Şair Gülce Başer: Son dönemi yansıtacak yumuşak bir eda bulamadım
Şair Gülce Başer, yeni şiir kitabı “Gözde Bir Kordon”u anlattı.

Fotoğraflar: Kitap kapağı ve Gülce Başer'in kişisel arşivinden bir görsel | Kolaj: Evrensel
Ege KARACAN
Şair Gülce Başer’in yeni şiir kitabı “Gözde Bir Kordon” Pikaresk Yayınevi’nden çıktı. “Sokağın Gözlerinin İçine Baka Baka Öldürülen Kadınların Anılarına” ithaf edilen kitaptaki şiirlerinde Başer daha sert dizelerle karşımızda. Başer “Son dönemi yansıtacak yumuşak bir eda bulamadım, hatta soğuk bile olamadım, öfkemi kustum. Kötü adamları bir tür kurbağaya çevirmeyi denedim.” diyor.
“Gözde Bir Kordon”; “Sokağın Gözlerinin İçine Baka Baka Öldürülen Kadınların Anılarına” adanmış bir kitap… Sadece bir ithaf değil… Şiirlerde kadınların yaşadığı sorunların dizelere yansıdığını görüyoruz. Bu şiirlerinizi nasıl atmosferde kaleme aldınız?
Unutulmaz bir atmosferdi. Sadece yaşadığım ülkede değil, dünyada sıra dışı zamanlardı; bir kere dünyanın süperliğinde inceden inceye süper güçlük mücadelesi vardı. ABD’nin başında Trump, İngiltere’nin başında Johnson vardı. Rusya’nın bundan sonra sonsuza dek Putin tarafından yönetileceğini düşünüyorduk ve Fransa’nın bir sonraki cumhurbaşkanı Marie Le Pen olacak gibi görünüyordu. Yani sadece biz değildik, dünya da sıkışmıştı. Son okumadan önceki dört ay evlere kapandık, solunum yollarını tehdit eden bir virüs, nefes kesici bir stratejiyle, anksiyeteyi maksimize etmeyi garantilemek üzere tanıtılıyordu. Siyasete girmeden bu kadar tarif edeyim, siyaset ayrı bir tartışma… Böyle zamanlarda kadınlar, çocuklar ve sokak hayvanları kendini kollamalıdır, çünkü kimseyi dövemeyen gider onları döver. Şunu demek istiyorum: Kadın, sadece bedensel çelimsizliğiyle değil, statü düşüklüğünden de ötürü, zor zamanlarda öfkenin çıkartılabileceği olağan hedeflerden biri… Yani ekonomiyi vs. düzeltirsiniz, ortalama şiddetle birlikte kadının maruz kaldığı şiddet de azalır, gider. Bu, işin bir yönü…
Kadınlar konusunda riyanın ana vatanı biz miyiz, diye düşündüğümde, her zaman bizden beterlerinin olacağını fark edip rahatlarım. Bu bir rahatlamaksa elbette… Başından beri kadına şiddete son sloganlarının, hatta şiddet önleyici yaptırımların bir etkisi olmayacağını söylüyorum. Kadının konumunu, toplumsal statüsünü erkeğinkine eşitlemezseniz zaten yaptırımı artırsanız ne olacak? Hakim bile bilinçaltında “Fazla ceza verme” tedirginliği yaşayacaktır. Çünkü yaşadığımız toplumun yapısı canlı hiyerarşisi üzerine kurulmuştur.
Bir kadın öldürüldüğünde akan timsah gözyaşı değildir belki de… Ama tahkir edilen bir kadının sırtını sıvazlayan el de muhtemelen bir başka kadını tahkir etmiştir. Kitapta, “Kızınızın Katili Sokakta Geziyor”da anlatılan da bu aslında… Bu durumla yüzleşmeyi istedim artık. Bu ve bu ruh halleri içinde yazdım.
"EPİK RİSKLİYDİ ASLINDA... ALDIM"
“Vardı Bir Mahalle” isimli ilk bölümdeki “Kızınızın Katili Sokakta Geziyor”, “Paveglia Meseli”, “Hastalık” gibi şiirler kadınların yaşadığı sorunlarla örülmüş şiirler… Bu şiirlerde şairin öfkesini hissediyoruz. Bu şiirlerinizde sert ve daha doğrudan bir söylemi tercih etmenizi nasıl açıklarsınız?
Bu bölümde daha önce pek ilişmediğim epik bir ton denedim. Hayatın çeşitli veçheleri, kendi şiirleriyle yaşanıyor, yaşanmalı, diye düşündüm. O kadar da doğrudan değildi aslında… Sorun kadınların da ötesinde, hepimizin… Kudret oyunları içinde eriyen değerler ve elbette açlık tehdidi de dahil gündelik hayatımızı kuşatan maddeler dünyası.
Epik riskliydi aslında… Aldım. Çünkü her zaman günün esinlediği şiiri denedim. Bugün lirik yetmeyecekti, ironi soğuk kalacaktı, sarkazmaysa zemin gerekiyordu. Dünyaya baktım ve cehennem gibi bir şey gördüm. Bruegel’in cehennemi gibi bir şey hem de… Onun şiirini yazmayı denedim.
Söylenen bir şeydir, hemen her kitapta yolumu biraz değiştirdim. Kendimi tekrarlamış olma fikrinden hiç hoşlanmıyorum. Bu da beni elbette risk almak durumunda bırakıyor. Ama tercihlerimin arkasında durmak zorundayım. İstedim ki özellikle birinci bölümün şiirleri mağma gibi olsun ve önüne geleni sürüklesin. Koyu, hem de siyah bir magma… “Kızınızın Katili Sokakta Geziyor”un girişi Pamuk Prenses’in, “Hastalık”sa Dağlarca’nın “Ağır Hasta”sının karanlık okumasıdır. Yani cehennemi hali… Bu kitabı bitirdikten sonra biraz sakinleştim, hayatım da… Zehri akıtıp rahatlayacağım bir kitap arıyordum, oldu.
"MAHALLEYİ İLK VE SON GÖRDÜĞÜM YER İZMİR'DİR"
“Şeyciğim” isimli ikinci bölümde merkez üssü İzmir olan şiirlerle karşılaşıyoruz. “Ha Çekirdek Ha Çiğdem”, “35 Derece” şiirleri buna örnek gösterilebilir. İzmir’in şiirlerine yansımalarını nasıl açıklarsınız?
Ne diyebilirim ki? Evet, bu şiirler İzmirlidir… Gördüğünüz gibi sıcak başlı başına bir unsur olarak şiirlere dahil oldu. “Ha Çekirdek Ha Çiğdem”de İzmirli orta sınıf hayatı yansıtan bir atmosfer denedim. “Görünüm”de İzmir’de taşraya çekilme ruhunu, kaybetmeyi; “Güzelleme”de İzmir usulü bir romansı anlattım. “Vardı Bir Mahalle” bölümünde “İstanbul Masalı” hariç bütün şiirler İzmir’de yazıldı. Mahalleyi ilk ve son gördüğüm yer yine İzmir’dir. İzmir’e dönünce ruhen de biraz gayriresmileştim, sanıyorum. Kitaptaki bazı ifade biçimlerini İstanbul’da yazamazdım, hatta o yönde uyarılar geldi: “Bak kardeşim hitabı senden mi çıktı, Gülce?” gibi… Dönüp geldiğim İzmir’i biraz daha mı taşralaşmış buldum? Emin değilim, son zamanlarda önemli bir kentli iç göçü de aldı. Bana göre şiire giremeyecek sözcük yoktur. Bu kitapta şok unsurunu fazla mı kullandım? Bilmiyorum. Ama ilk bölümde bir mahalle atmosferi yaratmak istediğimi biliyorum. Mesela şunu sorabilirsiniz: Neden mahalle? Çareyi mahallede mi görüyorum? Delilere kap kap yemek bırakıldığı günler daha mı güvenliydi? Değildi, bence… Kimin için değildi? Kadınlar için değildi… Geleneksel yaşam daha ataerkil ve biz kadınları daha çok çerçeveliyor. Kentleşmenin bu kadar hızlı mayalanması biraz da mahallede bunalan yükseköğrenimli kadınların etkisiyle olabilir. Bunun üzerine düşünüyorum.
Yakın zamanda Emel İrtem de Hu’yu çıkardı, biliyorsunuz… Hu’yu hem mahalle hitabı (Komşu huu, anlamına), hem de tasavvufi ruhuyla kullanmış. Sonuçta o da benim gibi mahalleye dönmüş. Emel’le bu konuyu konuşmadık. Ama bu keşif üzerine bu kadar mahalle üzerinde duruşumu bir kez daha gözden geçirdim. Ve meselemin ne olduğunu buldum: Evet, çözümün mahallede olduğuna dair bir umudum var. Ama sorunun da önemli ölçüde mahalleden kaynaklandığını düşündüğümü fark ettim. Mahalle çekirdek çitleyip dedikodu yapmanın ötesine geçse, vicdanına sahip çıksa, okul bitince koşa koşa oraya dönerdik. Hep birlikte oturur açlığı giderecek bir çözüm arardık. Biraz sembolik konuşuyorum, bu minvalde bir mahalle zemini var-dı anladığım kadarıyla şiirlerin. Çünkü şiir yazarken oturup şöyle şunu anlatayım diye plan yapmıyorum. Kafamda meseleler oluyor, onlar, sözgelimi bu şiirde mahalle görselinde anlatım buldu. Sonra onu yavaş yavaş şiirleştirdim. Neden mahalle geldiğini ancak daha sonra düşünebilirim, yoksa şiir yapamam.
"BİZİ KURTARIRSA SEVMEK KURTARIR"
Bir adım daha ileri gidersek… Uzun yıllar İstanbul’da yaşadınız… Şiir yolculuğunuz açısından İzmir ve İstanbul’u nasıl karşılaştırırsınız?
İstanbul insana her gün meydan okur. Dolmuşa binersiniz, yaşam savaşı verirsiniz, oradan iner metrobüse binersiniz, savaş büyür. İstanbul’da çok ses duyarsınız. Orada herkes sesini duyurmaya çalışır çünkü bunun için bir şansı vardır; zira bütün Türkiye İstanbul’u dinler. İzmir’de çerçeveniz bellidir, dışına çıkamayacaksınızdır. İzmir bile İzmir’i dinlemez. Dinlermiş gibi karşısına geçer, hatta gözlerinin içine bakar, ama aslında kendisiyle meşguldür. Adalet şu ki, sizin de onu dinlemeniz gibi bir beklentisi yoktur. Şiir yolculuğuyla bu iki şehrin doğrudan bir ilgisi yok. Ama dil seçimiyle var, gördüğünüz gibi.. İstanbul’da insan İstanbul yaşıyor, İzmir’de İzmir… İnsan, yaşadığı yere benziyor.
Kitap “Neyse ki aşk (O uyurken…)” isimli üçüncü bölümle bitiyor. İlk iki bölümdeki sert hava aşk temalı şiirlerle dağılıyor. Kitap bütünü açısından mutlu bir sonla bitiyor. Ya da onca acının içinde hayatı katlanabilir kılan bir duyguyla…. Neler söylemek istersiniz?
Tam da öyle düşünüyorum. Bizi kurtarırsa sevmek kurtarır. Ama hırsla, boğarcasına, sömüren bir sevgi değil tabii. Kişisel gelişim dersi verme hevesinde değilim. Herkesin sevgisi kendine göredir, kabul. Ama sevmek de bir edep işi, bir yandan… Tatlı tatlı sevmek, hayata karşı bir tutunma biçimi olarak sevebilmek belki bugünlerimizi de katlanılır kılabilecek tek şey. Gerçekten iyi bir sevgiye çok ihtiyacımız var. Sevmeye iyi tarafından bakmaya çalıştım bu bölümde… Çünkü kitabın gülümseyen birkaç sayfaya ihtiyacı vardı. Doğrusu, benim de…
"KÖTÜ ADAMLARI BİR TÜR KURBAĞAYA ÇEVİRMEYİ DENEDİM"
“Gözde Bir Kordon”; “Bir Delinin Gülcesi”, “Hanımefendi Kızıldır” ve “Sokak Şeker Kokuyor”dan sonra dördüncü kitabınız. “Gözde Bir Kordon” şiirinizde nasıl bir aşamaya denk düşüyor? Yeni kitabın diğer kitaplarınızla ortaklaşan ve ayrışan yönleri nelerdir? Sizden dinleyebilir miyiz?
Yukarıda da anlattım galiba, pek kendini tekrarlamamaya özen gösteren biriyim. Daha doğrusu, birbirine benzer şiirler/şeyler yazdığımı fark ettiğim anda yazmaktan sıkılıyorum. Bu açıdan birçok kaynağı müsrifçe tek şiirde harcayıp geçmişliğim var. Kendimce bir sürekliliğim var. İronik derler, pek doğru değil, sarkazmı kullanıyorum. Sarkazm başından beri protesto araçlarımdan biri oldu. Bu kitapta da sarkazmdan vazgeçmedim. Ama bu kitapta kullandığım epik edayı herhalde en son üniversitede yazdığım bir şiirde kullanmıştım. Bu kadar sert değildim hiçbir zaman… Son dönemi yansıtacak yumuşak bir eda bulamadım, hatta soğuk bile olamadım, öfkemi kustum. Kötü adamları bir tür kurbağaya çevirmeyi denedim. Bu, özellikle ilk bölüm için geçerli. Ayrıca hüznü ve yenilmişlik duygusunu da daha dürüstçe karşıladığım şiirler oldu. Hep yüzleşme için kullandığım aşkı da bu kez ferahlama anı, gülümseyen bir yaşam veçhesi olarak ele aldım, bir önceki soruda da belirttiğim gibi… Epikte uzun kalacağımı sanmıyorum. Ne kadar becerdim, bilemiyorum. Bir sonrakine bir aşk dosyası niyetleniyorum, biraz sakinleşmek istiyorum.
Evrensel'i Takip Et