28 Ocak 2021 04:20

Utanç ne yana düşer usta...

İşte bu yolculuktaki her başarısızlık yüzümüzde bir kızarıklık bırakarak bizleri utandırır. Aslında utancımız cinsel organlarımıza değil yüzümüze nakşedilmiştir.

Michalengo'nun İlk günah ve Cennetten Kovuluş tablosu I Fotoğraf: Vikipedi 

Halis Ulaş
Halis Ulaş

Ülkemizde ve dünyada yaşanan ya da yaşanamayanlara baktıkça aklıma Ingmar Bergman geliyor.  İsveçli ustaya “Gidişat kötü, dünya nasıl kurtulacak?” diye sormuşlar.

“Utanç” demiş Bergman, “Dünyayı bir tek utanç kurtarabilir” …      

Evet ben de katılıyorum ustaya. Her ne kadar farklı kültürlerin, farklı zaman dilimlerinin özneleri de olsak belki de ilk ortak duygumuz olan utancın ardıllarıyız.

Türk Dil Kurumu “utanmak” sözcüğünü; “Onursuz sayılacak veya gülünç olacak bir duruma düşmekten üzüntü duymak, mahcup olmak” şeklinde tanımlıyor. Utanç sözcüğünün Oğuz Türkçesindeki “uvut” sözcüğünden köken aldığı bilinmektedir. “Uvut” sözcüğü aynı zamanda “edep yeri” anlamına da gelmektedir. Utanç sözcüğünün farklı dillerdeki izini sürdüğümüzde kavramsal benzerlikler olduğunu görürüz.

Örneğin Yunanca uzmanlarının çoğunun “utanç” sözcüğünün aslında “cinsel organ” anlamına geldiğini iddia ettiğini öğreniriz. “Utanç” sözcüğünün Hint-Avrupa dil ailesindeki kökenine baktığımızda “skem” kelimesinden köken aldığını ve “örtü” anlamına geldiğini fark ederiz. Sözcüğün Arapça karşılığı olan “hicap” kelimesinin de bir diğer anlamı “örtü, perde” anlamına gelmektedir.

Peki utanma ile edep yeri, edep yeri ile örtünme arasındaki ilişki nedir diye düşündüğümüzde; çağrışımlarımız bizi Âdem ile Havva’ya kadar götürür.

Tevrat’ın Yaratılış Bölümünde “Âdem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı” der. Ancak yasak meyveyi yedikten sonra hem Adem’in hem de Havva’nın gözlerinin açıldığı, çıplak olduklarını anladıkları ve incir yapraklarından kendilerine önlük yaptıkları anlatılır. Hatta Tanrı’nın sesini duyduklarında utandıkları için kaçarak ağaçların arasına gizlenirler.

Âdem ile Havva’nın Kuran’daki anlatısına baktığımızda; Taha Suresinin 118-119. ayetlerinde Tanrı’nın Adem’e “Sana burada acıkmak da çıplak kalmak da yok. Yine burada susuzluk çekmezsin ve sıcaktan bunalmazsın” dediğini görürüz. Ancak sonraki ayetlerde, Âdem ve Havva yasak meyveyi yedikten sonra mahrem yerlerinin kendilerine göründüğü ve üstlerini cennet yaprağı ile örtmeye çalıştıkları anlatılır.

Hem Tevrat’ta hem de Kuran’da Âdem ve Havva yasak meyveyi yedikten sonra cennetten kovulurlar. Meyvesinin yenmesi yasaklanan ağaç Tevrat’ta “İyi ile kötüyü bilme ağacı” olarak adlandırılırken Kuran’da “sonsuzluk ağacı” olarak belirtilmektedir.   

Tevrat’ta ve Kuran’da yasak meyveyi yemeden önce de çıplak olan Âdem ile Havva yasak meyveyi yedikten sonra neyin bilgisine ulaşmıştır ki sonsuza kadar çıplaklıklarından utanmak ve mahrem yerlerini kapatmak zorunda kalmıştır? Utanılan şey sadece çıplaklıkları mıdır?

Bence “Hayır.” Yasak meyveyi yemeden önce hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Âdem ve Havva yasak meyveyi yedikten sonra tam olmadıklarının yani eksik olduklarının bilgisine ulaşırlar ve utanırlar. Böylece sonsuza kadar eksikliklerini tamamlamaya çalışarak kaybettikleri cennete yeniden kavuşabilmek, yani yeniden “eksiksiz” olabilmek çabalamaya mahkum olurlar.

Eksiklik bizleri yeniden tam olabilmek yanılsaması ile arzulayan birer özne olarak konumlar. Böylece her birimiz kaybettiğimiz cennete yeniden ulaşabilmek için çabalar dururuz. Ancak bu yol zorlu bir yoldur. Eksik “ben”den “tam” olan “ben”e giden ve asla bütünüyle tamamlanamayacak bir yoldur. İşte bu yolculuktaki her başarısızlık yüzümüzde bir kızarıklık bırakarak bizleri utandırır.

Aslında utancımız cinsel organlarımıza değil yüzümüze nakşedilmiştir. Yani ötekinin bakışına en çok maruz kalan yerimize... Türkçede “yüz dökmek”, “yüze vurmak”, “yüz kızartıcı”, “yüzü kalmamak”, “yüzü yere gelmek”, “yüzü olmamak” gibi utanmayla ilişkili olan deyimler düşünüldüğünde yüz ile utanç arasındaki ilişkiyi görmemek mümkün değildir. Benzer şekilde “yüzü davul derisi gibi”, “yüzü kasap süngeriyle silinmiş”, “yüzü cıncıkla sıyrılmış”, “yüzüne tükürseler yağmur yağıyor sanır”, “yüzsüz” gibi utanmazlıkla ilişkili deyimlerde de karşımıza yine “yüz” çıkar.

Utancımızı gizleyebilmek, diğer bir deyişle yüzümüzü saklayabilmek için yer yarılsa da içine girsem deriz, yani bir şekilde görünmez olmak, gizlenmek isteriz. Aslında ötekinin bakışından kaçarak eksiğimizi örtmek isteriz. Belki de bu nedenle atalarımız utanması olmayanlar için “perdesi yırtık” demiştir.

Utanç ile ilişkili okuma yaparken, Bilal Ersoy’un “utanç: bir garip bumerang” adlı yazısına rastladım. Bu yazıda Ersoy utanç duygusunu bumerang metaforuyla anlatmaya çalışır. Olmak istediğimiz ben olamayınca utandığımızı belirtir ve utanç duygusunu olduğumuz “ben”den, ben idealine yani olmak istediğimiz “ben”e atılan garip (tuhaf ve dokunaklı) bir bumerang gibi tanımlar. “Adabıyla atılırsa geri döner, aradaki mesafeyi anlamamızı ve kabullenmemizi sağlar. Adabı öğrenilmemişse geri dönmez, hatta ar damarını da çatlatabilir” diyerek yazısını tamamlar.  

Bilal Ersoy’un fırlattığı bumerang Fernando Pesoa’nın sandığında demlenmiş olan “Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum” cümlesine değerek yeniden zihnime döndü.

“Utanç ne yana düşer usta…” diye başlamıştım yazıma. İşte utanç tam da Pesoa’nın sandığında onlarca yıl örtülü kalmış olan cümlesinde tanımladığı boşluğa düşer. İyi ki de düşer. 

Meraklısı için not: Bilal Ersoy’un “utanç: bir garip bumerang”  adlı yazısına buradan ulaşabilirsiniz. 

Reklam
YAZARIN DİĞER YAZILARI