Doç Dr Zeynep Gambetti: Tepkiler, çölleşen akademi açısından kırılma noktası olabilir
Gösterilen tepkiler, Türkiye’deki üniversite sisteminin siyasetin değil, bilimin ışığında yönetilmesi, özgür araştırma ve eğitim alanlarının yeniden açılması açısından önemli.
Zeynep Gambetti | Fotoğraf, kişisel arşivinden alınmıştır.
Serpil İLGÜN
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın AKP’li Prof. Dr. Melih Bulu’yu Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atamasına karşı, üniversite öğrencileri ve öğretim üyelerinin protestoları ikinci haftasına giriyor.
“Atanmış değil, seçilmiş rektörler istiyoruz” sloganıyla başlayan eylemler sırasında üniversite kapısına kelepçe takıldı, çok sayıda öğrenci gece yarıları evlerinin kapıları kırılarak göz altına alındı, darp edildi, tecavüzle tehdit edildi. Erdoğan ve yandaşları tarafından terörist, darbeci, seçkin ve elitist olmakla “suçlanan” öğrenciler, başta üniversiteler olmak üzere, eğitimin tüm kademelerinin siyasi müdahale alanı haline gelmesine karşı çıktılar, çıkmaya devam ediyorlar. Üniversite ve çevresine yığılan polis şiddeti ve gücü, öğrencilere geri adım attırmadığı gibi, yaratıcı, mizah dolu slogan ve afişlere ilham verdi. Bu arada doktora tezinde intihal yaptığı teyit edilen kayyum rektör Mehil Bulu, yandaş medyaya üst üste demeçler veriyor, kendisinin de hard rock ve Metallica dinlediğini, bu nedenle Boğaziçi kültürüne uygun olduğunu ispatlamaya çalışıyordu.
Cumartesi Söyleşisinde bu hafta, Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananları, kayyum rektör atanmasının hedeflerini ve bir yönetme biçimi olarak kayyumlar meselesini ele aldık. Erdoğan’ın “eğitimde ve kültürde istediğimiz seviyeyi yakalayamadık” hayıflanması, Boğaziçi özelinde nasıl yansıma buluyor? Mücadele nasıl ilerleyecek?
Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Emekli Öğretim Üyesi, Doç. Dr. Zeynep Gambetti yanıtladı.
Meseleyi daha iyi anlamak için önce biraz yakın tarihe gidelim. 12 Eylül darbecilerinin kaldırdığı rektörlerin seçimle belirlenmesi uygulaması, Boğaziçili öğretim üyelerinin girişimiyle 1992’de geri kazanılmıştı. Bu nasıl sağlanmıştı?
12 Eylül’e kadar üniversiteler kendi içlerinde ‘60 Anayasası’nın getirdiği bir özerkliğe sahipti. YÖK’ün kurulmasıyla seçimler yasaklandı ve tek tip bir üniversite modeli empoze etmek için hem yukarıdan rektör atanması yoluna gidildi, hem de müfredata müdahale edildi, örneğin tüm üniversitelerde İnkılap Tarihi gibi dersler verilmesi şart tutuldu. 1402’likler olarak tarihe geçen birçok hoca okuldan uzaklaştırıldı. ‘82’de İTÜ’den Ergün Toğrol, Boğaziçi’ne rektör olarak atandı. O dönemde rektörler beş yıllığına atanıyordu. Toğrol ‘92’ye kadar rektör kaldı. Fakat ‘92’de öğretim üyeleri arasında bunun böyle devam edemeyeceği, her üniversitenin kendi vizyonu, kıstasları, kültürüne uygun bir rektörle yönetilmesi gerektiği konusunda zaten hakim olan görüş de-facto bir durum yaratmaya evrildi. Bir seçim gerçekleşti ve seçilen isimleri YÖK’e önerildi. Zamanın hükümeti (Özal’lı yıllar) bunu kabul etti ve Türkiye’deki bütün üniversitelerde rektörün seçimle belirlenmesini yasalaştırdı.
Boğaziçi’nde rektör seçimi nasıl yapılıyordu?
Üniversitede bir çağrı yapılıyor ve aday listesi oluşturuluyordu. Adaylar tüm fakülte ve bölümlere teker teker uğrayıp üniversite için vizyonlarını anlatıyorlardı. Çok iyi hatırlıyorum, 2012’de rektör Gülay Barbarosoğlu döneminde, örneğin, daha fazla üniversite içi komisyon kurulması, daha fazla hocanın yönetime katılacağı kanalların açılması sözünü almıştık. Seçim aşamasında tam zamanlı öğretim üyeleri oy kullanıyordu. (“Yarı zamanlılar niye seçim hakkını kullanamıyorlar” sorusu da her seferinde bir tartışma konusu oluyor ama çözüme ulaştırılamıyordu.) Daha sonra seçim komisyonları oluşuyor, oy veriliyor, seçim sonucunda en yüksek oyu alan üç (sonradan 6) aday YÖK’e bildiriliyordu.
Gülay Barbarosoğlu, 2016 seçimlerinde de oyların yüzde 86’sını almıştı ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan, aday olmayan Mehmed Özkan’ı rektör olarak atamıştı. O dönem bu atama öğrencilerin ve akademisyenlerin tepkisini çekmişti ancak bu itirazlar uzun erimli olmamıştı. Neden?
Şöyle açıklamak gerekir: mevzubahis dönem 2016 Kasım’ıydı. 15 Temmuz darbesinin hemen ardından OHAL ilan edilmişti. FETÖ bağlantısı gerekçesiyle üniversiteler kapatılıyor, öğretim üyeleri KHK’larla okuldan atılıyordu. Bu aynı zamanda Barış İçin Akademisyenler süreciydi. Boğaziçi’nde çok imzacı vardı. Aday bile olmayan Mehmed Özkan’ın yüzde 86 ile birinci çıkan Gülay Barbarosoğlu’nun yerine atanması bütün Boğaziçi camiasını şok etti. Bazı hocalar, Mehmed Özkan’ı kabul ettiğimiz takdirde ödün vermiş olacağımızı, zira kolektif iradenin hiçe sayıldığını ve atamalara kapı açarsak arkasının geleceğini düşünüyorlardı. Bu konuda itirazlar dile getirildi, hatta bir toplu karşı çıkış da oldu. Fakat o korku ve endişe ikliminde, “üniversiteyi korur, içerden biri, Gülay Hoca’nın yardımcısı, üniversitenin kültürünü bilen biri” olduğu gerekçeleriyle Özkan öğretim üyelerinin çoğunluğu tarafından kabul gördü.
O günle bugün arasında nasıl farklar var?
Bugün OHAL yok, fakat OHAL kararnamelerinin yasallaşması sayesinde sürdürülen bir atama usulü var. Melih Bulu Boğaziçi’nin dışından, liyakat kıstaslarına uyup uymadığı gayet şüpheli, üniversite bileşenlerinin hiçbirine danışılmadan, hatta kapalı kapılar ardından 1 Ocak gece yarısı oldu bittiğe getirilerek atanan bir rektör. 2016’daki ödün süreci hepimize bir ders oldu. Bugün öğretim üyelerinin ezici çoğunluğu bu atamanın karşısında duruyor.
ELE GEÇİRİLEN BOĞAZİÇİ, SEMBOLİK DEĞERİ YÜKSEK BOĞAZİÇİ OLMAYACAK
20’ye yakın üniversiteye AKP’li eski milletvekili, belediye başkanı, milletvekili adayı veya partili yakını isimlerin rektör atandığı belirtiliyor. Ancak Boğaziçi Üniversitesi’ne de yapılmasının başka bir anlamı olmalı. Neden şimdi? Bunun arka planında ne var?
Karşımızda hiçbir şekilde şeffaf olmayan bir iktidar olduğu için ancak spekülatif bir şeyler söyleyebilirim. Neden şimdi ve neden Boğaziçi? Bunun en kaba nedenlerinden biri, Barış Yarkadaş’ın KRT TV’de açıkladığı gibi, rant olabilir. Boğaziçi’nin Güney Kampüsü’nün Polonezköy’e taşınacağı, Güney Kampüs’ün Külliye’yi inşa eden Rönesans Holding’e peşkeş çekileceği gibi bir takım spekülatif laflar dönüyor. Öğretim üyelerine attığı bir mesajda Bulu bunu şahsen yalanladı nitekim. Boğaziçi’ni Türkiye’nin genelinden ayırmazsak, bu atamanın 2016’dan beri üniversiteler üzerinde vesayet kurma arzusunun devamı olduğu kesin. Öte yandan Boğaziçi’nin kültürel ve sembolik bir sermayesi de var. Bu sermayeyi AKP’nin henüz geliştiremediğini başta Tayyip Erdoğan olmak birçok partili itiraf ediyor. AKP’nin eğitimli, donanımlı, dünyaya açık, dünyada saygınlığı olan, bilgi temelli söz söyleyebilen bir “elit” tabakası yok hâlâ. Boğaziçi’nin ele geçirilmesi ve devşirilmesi, o kültürel sermayeyi bir an önce, fetih sayesinde AKP’ye kazandırmak amacını taşıyor olabilir. Fakat burada da bir sorun var.
Nedir?
Ele geçirilen Boğaziçi, o sembolik değeri yüksek Boğaziçi olmayacak. Bozulacak. Bilimsel özgürlüğü, özerkliği elinden alınmış bir Boğaziçi eskisi kadar sağlıklı ve yoğun bir bilgi üretiminde bulunamayacak. Eğitim düzeyi aynı kalitede olmayacak. Hele de kadrolaşma başlarsa... Paradoksal bir durum bu, bindiği dalı kesmekle eşdeğer. Zamanlama konusundaysa; 1 Ocak’ta açıklanan zamlarla rektör atamasının aynı güne denk gelmesi, suni gündem mi yaratmaya çalışıyorlar sorusunu sordurtuyor.
ELİTİZM SÖYLEMSEL BİR STRATEJİ
Atamaya karşı yapılan protesto ve eylemler teröristler, hatta darbeciler olarak yaftalanmakla kalınmadı, elitist ve seçkinci sıfatlarıyla da değersizleştirilmeye çalışıldı. Erdoğan ve iktidar sözcüleri, “Erdoğan her yere atamalar yapıyor, neden bunlar bu kadar yaygara kopardılar, çünkü bunlar elitist ve seçkinci” propagandası yapıyorlar. Yekten soralım, Boğaziçi seçkinci ve elitist bir üniversite mi?
Elit dediğimiz tabaka, entelektüel, okumuş, birikimli, birkaç yabancı dil bilen, dünyaya açık insanlarsa o zaman Boğaziçi hakikaten de elit yetiştiren bir okul. Ama “Boğaziçi’ne sadece elitler girer” savı doğru değil, ağırlıklı olarak taşradan öğrenciler giriyor. Anadolu’nun en zeki, en yüksek puan almış öğrencileri, çoğunlukla da bursla okuyor burada. Orta sınıf ve dar gelirli öğrencilerin Boğaziçi’nden mezun olması hem kendilerini, hem de ailelerini başka bir sosyo-ekonomik konuma getiriyor. Hayır, Boğaziçi elitist bir okul değil, ama kıstasları, standartları yüksek bir okul ve entelektüel anlamda ortalama Türkiye seviyesinin üstünde öğrenci yetiştiren bir okul.
Ancak iktidar elitizmi bu manada kullanmıyor…
Elitizm söylemi dünyada da gittikçe artan otoriter popülist hareketlerin, partilerin, liderlerin çok önemli araçlarından biridir. Popülistler, halkı, milli ve yerli değerleri, dışlanmışları ve elitler tarafından göz ardı edilmiş, aşağılanmış zümreleri temsil ettiklerini iddia ederler. Boğaziçi’ne rektör atandığı anda elitizm söyleminin yeniden peyda olması, iktidarın bunu nasıl gerekçelendireceğini bilemediğini gösteriyor. Bu konuda YÖK ve İbrahim Kalın’ın uzun uzadıya açıklama vermelerinin sebebi de bu. Genelde hiç hesap vermeyen bir iktidarın bu atamayı “nasıl kabul ettirsek” gibisinden bir uğraş içinde olduğuna tanık oluyoruz. Bahane üretmenin en kolay yolu, bildik anahtar kelimeleri kamuoyuna servis etmektir. “Elitizm” de bu anahtar kelimelerden biri. Daha karmaşık açıklamaları dikkate almayacak bir kesim, bu anahtar kelimeler üzerinden rıza göstermeye çağırılıyor. Ben elitizm tartışmasına söylemsel bir strateji olarak bakıyorum. Boğaziçi’ne elitist diyenlerin kendileri aslında Türkiye’nin yeni elitleri. Yeni rant alanları oluşturma stratejileri Kuzguncuk’taki yalılarda geliştiriliyor. Para muslukları bu yeni yandaş elitin elinde. İktidara yakınlar. Ve halka hizmet eden yatırımlardan ziyade büyük sermayeye, hatta yabancı sermayeye hizmet eden yatırımlar peşindeler. Buradaki ironi, Boğaziçi’ne karşı elitizm suçlamasının yeni elit zümreler tarafından yapılıyor olması. Onlar, entelektüel ve kültürel değil ama siyasal ve ekonomik elitler. Elitizm suçlaması bunun üstünü örtmeye yarıyor açıkçası.
ÜNİVERSİTE KAPISINA KİLİT VURMAK BÜYÜK BİR SEMBOLİK ANDI
“Teröristler, darbeciler, Gezi çıkarmak isteyenler, elitler, seçkinciler…” İktidarın rektör atamasına verilen tepkileri bu denli büyük “suçlamalarla” karşılaması, halkın çoğunu ikna etmemiş görünüyor, ne dersiniz?
Bana da öyle geliyor, umarım öyledir. Bunlar da çok ezber laflar, kim eleştirse terörist, kim karşı çıksa vatan haini, darbeci vs. Bunun en çarpıcı örneğini TTB’ye yöneltilen suçlamalarda gördük. Hayat söz konusu iken, kimsenin tam olarak nasıl kontrol edeceğini bilmediği bir pandemiyle karşı karşıya iken, TTB hayat kurtaracak meselelerde hükümeti uyardı, eleştirdi diye “terörist” ilan edildi! İşi buraya kadar vardırdıktan sonra terörizm söylemi, boş gösteren haline geliyor. Giderek iş görmez hale geldiğine de tanık olacağız ileride. Zira AKP yeni bir söylem üretemiyor artık. Boğaziçi’ni savunan öğrencilerin terörist olduğu söylemi şöyle bir kayaya çarptı; üniversite kapısına polis kelepçe vurdu. Bu çok yüklü sembolik bir andı. O görüntü, kimsenin kolay sindirebileceği bir görüntü değildi. Terörizm söylemi böylece boşa çıktı. Yine de öğrenciler gözaltına alındılar, işkence gördüler, bunu da buraya eklemek gerek.
17. Yüzyılda yaşamış ve mutlak egemenlik rejimini yüceltmiş olan Fransız düşünür Gabriel Naudé, “devleti devlet yapan ansızın darbe yapabilmesidir” der. Burada darbe, devletin kamusal alana ve topluma müdahalesi anlamına geliyor. Mutlakiyetçi rejimde darbe yapan devletin kendidir. Devlet hızla ve ansızın vurur, beklenmedik bir anda, örneğin gece yarısı, halkın üzerine kolluk kuvvetlerini yollar. Naudé’ye göre, bu sayede gelebilecek olası tepkileri bertaraf eder. Bugün Türkiye’de devlet tam da böylesi bir strateji kullanıyor. Gece yarısı KHK’ları gibi, atama kararının gece açıklanması, öğrenci evlerinin sabaha karşı basılması gibi. Atamanın bu şekilde yapılmış olmasından, infial yaratacağının beklendiğini çıkarsamak mümkün. Bertaraf edebiliriz diye düşünmüş olabilirler ama öyle olmadı. Protestolar 12 gündür devam ediyor. Böyle zor zamanlarda Boğaziçi’nde öğrenciler, hocalar, personel, sendikalar birbirine kitlenir. Mehmed Özkan süreci bu anlamda olağandışı bir süreçti. Bugün Melih Bulu karşısında görüyoruz ki mezunlar bile “kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz “iradesine sahip çıkıyorlar.
Bu iradeye Türkiye’nin birçok yerinden, başka üniversitelerden öğrenciler de katıldı. Dayanışma eylemleri yaptı. Peki Boğaziçi öğrenci ve akademisyenlerinin mücadelesi nasıl ilerleyecek? Kayyum atama sadece Boğaziçi’nin başa çıkabileceği bir durum mu?
Üniversite yönetim kurulu, senatosu ve seçilmiş bölüm başkanlarının tamamı üniversitenin ilkelerinden sapmayacaklarını, atanmış değil, seçilmiş bir rektörle çalışacaklarını ilan ettiler. Bu çok önemli; kurumsal yapının Bulu’ya karşı duracağını, en azından işbirliğine girmeyeceğini gösteriyor. Diğer üniversiteler açısından da bu anın öneminin altını çizmek gerekiyor.
Bu tepki neden önemli?
Bu tepki Türkiye’deki üniversite sisteminin siyasetin değil, bilimin ışığında yönetilmesi, özgür araştırma ve eğitim alanlarının yeniden açılması açısından önemli. Bu an sadece Boğaziçi için değil, Türkiye genelinde çölleşen akademi açısından bir kırılma noktası olabilir.
Çünkü eleştirel düşünce susturulur ve siyasetin tabuları akademiye empoze edilirse, toplum alternatif bilgi kaynaklarından yoksun bırakılır. İktidar söylemini süzgeçten geçiren bilimsel bilgi yitirildiğinde yerini araştırmacı gazetecilik dahil başka hiçbir şey alamaz.
KAYYUM, YENİ OTORİTERLİK SİSTEMİNİN ARAÇLARINDAN BİRİ
Kayyum atama, HDP’li belediyelere el koymalarla başlayan, önce bununla sınırlı kalacağı sanılan fakat giderek yaygınlaşan bir uygulama haline geldi. Yakın zamanda çıkarılan, derneklere vakıflara kayyum atama, mallarına el koyma yasasını da anımsarsak, bir yönetme biçimi haline gelen kayyumlar iktidar bloğuna ne sağlıyor?
Kayyumluk, sivil toplumu ve muhalefeti sindirmenin yeni taktiği. İktidar kayyum atarken parti kapatmamış oluyor. Bir taraftan, vitrin olarak demokratiklik ve yasallık görüntüsü koruyor, öte taraftan kendi amaçlarının önünde engel olarak gördüğü her toplumsal kurum ve kesim kayyum aracılığıyla kontrol altına alıyor.
AKP, TÜRKİYE’DEKİ GELMİŞ GEÇMİŞ EN NEOLİBERAL HÜKÜMET
Tam da reform iddiasının yoğunlaştırıldığı, 2021 yılının demokraside, adalette, ekonomide reform yılı ilan edildiği günlerde, Boğaziçi’ne yapılan müdahaleler, söylemin kurulduğu günden bu yana demokrasi vaadiyle çelişen birçok olayın son örneklerinden biri oldu. Erdoğan’ın tasavvur ettiği reform nasıl bir reform?
Bu söylem daha çok AB’ye ve ABD’de seçimi kazanan Biden’e yönelikmiş gibi geliyor bana. Türkiye’nin ekonomisi öyle kötü durumda ki, sadece Çin ve Arap ülkeleriyle yetinmek mümkün olmayacak. Fakat reform deyip tam tersini yapabilmek mümkün. Hakikat ötesi (post truth) olarak adlandırdığımız bu çağda söz ile pratiklerin arası açıldı. Adalet reformunun yapılıp yapılmayacağı toplum nezdinde pek de önemli olmayabilir. Bunun sebeplerinden biri “iktidar bir şey yapıyorsa mutlaka bir bildiği vardır” ön kabulünün yaygın olması; ikincisi ise, hakikatin veya olguların değil, iktidar arzusunun birleştirici rol oynaması.
İktidar arzusu kimler için birleştirici oluyor?
2000’lerde AKP iktidara geldiğinde gerçekten de Kemalist yönetimler tarafından dışlanan kesimlerin sözcüsü olabildi. Özellikle orta ve dar gelirli sınıfları siyasetin öznesi haline getirebildi. Var olan bir özleme tercüman oldu, farklı bir gelecek tahayyülü yarattı. Ancak daha sonra giderek merkezileşen, kendine yakın durmayanı toplumsal ölüme mahkum eden bir otorite kurmaya başladı. İktidarın dümen suyuna girmek bir hayatta kalma stratejisi olageldi. Bir noktanın daha altını çizmek istiyorum: AKP Türkiye’deki gelmiş geçmiş en neoliberal hükümettir. BES ile emekliliği dahi piyasaya bağımlı kılan, evrensel bir hak olmaktan çıkartan, eğitim, sağlık ve tarım dahil olmak üzere her sektöre büyük korporasyonların hakim olmasının önünü açan, spekülatif sermayeye yeşil ışık yakan bir hükümet bu. İktidara geldiği ilk birkaç sene böyle olmasa bile artık neredeyse tümüyle rant ve kadro dağıtmak suretiyle sadakat devşiriyor. Neoliberal dönüşüm yüzünden yoksullaşan, borçlanan, güvencesizleştirilen kesimler için iktidarın dümen suyuna girmek bir kurtuluş ümidi. Yani bir taraftan özneleştirilen halk, diğer taraftan kapana kıstırıldı. Bu açıdan bakıldığında iktidarın tutarsızlığının önemsizleştiği söylenebilir.
ELE GEÇİRİLME SÖYLEMİ ENDİŞEYİ KÖRÜKLÜYOR
Dünyadaki benzer otoriter, popülist yönetimlerde üniversitelere yaklaşım nasıl?
Dünyanın birkaç yerinde ortaya çıkan, bazılarında hakim olan muhafazakar popülist söylem anti-entellektüel reflekslerin artmasına sebep oluyor. Örneğin Brezilya’da ve Macaristan’da toplumsal cinsiyet çalışmaları şeytanlaştırılıyor. Milli değerlerin, geleneklerin, dinin, aile yapısının ve varsayılan demografik özelliklerin bozulacağına dair iddialar ve komplo teorileri üretiliyor. Bu tür yeni akımlar, hayali bir işgal ya da ele geçirilme korkusunu körüklüyor. Bunun ABD’deki örneklerinden bir tanesi, Meksikalıların fazla çocuk yaparak çoğalmakta, beyazların ise azalmakta olduğu savı. Trump’un Meksika sınırına duvar örmesi bütünüyle popülist bir strateji. Fransa’da keza İslamofobinin yükselmesinin sebeplerinden biri bu. Özellikle eleştirel sosyal bilimler mercek altına alınıyor. Orban hükümeti Central European University’i Soros’un Macaristan’ı ele geçirme üssü olduğu bahanesiyle kapattı, üniversite Viyana’ya taşınmak zorunda kaldı örneğin. Üniversiteler birçok ülkede saldırı altında ne yazık ki...
Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan, Erdoğan’ın “eğitimde kültürde sanatta istediğimiz seviyeyi yakalayamadık” itirafına, köşesinde en çok yer veren İslamcı yazarlardan biri olarak, Türkiye’nin zihnen işgal altında olduğu iddiasını Boğaziçi gündemi için de köşesine taşıdı. Bu söyleminin muhafazakar-dindar kesimlerde yarattığı etki için ne söylersiniz?
Yusuf Kaplan olgusal bir önerme yapmıyor, bu sözleri duygusal bir işlev görüyor. Husumet gütmeye yarayan bir korku ve endişe siyasetinin sözcülüğünü yapıyor. Hiçbir doğruluğu olmayan bu tip önermeler çok tehlikeli, zira hitap ettiği kesimi üniversitelere karşı mobilize olmaya çağırıyor. Batı merkezli sosyal bilim anlayışı her ne kadar eleştirilebilir olsa da, “işgal” imgesiyle birleştirildiğinde, maksadın esaslı bir tartışmaya vesile olmaktan çok yargısız infaz yapmak olduğu apaçık belli. Türkiye’de üniversitelerin bu kadar vasıfsızlaştırılması da bu çerçevede incelenebilir. Bu tür önermeler ufuk açıcı olmak şöyle dursun, sınır çizen, yasak koyan önermelerdir. Bilimi emir-komuta zincirine tabi tutma arzusunun ürünüdür.
ÜNİVERSİTELER FUHUŞ YUVASIYSA NEDEN HER YERE ÜNİVERSİTE AÇILIYOR?
“Akademisyen” Ebubekir Sofuoğlu’nun “Üniversiteler fuhuş yuvası” söylemi gibi benzer söylemlerin daha sık duyuluyor olması, üniversitelerin vasıfsızlaştırılması, bilimselliğin dışlanıp dinselleştirilmesi müdahalelerinin önünün çoktan açıldığını mı gösteriyor?
Bu müdahalelerin önü açıldı, fakat dindarlaşma eğilimini bir yandan ciddiye alırken, bir yandan da dinin bir kılıf olduğunu düşünüyorum. Bu tür söylemlerin içeriğinden çok, yarattıkları etkiye bakmamız gerekir. Bir zehir akıtılıyor, kamuoyu nezdinde algılar bulandırılıyor. İçeriğin doğruluğu veya yanlışlığı bir süre sonra önemli olmaktan çıkıyor. Fuhuş Türkiye’deki toplumsal algı açısından anahtar kelimelerden biri. Çok ağır bir sembolik anlamı var. Üniversitelerle eşleştirildiği zaman, okumak, eğitim almak, yüksek okulda veya Batı standartlarında bilgi birikimine sahip olmak ahlaki çürüme olarak kodlanıyor. Yusuf Kaplan’ınki de bir kodlama çabası. Eleştirelliğin, tabusuz bilimin dışlanması, bunun yerini araçsallaştırılmış bir bilgi üretiminin alması hedefleniyor.
Buradaki ironiye değinmeden geçemeyeceğim: AKP popülist kaygıyla her ilde bir üniversite açarken, kadroları “üniversiteler fuhuş yuvasıdır” diyebilen akademisyenlerle dolduruyor!