ve bu şekilde devam edilirse Federal Cumhuriyet yavaş yavaş “çok uluslu ve çok kültürlü bir topluluk” haline gelecekti. Bu tür cümlelerle bugün ırkçı Almanya için Alternatif partisinin (AfD) programını yazabilirsiniz.
CSU, “Alman halkı böyle istiyor” diye ilan etti. Tasarı geri çekildi ama tasarının tartışma ruhu kaldı. Bir sonraki Federal İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble 1990’da yeni bir yasa yazmak zorunda kaldı; daha iyiydi ama iyi değildi. Ama en azından bu, Yabancılar Yasasında “yasal hak arama” tanımı ilk kez ortaya çıktı.
Kohl hükümeti bir göç yasasına karşı çıktı. Sığınma, AB vatandaşı olmayanlar için Almanya’ya açılan tek kapı olarak kaldı; kapının önünde ve arkasında göçmenler yığıldı. Mültecilere karşı korkunç saldırılar dönemi başladı. Buna siyasi tepki: eski büyük (iltica insanlık hakkıdır) kapının yerini yeni bir küçük kapı aldı. İltica hakkı kısıtlandı. Federal İçişleri Bakanı Otto Schily’nin topladığı Rita Süssmuth başkanlığındaki uzmanlar komisyonu bir göç yasası hazırlamaya başladı. Yasanın, entegrasyonun gerçekleşebileceği büyük bir halı örmesi gerekiyordu. Sadece bir tencere tutacağına dönüştü. O zamandan beri sorunlar bu tutacak kapsamında çözülüyor. 2006 yılında, Şansölye Angela Merkel ve Entegrasyon Sorumlusu Maria Böhmer uyum zirvesini topladı. Federal İçişleri Bakanı Schäuble İslam Konferansı’nı kurdu. Siyasetin derin uykusu sona ermiş gibiydi ancak kalıcı ve ciddi çözümler olmadığından sorunlar devam etmekteydi.
(Çeviren: Semra Çelik)
SONSUZ SAVAŞ
Stéphane SAHUC
Humanité
2020 yılı iki açıdan kötü bir haberle kapanıyor. Üç Fransız askerinin ölümü her zaman ve önce aileleri ve ülke için bir trajedidir. Ama bir o kadar da askeri ve siyasi yetkililerin son haftalarda sevindikleri başarıları zayıflatan bir dram. Dahası bu üç asker Mali, Nijer ve Burkina Faso arasında, “üç gümrüğün’’ tam ortasındaki Hombori bölgesinde öldürüldü, yani tam da Genelkurmay Başkanı François Lecointre’ın Barkhane operasyonu konusunda “bilanço çok olumlu” diye bahsettiği yer. Hatta, Ocak 2020’de Pau şehrinde yapılan G5 Sahra toplantısı esnasında kararlaştırılan 600 askerin yeniden Fransa’ya çağrılacağı olasılığından bahsedilmeye başlandığı koşullarda yaşandı. Çad’da bulunan askerlerle birlikte 31 Aralık yılbaşı gününü geçirecek Başbakan Jean Castex’de, Çad Başbakanı Idriss Déby’le görüşme vesilesiyle Fransız askerlerinin Sahra’da tutulması konusunda bir tartışma başlatacaktı.
Pau stratejisi terörist gruplara ciddi darbeler vurduysa bile, “terörizme karşı savaşın” sonsuz bir savaş gibi göründüğü kabul etmek gerekiyor. Fransa’nın 2013’te Mali’deki cihatçı saldırıyı durdurmaya yönelik angajmanının iki uzun vadeli hedefi vardı: Selefi yayılmayı kontrol altına almak ve devri teslim için yerel orduları eğitmek. Fakat “Serval” ve “Barkhane” operasyonları çifte başarısızlıkla sonuçlanıyor: kendilerini “el Kaide” ya da “IŞİD” olarak tanıtan askeri güçlerin yarattığı bölgedeki istikrarsızlık bütün Sahra’ya yayıldı. Yerel ordulara gelince, güvenlik meselesini göğüsleme konusunda aciz kaldılar ve önemli kayıplar veriyorlar.
Fransa’nın sadece askeri olan cevabı ise, hiç şaşırtıcı olmayarak Afganistan, Irak ve Libya yaşanan fiyaskolarla aynı güzergahı izledi. Sadece askeri birliklerini seferber etmek, cihatçıları yenilgiye uğratmaktan uzak, tehlikeli bir istikrarsızlığı besliyor. Afrika’nın gerçek kalkınma politikaları ve başka çıkarları gizlemek için kullanmayan kendi çözümleri olmaksızın, bölgede askeri bir zafer ve siyasi çözüm mümkün değil.
(Çeviren: Kıvanç Demir)