Doç. Dr. Yücel Demirer: Yüzünü faşizme dönmüş rejimler dönemindeyiz
Pandeminin ve katmerlenmiş ekonomik kriz ortamının alt üst ettiği koşullarda, birbirinden farklı, bazen de çelişki halindeki manevraların ortamı test etme niyeti taşıdığını düşünüyorum.
Fotoğraf: Erdost Yıldırım
Serpil İLGÜN
Vadettiği tüm iddiaların çöktüğü, istikrarsızlığın ve zorun her alanda olağanlaştığı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen tek adam yönetimi, iki buçuk yılı geride bıraktı. “İttifaklar, koalisyonlar dönemi bitecek” denilen sistem, tam tersine ittifakları zorunlu kıldı.
Bu süreçte ‘Cumhur İttifakı’ adıyla kurulan AKP-MHP ittifakına ilişkin, resmileştiği günden bu yana, “İttifak çatırdıyor mu?” sorusu gündemden düşmedi. Aynı soru, yanına eklenen “Bahçeli ittifaktan çekilmenin yollarını mı arıyor?”, “AKP-MHP hesaplaşıyor mu?” gibi sorularla birlikte, gerçekte ne olup bittiğine odaklanmayı engelleyen bir gündem olarak yeniden önümüzde. Geçtiğimiz günlerde ülkücü, milliyetçi kökenli gazetecilere ve Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ’a yapılan saldırılar ve bunlara ittifak cephesinden verilen reaksiyonlar da bu gündeme eşlik ediyor. Nitekim MHP cephesi soruşturmayı yürüten savcıya kadar tehditlerini sürdürürken, AKP cephesi sessizliğini koruyor.
Saldırıların arka planında ne var? Erdoğan’ın ittifakını güçlendirme girişimleri sadece aritmetik kaygılardan mı ibaret? HDP’nin kapatılıp kapatılmaması Erdoğan ve Bahçeli arasında gerçekten bir ihtilaf konusu mu? “Erdoğan kandırılıyor” söylemi neden gündeme getiriliyor? Muhalefet nasıl gerçek bir güç odağı haline gelebilir?
Siyaset Bilimci ve Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA) kurucularından Doç. Dr. Yücel Demirer yanıtladı.
‘Ne oluyor, yeni stratejiler mi geliştiriliyor?’ sorularını doğuran Erdoğan ve Bahçeli’nin art arda yaptıkları görüşmelerle başlayalım. Erken seçimden görüş ayrılıklarını gidermeye, çoğu spekülatif yorumlarla değerlendirilen bu bir araya gelmeler hangi ihtiyaçtan kaynaklanmış olabilir?
Türkiye’de siyasal gündemin tartışılmasında tekrarlar ve yüzeysellik var. Bir konu tartışılmaya başlandığında yorumlar hemen hemen aynı izlekler üzerinden devam ediyor. Özellikle de Erdoğan ve Bahçeli ilişkisi ve onların geride kalan bir hafta on gün içinde yaptıkları görüşmeleri bir matematiksel aritmetik üzerinden değerlendiren yaklaşım çok iltifat gördü. Ancak siyasal ittifaklar karmaşık ve çok boyutlu bir konu. Siyaset bilimi literatürü özellikle ittifaklar meselesinde sadece sayısal dengelere yoğunlaşmamamızı öneren pek çok ayrıntıyla dolu. Örneğin İngiliz siyaset bilimci Jonathan White siyasal ittifakı, “Birliklerin birliği” olarak tanımlıyor. Bir arada durması başlı başına marifet olan bir grubun, bir siyasi partinin, bir başka siyasi partiyle ya da partilerle yan yana durmaklığı gibi bir hassas durum var ittifak olma halinde. Türkiye’nin hızla değişen güncelliği içinde, bir birliğin daha büyük bir birlik içinde faaliyet göstermesi, gereğinden çok basite indirgeniyor sıklıkla. Oysa White’ın hatırlatması bizi ittifakın hedefine yoğunlaşıp dışsal dinamikleri üzerinden okumamız gerektiği kadar içsel dinamiklerini de es geçmememiz konusunda uyarıyor. Bu doğrultuda ittifak liderlerinin manevralarını ittifakın dinamikleri üzerinden okumamız gerektiği kadar, ittifakın aklını temsil eden liderlerin attığı adımları bir de kendi parti üyelerinin, kadrolarının aynasında yansıyan haliyle düşünmekte fayda var. Elbette son hafta sıkça yapılan temaslarda havuzun eksilen suyunu tamamlama kaygısı var, ama tek mesele bu değil.
Erdoğan’ın Hüda Par’dan DSP’ye, SP YİK Üyesi Oğuzhan Asıltürk’den DP’ye yaptığı ve devam edeceği söylenen temasları kastediyorsunuz. Ve bu salt yüzde 50+1’i garantileme çabası değil?
Evet. Bu görüşmelerin pek çok yorumcu tarafından söylendiği gibi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen siyasal deneyimin ömrünü uzatmak üzere, seçim aritmetiğine yönelik minicik yüzdeleri bir araya getirme çabasının bir parçası olduğu kesin. Ama bunun yanında, özellikle bu ittifak bileşenlerinin kamuoyuna yönelik bir boyutu da var.
Nedir o boyutlar?
Şöyle; siyasi parti nedir? Ülkeyi yönetmeye talip bir kadronun, ülkenin meselelerine çözüm getirmek üzere bir ideolojik-politik hat üzerinde inşa ettiği organize bir duruş. Siz bir siyasi parti kurarken, ufuk çizgisine işaret edip ülkeyi o noktaya en iyi biçimde partinizin götüreceğini iddia ediyorsunuz. Parti kurmak otomatik olarak bir iddia içeriyor. Hal böyleyken, partinizden başka bir parti olarak örgütlenmeyi seçmiş bir çizgi ile yan yana durmayı seçtiğinizde partinin varlığıyla çelişen ve hatta iddianızı zayıflatan bir adım atmış oluyorsunuz. İttifak yapan parti ılımlı, yapıcı, ülkenin içinden geçen döneme uygun davranan ve bunun için fedakarlıktan kaçınmayan bir imajı hak etse de ittifaktan önce kurulmuş ve muhtemelen ittifaktan sonra da varlığını sürdürecek olan parti teşkilatına dönüp yapıştırıcı-birleştirici bir söylem üretmeniz gerekiyor. Hatırlayalım, şu anda Cumhur İttifakı bir koalisyon değil. Bakanlıkların partiler arasında paylaşıldığı, yetki ve sorumluluğun şeffaf bir biçimde dağıtıldığı bir durum yok. Detaylarını ittifakın kurmayları dışındakilerin bilmediği bir ilişkilenme, bir otorite paylaşımı hali var. Bu yüzden Bahçeli-Erdoğan görüşmelerine yansıyan matematiksel arayış yanında, bu görüşmelerin parti olarak iç birliği sağlama ve ittifakın zorunluluğunun altını çizme kapasitesini akılda tutmamız lazım.
İç birliği sağlama arayışı, hegemonya kurmak olarak tanımlanabilir mi?
Aslında önce netleştirmemiz gerekiyor; Türkiye uzunca bir süredir burjuva demokrasisi sınırlarında tanımlanabilecek siyasal ortam olmaktan çıktı. Siyasette norm dışı aktörler çok etkili. Siyasal ortama şekil veren anlaşmaların içeriği bilinmiyor. Dolayısıyla, bu sisli siyaset ortamında, evet, sadece oy toplamanın ötesinde bir hegemonik mücadele de sürdürülüyor. Bildiğiniz gibi hegemonya kurmanın karmaşık dinamikleri mevcut. Hegemonik mücadelede siyasal psikolojik faktörler çok önemli. Dışardan, partinin dışından kişilerin anlam veremediği adımlar, parti üyesine mesajlar içerebilir. Siz “Bu partinin binde şu kadar oyu var, neden ziyaret ediyorlar” diye şaşırdığınız anda, orada bir blok oluşturmak, seçimlerin matematiğine değil de kitlelerin psikolojisine yönelik yaklaşımı kaçırabilirsiniz. Örneğin geçtiğimiz günlerde yapılan ziyaretlerin bir kısmında temel kaygının sandık aritmetiği değil bir Türk-Suni blok için sınır çizgisi işaret etmek olduğunu düşünüyorum.
‘Norm dışı aktörler çok etkili’ dediniz, kim bu aktörler?
Siyasal ortamda varlığı üzerine anlaşılan, işlevleri yazılı kaynaklarla veya geleneklerle temellendirilmiş aktörler mevcuttur. Yeraltı dünyası figürlerinin ana muhalefet partisini tehdit edebildiği, kamu bankası reklamının seçim döneminde yayınlanan parti reklamını andırdığı, spor federasyonu başkan atamasının siyasal karar yerine geçtiği ve garipsenmediği, TV spikerinin patronuna açılan telefonla işten atıldığı, yargının yürütme ile eşi görülmemiş bir biçimde iç içe geçtiği bir ortamdan bahsediyorum. Bir de bu manzaranın sadece coğrafi merkez ile sınırlı olmadığını hatırlatmak istiyorum. Bu yönetsel yapının, il düzeyinde, mahalle düzeyinde, kamu kurumu düzeyinde izdüşümleri var. Yerel, bölgesel, kurumsal şefler ve yerel bölgesel güç ilişkileri içinde de etkili norm dışı aktörler.
AŞIRI KUTUPLAŞMIŞ, HUKUK YOKSUNU ZEMİN SALDIRILARA KAPI AÇIYOR
Türkiye siyaset gündeminde bir de saldırılar konusu var. 24 saat içinde milliyetçi-ülkücü aidiyetleri olan iki gazeteci ve Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı’nın saldırıya uğraması ve zamanlaması için ne söylersiniz?
Bunlar siyasal şiddetin tipik örnekleri. Türkiye siyasetinin temel dinamikleri hatırda tutularak, bunların tesadüf olmadığını, bunların aynı odağın ürünü olduğu söylemek mümkün. Bu saldırıları, az önce ittifaklar meselesinde bahsettiğim yol arayışının sistem dışına taşan bir boyutu olarak neden görmeyelim? Çünkü basında kanaat önderleri ve politik temsiliyet özellikleri olanların demeçlerinden gördüğümüz gibi seçimin zamanlaması, seçim çevrelerinin yeniden düzenlenmesi konuları gibi, seçim zeminini hazırlayacak temel dinamiklerin pek çok odağı rahatsız edecek özellikler içerdiğini biliyoruz. Bu bağlamda da içinden geçtiğimiz dönemde bu şiddet meselesini de siyasal istikrarsızlığın getirdiği bir zemin yoklama, had bildirme faaliyeti olarak düşünülebiliriz.
Zaten saldırıya uğrayanları sindirmekten öte, bunların yapılabildiği bir zeminin olması önemli, ne dersiniz? Saldırılara karşı iktidar bloğundan sergilenen reaksiyon, bu zeminin devam edeceğini mi gösteriyor? Zira tehditler genişletilerek devam ediyor ve tabii saldırıların ‘hareketin talimat dinlemeyen delilerinden geldiği’ söyleniyor.
Ben mekanizmaya bakalım diyorum ve bir örnek vermek isterim: 2005-2013 yılları arasında Norveç’te bir kırmızı-yeşil ittifakı iktidardaydı. Bu ittifak Merkez Parti, Sosyalist Sol Parti ve İşçi Partisi’ydi. Bunlar merkezin solunda çevreci özellikleri öne çıkan partilerdi. Geriye dönüp baktığımızda, bu koalisyonu meydana getiren partilerin koalisyonun başladığı noktaya göre daha sağcılaştığını gördük. İttifaklar partileri dönüştürür, kaydırır ve bizdeki partiler de bundan muaf değil. Türkiye’nin ittifaklar döneminde, bir dönem aynı siyasal şemsiyeler altında mücadele etmiş kişiler bugün farklı ittifaklar içinde birbirilerine rakip olmuş durumdalar ve bu durumun ürettiği grizu aşırı kutuplaşmış, hukuk yoksunu bir zeminde bu gibi saldırılara kapı açıyor diye düşünüyorum. Tam da sizin vurguladığınız gibi, sorun bunların yapılabilmesinde ve eleştirinin siyasal yelpazenin bir kesimiyle sınırlı kalması bence mesajın kendisi.
ORTAM TEST EDİLİYOR
MHP Lideri Bahçeli, Erdoğan’ın temaslarına tam destek sunduğunu açıkladı ve Seçim Kanununun değiştirilmesi dahil olmak üzere bazı değişikliklerin hızlandırılmasını talep etti. Erdoğan-Bahçeli görüşmelerinin ve Erdoğan’ın ittifak yoklamalarının erken seçime hazırlık olduğu ve aralarında kimi anlaşmazlıkların onarıldığı kanaatlerine yaklaşımınız ne?
Öncelikle Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki siyasetin olağan bir çerçeve içinde seyretmediğini bilmemizin yol açıcı olacağını düşünüyorum. Bu bağlamda bahsettiğiniz fotoğraf kareleri, dar bölge seçim sisteminden MHP’nin rahatsızlığını mı yoksa başarıyla yürüyen bir ittifakı mı, yoksa yaklaşan bir seçimin ön hazırlığını mı bize gösterir bilemiyorum. Bunların hiçbiri ya da hepsi olabilir. Açıkçası bahsi geçen siyasi partilerin genel merkez binalarında dahi bu sorulara net bir yanıt verilemeyeceğini hissediyorum. Özellikle pandeminin alt üst ettiği koşullarda ve bununla katmerlenmiş ekonomik kriz ortamında ben bu birbirinden farklı, bazen de çelişki halindeki manevraların ortamı test etme niyeti taşıdığını düşünüyorum. Bu veriden mutlak çözümlemeler çıkarmak bana mantıklı gelmiyor. “Peki bütün bu gördüklerimiz bize ne söylüyor” derseniz, bunu kitle desteği azalmakta olan bir ittifakın çıkış arayışı olarak yorumlamak mümkün.
TÜRKİYE’DEKİ DURUMUN NEREYE EVRİLECEĞİNİ ANCAK TAHMİN EDEBİLİRİZ
Yaşananlardan, 2021’in reform yılı olacağı iddialarının tersine otoriter popülist rejimin faşizme gidişini hızlandıran uygulamalarla karşılaşacağımız çıkarımı yapılabilinir mi?
Bence yapılabilir. Son yıllarda sadece Türkiye’de değil, dünyanın pek çok yerinde etkisi artan siyasal eğilimlere ne diyeceğimiz sorusu bizi meşgul ediyor. Çoğumuzun aklında olup bitene “Faşizm” deyip diyemeyeceğimiz sorusu dolaşıyor. Bildiğiniz gibi özellikle 2. Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde dünya düzenindeki iyimser dalganın geri çekilmesi, bunun devamında neo-liberal kurtuluş ideallerinin sönümlenmesi sonrasında, merkez sol ya da kendisini merkeze yakın tutarak kitlelerin tepkisine cevap vereceğini düşünerek program oluşturan sol hareketler dünya düzleminde etkisini kaybetti. Bunların ardından dünyanın dört bir yanında bildik tanımlara sığmayan rejimler ortaya çıktı. Bunları “rekabetçi otoriterlik,” “yarı otoriterlik,” “hibrid rejimler” ve benzeri kavramlarla tanımlayanlar oldu. Kavram karmaşasının nedeni bu rejimlerin yeni olmalarından ve hızla değişebilme yeteneklerinden kaynaklanıyor. Ben kendimce bunlara “yüzünü faşizme dönmüş rejimler” diyerek üzerlerine düşünmeyi sürdürüyorum. Çünkü bunların bir bölümünün nereye doğru evrileceğini henüz bilmiyoruz. Örneğin Macaristan’da Orban’ın bir sonraki seçimlerde karşısındaki bütün muhalefetin tek bir aday etrafında hem merkezi, hem yerel düzeyde birleşmesinden sonra önümüzdeki seçimlerde ne yapacağını bilmiyoruz. Türkiye’deki durumun nereye evrileceği üzerine de elde ancak tahminlerimiz var. Son tahlilde yüzünü faşizme dönmüş rejimler çerçevesinin Türkiye için de geçerli olduğunu düşünüyorum ve bizim payımıza düşen de bu.
Payımıza neler düşüyor?
Etkisiz bir meclis. Müdahaleye açık seçimler ve seçim bölgesi tayinleri. Şeffaflığın eksikliği ve hatta yokluğu. Yürütmenin yasama ve yargı üzerindeki mutlak egemenliği. Sürekli bir korku ikliminin egemenliği. Olağanüstülüğün olağanlaşması.
‘ERDOĞAN KANDIRILIYOR’ SÖYLEMİ, BİR TEMENNİ
Genel Başkan Yardımcısı saldırıya uğrayan Gelecek Parti Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, ilginç bir açıklama yaparak “Erdoğan tasfiye edilecek ve otoriter bir rejim kurulacak, Gelecek Partisi bunun için engellenmeye çalışılıyor; Erdoğan’ın etrafı kuşatılacak, Türkiye’de bir dikta rejimi kurulacak, o zaman Erdoğan’ın yanında biz olacağız” dedi. Erdoğan’ı kim ve neden tasfiye edecek?
Bu önerme sadece beni değil, pek çok insanı gülümsetmiştir diye düşünüyorum. Çünkü burada birbirinin etkisini çoğaltan ikili bir durum var. Bir, bu önerme ile Davutoğlu Erdoğan’ın siyasi yeteneklerini küçümsüyor, iki, kendi siyasi imkan ve kapasitesini olduğundan fazla gösteriyor. Ben bu sözleri Gelecek Partisi gibi bundan iki, üç yıl sonra varlığı devam edip etmeyeceği konusunda emin olmadığımız bir siyasal varlığın kendisini siyasi arenaya yerleştirme çabası ile ilişkilendiriyorum.
Demirtaş’ın avukatlarından Cahit Kırkazak da Kobane iddianamesi üzerinden, “Erdoğan ve AKP’ye tuzak kuruluyor” yorumunu yaptı. Bu söylemin sıklıkla önümüze konulmasının arka planında ne var?
Türkiye siyaseti bu türden bir dile alışık. Bu dil bizim topraklarımızda çok sık kullanılır. Bunun arkasında yine bir dolaylı uyarı, ya da bir temenni görmemek mümkün değil. Gerek Demirtaş’ın avukatının sözlerinde, gerekse Davutoğlu’nun uyarısında bir iyimserlik mevcut. Kullanılan bu dil kullanışlı geliyor olabilir ama son tahlilde bunların bana çok tutarlı ve mantıklı gelmediğini söylemeliyim.
BİR ÇATIŞMA VARSA, HDP SONRASI PROJEKSİYON ÜZERİNEDİR
Bahçeli’nin HDP’nin kapatılması talebi ve bunun AKP ile MHP arasında görüş ayrılığına neden olduğu konusu tartışılmaya devam ediliyor. Size göre bu mesele bir çatlağa işaret ediyor mu? Zira kimilerine göre de bu bir algı operasyonu.
HDP’nin kapatılması meselesinde ittifakın iki bileşeni arasında itilaf görmek bence AKP’nin Türkiye’de yaşayan Kürtler indindeki imajından haberdar olmamak anlamına geliyor. Bugün MHP’nin bölgedeki yeri ve gücü hakkında bir fikrimiz var. Bana sorarsanız AKP’nin bugün geldiği yer de MHP’nin düzeyine çok yakın ve sanki durum böyle değilmiş gibi yapılan bir tartışma bana boş görünüyor. Söz açılmışken, HDP’nin içinde bulunduğu çok özel durumun da altı çizilmeli. Dünya düzleminde pek az örneğine rastlanabilecek bir siyasi kırım gündemde. Hepimiz görmekteyiz; HDP varlığını sürdürüyor ama üzerindeki baskı çok ağır. Kamuoyuna HDP’nin kapatılması üzerinden çatışma olduğu izlenimi verilse de, bence eğer bir çatışma varsa iki parti arasında, HDP sonrası, ya da HDP’nin olmadığı bir siyasi arenanın düzenlenmesine yönelik projeksiyonlardadır bu.
CHP’NİN BAŞINI ÇEKTİĞİ MUHALEFET, İŞÇİ VE EMEKÇİLER İÇİN ÇÖZÜM ÜRETMİYOR
KONDA’nın aralık ayı kamuoyu yoklamasına katılanların yüzde 39.8’i AKP’ye oy vereceğini söylemiş. CHP yüzde 22.2, HDP 10.07 ve İyi Parti 10.5 oranında çıkmış, MHP ise 9.8’le seçim barajı altında kalıyor. Evet AKP, yüzde 45’lerden bu orana düşmüş oluyor, ancak sermayenin çıkarlarını gözettiği, işsizliğin ve yoksullaşmanın elle tutulur hale geldiği koşullarda yine de 39.8’lik destek nasıl açıklanmalı?
Bu bana çelişki gibi görünmüyor. Niyetler dünyası ile gerçeklik düzlemi bambaşka. Somut dünya, gündelik alışkanlıklarımızı etkileyen, onları belirleyen davranışlarımız ve alternatifler üzerinden şekilleniyor. Bu sayılar bize suçlanması ya da eleştirilmesi gerekenin seçmeni değil, bir alternatif üretimi konusunda kısır kalan siyasal muhalefeti işaret etmeli. Yüzde 39 eğilimini ifade eden kitleleri suçlamak yerine bir alternatif siyasal duruş üretme eksikliğine daha çok odaklanmak gerekiyor. Ek olarak, bugün sahiden siyasal irade ifade etmenin bedelinin gözaltı ve tutuklanma olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bu koşullar altında kitlelerin kararlarını anlamak bana zor gelmiyor. Bahsettiğiniz durumu, canı burnunda bir hayat süren Türkiye halklarının eksikliğinden çok, bunun çözümüne yol açacak bir siyasal iradenin olmamasına bağlıyorum.
Nitekim, AKP düşüş yaşarken muhalefet yukarı çıkamıyor. Söylemini ‘Erdoğan gidecek’ üzerinden kuran meclis içi muhalefetin, özellikle CHP’nin handikapı ne?
Siyasi karşılaştırma dikkatle yapılması gereken bir işlemdir. Sorunuz aklıma İngiltere’deki son seçimleri, İşçi Partisi’nin yükselişi ve düşüşünü getirdi. Yüzünü kendi sağına dönen sol ya da sosyalist partilerin karşı karşıya kaldığı durumlar aklıma geldi. Ben çözümün kendi sağına, kendi ilkelerinden ödün vererek kurulan ve bağlaşıklıklar yerine kendi doğrularını haykıran, savunan bir siyasal çizgi üretmekten geçtiğini düşünüyorum. Sadece bu hafta, çok sınırlı gazeteye yansıyabilen işçi yürüyüşleri yaşandı. Bildiğiniz gibi pandemi nedeniyle güya işçi çıkarılmasının yasaklandığı koşullarda Kod 29’u gerekçe yaparak işsiz bırakılan işçi ve emekçiler, Türkiye’nin doğusunda batısında kuzeyinde başı açık, örtülü; inançlı, inançsız işçilerin yan yana haykırdıkları sloganlar ve onları bir araya getiren hak arayışları bence bakılması gereken yön. Evet, içinden geçtiğimiz kriz ortamında CHP ya da daha kitlesel, daha geniş bir kaide üzerinde yükselmeyi hesaplayan projeler daha çok iltifat görüyor ama buralardan kitleler ve işçi sınıfı için bir çözümün gelmeyeceğini düşünüyorum. Çözüm yine sınıf bilinci ekseninde, insanları kimlik, dinsel inanç, çıkar birliği değil sınıfsal aidiyet çerçevesinde tanımlayan, bilinci de bu çerçeve üzerinden ören bir yaklaşımın cesaretinden geçecek. Bugün bu hattı izleyen siyasi duruşlar çok kitlesel olmayabilir ama bu bizim doğruları söylememize engel olmamalı.