09 Ocak 2021 23:26

Kurgudan gerçeğe distopya sineması

"Sinemanın merak uyandırıcı etkisi distopik hikayelerin kendine daha çok alan yaratmasını sağlar. Çünkü her şeyin güzel, sorunsuz ve kusursuz bir şekilde aktarılması film dilinde oldukça düz kalır."

Metropolis filminden bir kare

Paylaş

Güney BİRTEK

Distopya kavramı tarihte ilk kez 1868 yılında John Stuart Mill tarafından kullanılır. Distopya, ütopya kavramının yarattığı kusursuz ideal toplum yapısına antitez oluştururken, gelecekte insanın ve doğanın başına gelebilecek olası felaketlerin uyarıcısı olarak tanımlanır. Sosyokültürel ve ekonomik bir açıdan baktığımızda ise distopyanın politik bir kavram olduğunu gözlemleriz. Sanayi Devrimi’nden sonra sınıfların daha belirgin bir şekilde ortaya çıkması, işçi sınıfının yeni dünyadaki yerini ezilen sınıf olarak belirlemişti. Gitgide mekanikleşen işçi sınıfının örgütlü bir bilince sahip olmaması için direten kapitalist sistem tüm gücüyle insanı mevcut sistem karşısında köleleştirirken en gerçek distopyanın da temelini atmıştı.

Sinema tarihinin en önemli distopik filmlerinden Fritz Lang yönetmenliğindeki 1927 yapımı Metropolis filmini işçi sınıfının mevcut düzen karşısındaki konumu üzerinden irdelemeye başlayalım. Filmdeki işçi sınıfının durumunu aradan geçen 94 yıl sonra da yakalayabiliyor, günümüzde hâlâ geçerliliğini sürdürüyor olabildiğini gözlemliyoruz. Metropolis şehrinde ultra lüks yaşam süren şehrin tepesindeki zenginler ve o zenginliğin gelişmesini emek gücüyle bir köleden farksız çalışarak büyümesini sağlayan işçiler var. 1927 yılının dünyasında gelir adaletsizliğinin sinema perdesinde resmedilmesi çok mühim bir olay. Hikaye bir zaman sonra çoğunluğu oluşturan işçilerin isyanını anlatsa da finalinde işçi ile patronun anlaştığı ve bir bakıma mevcut düzenin ekmeğine yağ sürdüğü sorunlu bir kapanış yapıyor.

İnsanlığın gelecek zamanındaki yaşamını bir distopya olarak kurgulayan bilim kurgu sineması umutsuz bir geleceğin tasvirini yapar. Sanayileşmiş toplumun seri üretiminde bir fabrika gibi işleyen şehir, o şehrin mutlak gücüne sahip devlet elinde gelişen yabancılaşmış toplum yapısı, sosyokültürel çıkmazlıkla, sıkışmışlıkla birleşip robotlaşan, çürüyen bir modernite resmedilir. Bu durum insanlık için bir hayal kırıklığıdır. Alphaville (1965), Soylent Green (1973), Logan’s Run (1976), Alien (1979), Blade Runner (1982), Brazil (1985), Gattaca (1997), The Matrix (1999), 28 Days Later (2002), Children of Men (2006), The Lobster (2015) vb. derken onlarca distopik bilim kurgu filmi örnekler arasında sayılabilir. Bu filmlerin genel özelliklerinde; sınıf kavgaları, açlık, susuzluk, teknolojinin getirdiği tahribatlar, yer altı kaynaklarının tükenmesi, olası bir uzaylı istilası, dünyaya yaklaşan devasa bir gök taşı, genetik bilimi, nükleer savaşlar, salgın hastalıklar vb. insanlığı bir felakete, kaotik bir ortama sürükleyebilecek her şey mümkündür… Burada eleştirmek istediğim bir konu var. Bu bilim kurgu / distopik filmlerin çoğu Hollywood eksenli çıktığından dünyanın kurtuluşu da hep beyaz Amerikalılar sayesinde gerçekleşir. Dünya ve insanlık kurtarılacaksa bu destanları hep beyaz Amerikalılar yazmalıdır algısı nihayetinde ABD güzellemesiyle ilişkin politik bir meseledir. Tabii soğuk savaş döneminde ABD’nin SSCB’ye karşı oluşturduğu psikolojiyle 1984 gibi Stalin’i eleştiren kitapların/filmlerin antikomünist propagandası altında yayılmasına destek olmak da cabası.    

YAŞADIĞIMIZ ÇAĞIN EN BÜYÜK DİSTOPYASI OLARAK KAPİTALİZM

Nasıl ki distopya atmosferi insanlığın felaketini oluşturuyorsa yaşadığımız kapitalist sömürü sistemini şöyle bir irdelediğimizde, işçi sınıfının/emekçilerin yaşamına baktığımızda aslında bir distopyanın içinde yaşadığımızı kestirebiliriz. Otoriteyi oluşturan tanrı-devlet-erk mekanizması içinde yaşayan çoğunluk özgür yaşam bilincinin, gelir adaletsizliğinin farkına varamadığı her gün için kapitalizm insanlığın en etkili distopyası olarak karanlığına devam edecektir. Ray Bradbury’in Fahrenheit 451 bilim kurgu romanından Truffaut yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan Fahrenheit 451 (1966) filminde yine kapitalizm ve tüketim toplumu eleştiriliyor. O şehirde yaşayan itfaiyecilerin görevi şehirdeki tüm kitapları yakmaktır. Kitapların yanması düşüncelerin de sonunu getirir. İtfaiyeci olan baş karakterimiz bir gün kitapları yakmaktan vazgeçip okumaya başladığında kişisel devrimini tamamlamış olur ve olaylar gelişir…

Sinemanın merak uyandırıcı etkisi distopik hikayelerin kendine daha çok alan yaratmasını sağlar. Çünkü ütopik bir yaşam alanında, yani her şeyin güzel, sorunsuz ve kusursuz bir şekilde aktarılması film dilinde dramatik bir çatışmaya yol açmayacağı için hikaye oldukça düz ve yüzeysel kalır. İlgi çekmez. Bir hikayenin ilgi çekmesi ve olay örgüsünün baş karakterle ilerlemesi için tüm olup bitene karşı çıkan bir kötü karakter, vb. bir felaketin hikayedeki dramatik yapının temelini oluşturur. Sömürülen işçi sınıfının ortaya çıkması, yoksulluğun artması ve akabinde gelişen karamsar iz düşümü, insanlığı gelecekte olabilecek felaketlere iter. Distopyaların her ne kadar kurgu olsa da insanlık tarihine indiğimizde karşımıza çıkan savaşlar, açlıklar, sınıf kavgası derken, iklim krizi, küresel ısınma ve salgınların görülmesiyle kurgudan gerçekliğe doğru evrildiğini gözlemleriz. Özellikle Covid-19 salgınıyla ilan edilen pandemi süreci bizlere gösterdi ki, distopyalar gerçek olabilir. Buradaki kilit nokta ve eleştiri de kapitalizmin sarsılsa da kendini sürekli yenilebiliyor olmasında yatıyor. Kapitalizm, bir virüs ve çağımızın distopyasıdır.

ÖNCEKİ HABER

Sağlık Bakanı Koca: SMA gen tedavisi için kampanya düzenlenmesi uygun bulunmadı

SONRAKİ HABER

Düzce'de Akçakoca Eğitim İzleme Kurulu oluşturuldu

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa