Metin Göktepe'nin ablası Meryem Göktepe: Muazzam bir dayanışmaydı
Metin Göktepe’nin polislerce dövülerek öldürülmesinin üzerinden 25 yıl geçti. Ablası Meryem Göktepe o gün gazetecilerin dayanışmasını "Muazzam bir dayanışmaydı" diyerek tarif ediyor.
Fotoğraf: Meryem Göktepe
Hayatının baharında, gencecik bir gazeteci, bir muhabir… Alanda olmak için can atıyor, “O haberi mutlaka ben izlemeliyim” diye çıkıyor ve polisler tarafından işkence edilerek öldürülüyor… Metin Göktepe’nin ölümünün üzerinden 25 yıl geçti. İşkenceci polisler ceza aldı belki ama arkasındaki güçler hiçbir zaman bulunmadı.
Metin işkencede öldürüldükten sonra yetkililerin hiçbiri kabul etmedi işkence olduğunu. “Duvardan düşerek öldü” dediler, “Polis öyle bir şey yapmaz” dediler… Yetmedi ‘bazı’ gazeteler “şüpheli ölüm” diyerek aktardı Metin’in ölümünü…
Ailesi ise geçen 25 yılda adalet aramaya devam etti. Metin’in annesi Fadime Ana tüm gazetecilerin annesi oldu. Hak arayanların, aydınların, öğrencilerin Fadime Ana’sı oldu. Ablası Meryem Göktepe de hak arayan herkesin ablasıydı artık…
Meryem ablayla Metin’in ölümünden bugüne neler yaşandığını, gazetecileri, basın özgürlüğünü ve Türkiye’nin durumunu konuştuk…
Metin Göktepe’nin ölümünün üzerinden 25 yıl geçti. Metin’in ölümünden sonra siz daha yas tutamadan davaları takip etmeye başladınız. Çok uzun bir zaman dilimi tabii ama siz neler yaşadınız o dönemde?
Metin’in haberini “Evrensel’den hangi Metin olduğunu bilmiyoruz biri yaralanmış” diye vermişti bir arkadaşımız. Ne fark eder ki dedim. Metin Kurt, Metin İlgün, Metin Göktepe. Ama anlamıştım Metin olduğunu, sokağın gazetecisiydi Metin. Hastaneye nasıl gittik, kiminle gittik hiç bilmiyorum. Ama bir tuhaflık vardı. Adli tıbbın önündeydik. İbrahim abimi gördüm, yakasına yapıştım “Nasıl Metin?” diye soruyorum, susuyor. Yumrukluyorum yakasından tutuyorum “Anla artık Metin öldü!” bayılmışım. Kendime geldiğimde bir kaldırımın kenarında oturtulmuştum. Yanımda oturan birisi “Kendine gel, polisler gülüyor, onları sevindirme” dedi. Sonra kabul edilmemiş işkenceyle öldürüldüğü. O gün orada yas tutmayı bırakıp bu cinayeti aydınlatmak için mücadeleyi seçmiştik. Otopsiye avukatımız girmek istiyor, izin verilmiyordu. Aileden birisi olabilirmiş. Ben girerim dedim. Reşat Altay oradaydı, nasılsa hatırlıyorum onu. Sanırım kararlı olduğumu görünce avukatımızı aldılar sağlıklı(!) çıksın rapor diye ilk çabamız başladı. Büyük gazeteler “şüpheli ölüm” diye vermişti haberi. Sonra Metin’in gazeteci mi militan mı olduğu tartışması servis edildi. Adli tıptan çıkıp kiminle gittiğimi bilmiyorum kendimi Gazeteciler Cemiyetinin içinde buldum. Sanki bir korku filminin içindeydim, iradem dışında ışınlanmıştım buraya da. Cemiyet başkanını görmek isteyen genç muhabirler öfkeyle meslektaşlarına sahip çıkılsın istiyorlardı. Sonrasında Valiliğe yürümek için toplanan kalabalığın içinde, aşağıdaydım. Bir genç ağlayarak haykırıyordu, elinde Metin’in “Bu Yürek Susmayacak” yazılı fotoğrafı vardı. İşte ben o zaman gerçekle yüzleştim sanki, Metin ölmüştü! Ahmet Şık’a yaklaştım, sarıldım ona, teselli etmeye çalıştım. Sonra anneme gitmek için bir arkadaşımla taksiye bindim, elimde Metin’in fotoğrafı. Bütün camları açıp, avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum. Bu ülkede işkenceyle bir gazeteci göz göre göre öldürüldü! Taksici dönüp fotoğrafa baktı, “Suçu neymiş” dedi. Bir insan suçlu olsa bile öldürülmeli mi? Arkadaşım sakin ol dedi, algı böyle işte dedi. Haklıydı. Cinayet en üst yöneticisinden, en alttakiler tarafından inkar ediliyor; “Duvardan düştü” açıklamaları yapılıyordu. Savcı Erol Can Özkan idi. Aynı savcı daha sonra dosyadan fotoğrafları çıkartacaktı. “İstanbul’a kelle koparmaya geldim” sözüyle övgü alan Orhan Taşanlar, İçişleri Bakanı, Tansu Çiller hepsi inkar ediyordu. “Binlerce insanın önünde işlenen bu cinayet inkar ediliyordu. Tanıklıklar sayesinde Metin’in işkence edilerek vahşice katledildiği ortaya çıktı. Mehmet Ağar “militandı” diyerek adeta cinayeti savunuyordu. Öyle ya kendilerine göre suçluysa öldürülerek cezası verilmeliydi. Ama tanıklar çıktı, baskılara rağmen, yaşadıkları o cehenneme rağmen cinayeti aydınlattı. Metin’in gazetesi, kamuoyu, meslektaşları ve toplumdan her kesimin sahiplenmesiyle gözünden kaçırılmaya çalışıldıkça, göz önünde işlendiği anlaşıldı, kabul edilmek zorunda kalındı. İçişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı Demirel özür diledi, annem kabul etmedi sonuçta.
MUAZZAM BİR DAYANIŞMA
Meslektaşları Metin’in ölümünden sonra davanın sonuna kadar takipçisi olmuştu. O dönemki gazeteci dayanışması nasıldı peki?
Daha ilk günden dayanışma kendini gösterdi. Muazzam bir dayanışmaydı. Her bir meslektaşı Metin olmuş, bu cinayetin izini sürüyordu. Hatta ana akım medya görmezden gelmeye çalışıyor, gazeteciler çalıştıkları yayın organlarına karşı da eylemler yaparak, bu cinayetin aydınlatılması için eylemler yaptılar. Bu çabayı gören annem onlara “Hepiniz benim için Metin’siniz” dedi, böylelikle “İnadına Hepimiz Birer Metiniz” sloganı doğdu. Bütün bu mücadeleler sonucu dava açıldı. İlk duruşma İstanbul’da görülecekken Adalet Bakanı Mehmet Ağar tarafından Aydın’a sürgün edildi. O dönem 25 bin polisin görev yaptığı İstanbul’da sanıkların can güvenliği bahanesiyle. Biz biliyorduk ki davayı gözden kaçırıp, zor bela açılan dava sanıklarını korumaktı esas olan. Ama hiç istedikleri gibi olmadı, Aydın’a memleketin dört bir yanından otobüslerle insan aktı. Mahkeme salonuna sığmayan insan kalabalığından dolayı öğleden sonra spor salonunda görüldü. Çeşitli illerden gelen 3 bin kişi izledi ilk duruşmayı. Bir spor salonunda aldıkları canın hesabını yine bir spor salonunda soruyordu 350 avukat, yüzlerce gazeteci, binlerce insan hakları için mücadele eden sendikacılar, sivil toplum örgütleri, örgütlü-örgütsüz bir halk… Bu durum da istedikleri gibi yürümediği için dava Afyon’a sürüldü. Bu defa Adalet Bakanı Şevket Kazan’dı. Metin Göktepe davası için gösterilen dayanışma “Metin Göktepe gazeteciliği” olmuştu sanki. Başta gazetesi olmak üzere, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nail Güreli olmak üzere her ayın son cuma gününü 3 yıl boyunca dava için ayırmaları inanılmazdı. Ahmet Şık’ın söylediği gibi “Herkes takvimini duruşma günlerine göre programlıyordu”. Tüm kesimlerin sahiplenmesiyle cinayeti aydınlatılmış, esas sorumluları olmasa da katilleri yargılanmış ilk gazeteci katliamı olmuştu.
"HEM GAZETECİLER HEM HALK BU KADAR KUTUPLAŞMAMIŞTI"
Gazetecilerin dayanışması, Metin’in etkileri bir yana... Bugün “olmayan” basın özgürlüğünü nasıl görüyorsunuz?
Basın hiçbir dönem bu kadar baskı altında olmamıştı. Metin öldürüldüğünde kabul edilmemişti ama kamuoyu baskısı en azından en tepedeki isim bile özür dilemek zorunda kalmıştı. En azından muhalefet ve iktidar mensupları açık oturumlarda tartışabiliyordu. Soru sorabiliyordu gazeteciler. Şimdiki kadar kamplaştırılmamıştı hem halk, hem de gazeteciler. Muhalif diye adlandırılan, bence gerçeği halka ulaştıran gazete ve televizyonlar ya yüksek miktarda, ödeyemeyeceği miktarlarda para cezasıyla, ya da kapatılarak cezalandırılıyor. Gazeteciler yazdıkları veya söyledikleri nedeniyle cezaevinde tutuluyor. Gazeteciler özgürlüğünü yitirirken toplumumuz haber alma hakkını, ülkemiz de demokrasisini kaybediyor. Bugün 70 gazeteci söyledikleri ve yazdıkları gerekçe gösterilerek cezaevinde tutuluyor.
"TÜM KESİMLERİN SESİNİ KISTILAR"
’90’lar Türkiye’si ve bugün Türkiye’sinin karşılaştırmasını istesem?
’90’lar gözaltında kayıpla, faili meçhul cinayetlerin yaşandığı karanlık günlerdi. Kayıp yakınları sevdiklerinin izini sürmek için eylemler yapabiliyor, bugünkü kadar kriminalize edilmiyor, en azından sokaklarda demokratik haklarını kullanabiliyordu. Oysa daha fazla hak ve özgürlükler vadedilerek gelmiş mevcut iktidar o günleri aratacak düzeyde toplumun tüm kesimlerinin sesini kısmış durumda.
"KADIN GAZETECİLER BENİ DUYGULANDIRIYOR"
O gün doğan çocuklar 25 yaşında ve Metin’in izinden giden, “O haberi ben izlemeliyim” diyen yüzlerce gazeteci var. Bunca yıl sonra Metin nasıl etkiliyor sizce gençleri?
Metin’den sonra gazetecilik mesleğini seçen pek çok gençle konuştum. Onların içinden daha çok da kadın gazeteciler beni duygulandırır. Mesela Elif Görgü, Zehra Doğan. Ödül alan Zehra Doğan’ın duygulu konuşması hâlâ kulaklarımdadır. Kara kaşlı bir gazeteci öldürülmüştü ve annemin Metin Göktepe’den söz ederken ‘bile’ diyerek söz etmesi benim gözümde onu kahraman haline getirdi. Annem bana dışarı çıkma diyor. Demek ki Metin bir kahramandı ve o yüzden çıkmıştı dışarı. Ben de o nedenle oradan etkilenerek gazeteciliği seçtim. Böyle pek çok örnek var. (İstanbul/EVRENSEL)