Türkiye-Yunanistan ilişkileri: Barış ve çözüm değil rant diplomasisi
Türkiye-Yunanistan görüşmelerinin 61. turu tamamlandı. Seyit Aldoğan, görüşmelerin barışçıl bir çözüm ile kaynakların adil bölüşümünü değil dışa bağımlı bir rant paylaşımı için olduğunu yazdı.
Fotoğraf: DHA
Seyit ALDOĞAN
Atina
Türkiye–Yunanistan ilişkilerinde 2020 yılı, gerginliklerin tehlikeli boyutlara ulaştığı bir yıl oldu ve münhasır ekonomik bölge, 12 mil, adaların silahlandırılması ve kıta sahanlığı gibi sorunlar gündemden düşmedi. Karşılıklı Navteks ilanları, askeri tatbikatlar, yoğunlaşan diplomasi, açık tehditler vb. savaş koptu kopacak korkusuna yol açtı. Erdoğan yönetiminin “Türkiye’nin uluslararası deniz hukukundan kaynaklanan haklarının ne pahasına olursa olsun savunulacağı” açıklamasına karşı Yunanistan, her platformda Türkiye’nin ”korsanca” adımlarla Yunanistan’ın kıta sahanlığını ihlal ederek “egemenlik” hakkını tehdit ettiğini, dolayısıyla Türkiye’nin arama çalışmalarını durdurarak savaş gemilerini bölgeden çekmesinin dışında başka bir çözüme yanaşmayacağını dile getirdi. Diğer yandan emperyalist çıkarlar doğrultusunda yapılan müdahalelerin giderek artması, sorunu daha da karmaşıklaştırdı.
Erdoğan yönetiminin izlediği dış politikaların ülke içinde ve dışında çıkmazları artırmaktan başka bir yarar sağlamadığı da gelinen noktada daha anlaşılır oldu. Doğu Akdeniz bu konuda verilecek örneklerden biri. Daha düne kadar mehter marşları, savaş gemileri ve savaş naraları ile Akdeniz’e yolcu edilen ve sorunu “gerekirse sahada çözeriz” platformuna çeken hükümet, şimdilerde AB kapılarında gezerek “diplomatik çözüm”den yana olduğu mesajları vermeye çalışıyor. Ancak diplomatik trafikten beklenen sonuç alınacağı yönünde şimdilik bir belirti yok.
ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERİN AMACI
Öncelikle her iki ülke yönetimlerinin deniz hakları ve hukuku kavramlarından çıkardıkları sonuç, tek taraflı çıkarlarını karşı tarafa dikte etmektir. Emperyalist kapitalist sistem içinde yapılan uluslararası anlaşmalar ve sözleşmeler yayılmacılığa ve halklara karşı yapılan saldırılara meşruluk kazandırmaya veya bu amaç etrafında bir uzlaşma yaratmaya yönelik olarak gündeme getirilmiş anlaşmalardır. Uluslararası anlaşma ve sözleşmelerin anlaşmaya taraf olanlar tarafından farklı yorumlanmasının nedeni, çıkarların ayrışması, tatmin edici payın alınamaması ya da şartların değişmesi dolayısıyla gündeme gelen talep farklılığıdır. Bu makalenin konusu açısından baktığımızda her iki ülke arasındaki sorunların yeni olmadığı ve kıta sahanlığı, deniz hakları vb. konularda anlaşmazlıkların öteden beri var olduğu biliniyor. Ancak bugünkü süreç dünden farklı. Bölgenin emperyalist pazar paylaşım kavgasında ve yayılmacılık politikalarındaki stratejik önemi artmış, doğal zenginliklerin işlenmesi gündeme gelmiş, enerji hatları projeleri emperyalist ve kapitalist rekabeti sertleştirmiş durumda.
KITA SAHANLIĞI NEYİ İFADE EDİYOR?
Uluslararası Adalet Divanı, 1969 yılında kıta sahanlığı kavramı için “Kıyı devleti ülkesinin açık deniz altındaki egemenliğini ifade eder” dedi. Kısacası kıta sahanlığı kavramı bir ülkenin hava, deniz ve deniz dibindeki sınırını ve egemenlik haklarını ifade etmek üzere kullanılmış ve bir ülkenin denize yayılan karasularının genişliği ne kadar ise hava sahasının da o kadar olduğunu teyit etmiştir.
Bu durumda, sözleşmelerde karasularının genişliği nasıl ve hangi kriterlere göre düzenlenmiştir? Birleşmiş Milletler Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin üçüncü maddesinde şu ifadeler bulunmaktadır:
“Her devlet karasularının genişliğini belirleme hakkına sahiptir. Bu genişlik kıyı şeridinden başlar ve 12 deniz mili üzerine çıkamaz.” Tabii bu durum da gene şartlara bağlanmış bulunuyor. Örneğin körfez, kapalı ya da yarı kapalı deniz ya da boğazlar vb. durumunda, komşu ülkenin haklarını kısıtlayıp yok saymayacak bir tarzda karasularının sınırı belirlenmek zorundadır vb.
Öte yandan emperyalizm yasalara uymaz, yasaları kendi politikalarına uydurur. Dünyanın birçok bölgesinde gerçekleştirilen emperyalist işgal ve müdahalelerin BM onayıyla yapıldığı ortada. Bu durumda BM’nin uluslararası deniz hukukunun halkların ortak kullanım ihtiyacına ve denizlerdeki doğal zenginliklerin ortak paylaşım amacına göre oluşturulmadığını, tersine, tekellerin çıkar ve egemenliklerine hizmet için gündeme getirildiğini vurgulamak gerekir. Uluslararası deniz hukuku sözleşmeleri halkların denizler üzerindeki haklarını adil bir biçimde belirlemek için değil, zenginliklerini paylaşmak için yapılmışlardır.
Bugün dünyada denizle kıyısı olan ülkelerin ekonomik münhasır bölge ilan etmeleri durumunda ortaya çıkacak olan tablo, kıyı ülkelerinin bütün denizlerin yüzde 35.8’ini kontrolleri altına alacak olmasıdır. Bu da balıkçılık yapılan alanların yüzde 90’ının, denizlerde bilinen doğal kaynaklara sahip alanların ise yüzde 87’sinin kapitalistlerin mülkü haline gelmesi demektir. Bu durumda denizler üzerindeki anlaşmazlıklar basit sınır anlaşmazlıkları değil, paylaşım kavgasının unsurlarıdır.
12 MİL SORUNU
Yunanistan 1936’dan bu yana bütün kıyı şeritlerinde karasularının genişliğini 6 mil olarak kararlaştırdı. Türkiye’nin Ege’de bulunan bugünkü karasuları da gene bu ölçüdedir. Ama Türkiye’nin Karadeniz’de (SSCB ile yapılan anlaşma gereği) ve Doğu Akdeniz’de karasuları 12 mildir. İyon Denizi’nde ise Yunanistan çok yakın bir süreçte karasularını 12 mile çıkardığını duyurdu.
Dünyada benzeri durumların olduğu başka bölgeler ve ülkeler de var. Örneğin Japonya’nın Rusya ve Kore ile olan deniz bağlantısı. (Bu ülkeler arasında dört boğazın bulunduğunu belirtmek gerekir) Karasuları, adalar arasındaki mesafeyi de kapsayacak biçimde üç deniz mili olarak tespit edilmiştir. Bir başka örnek ise Finlandiya Körfezi. Önceleri SSCB ve şimdi Rusya ve Estonya ile yapılan anlaşmada Finlandiya karasularını üç mil olarak belirlemişti.
Doğu Akdeniz’de ise Erdoğan, Türkiye’nin çıkarlarından taviz verilmeyeceğinden bahsederken Yunan Hükümeti, Yunanistan karasularının AB karasuları ve dolayısıyla sınırı olduğu açıklamaları yaparak kıta sahanlığını 12 mile çıkarma tehditleri savuruyor.
Mevcut durumda Ege Denizi’nin yüzde 43,5’i Yunanistan’a, yüzde 7,5’i Türkiye’ye ait. Yüzde 49’u ise uluslararası karasular olarak kabul ediliyor. Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarması durumunda Yunanistan’ın karasuları yüzde 71,5, Türkiye’nin yüzde 8,8 olacak. Uluslararası karasular ise 19,7.[1]
Bir başka anlatım tarzıyla: “Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarmasıyla şu andaki 132 bin kilometre kare deniz alanı 495 bin kilometreye çıkacaktır.”[2]
Ancak aslında, Ege’nin coğrafik konumu göz önünde bulundurulduğunda karasularının 12 mile (370 km) çıkarılması mümkün değil. Bütün sorun, 200 deniz mili hakkı tanıyan ekonomik münhasır bölge ilanıyla ilgili.
2. DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ DENİZ HUKUKU
İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar deniz hukuku ve hakları deyince, deniz ulaşım yolları, deniz ticareti ve askeri alana yönelik önemleri akla geliyordu. Deniz yolları ikinci derecede bir öneme sahipti ve daha çok balıkçılıktan faydalanılıyor ve sanayi mallarının ulaşımı için gerekli olan limanlara ihtiyaç duyuluyordu. Sonraki yıllarda Amerika ve Fransa gibi gelişmiş kapitalist ülkeler karasuları sınırı ve kıta sahanlığından bahsetmeye başladılar. Kıyılardan başlayan ve denizin içlerine doğru yayılan belli bir mesafe kara suları olarak adlandırıldı ve bunun daha çok savunma amaçlı olarak gündeme getirildiği söylendi.
Türkiye ve Yunanistan arasında 1930’lu yıllara kadar kata sahanlığı gibi bir sorun bugünkü boyutlarıyla ya da bugünkü önemiyle gündeme gelmemişti. Bu konuda iki önemli girişim Yunanistan tarafından tek taraflı olarak gündeme getirildiğinde bugünkü anlamda henüz uluslararası bir deniz hukuku da yoktu. Yunanistan, 1931 yılında hava sahasının genişliğini 3 milden 10 mile çıkardığını duyurdu. Bu tutum deniz kıta sahanlığının da aynı ölçülere göre genişletildiği anlamına geliyordu. Ancak bu süreçte henüz benzeri örneklerin henüz birçok ülkede gündeme getirilmemiş olduğunu belirtmek gerekir.
1936 yılında Yunanistan tek taraflı olarak kıta sahanlığını 6 mile çıkardığını duyurdu.[3]
Bu açıklama aslında bir paradoksun ortaya çıkması anlamına geliyordu: Hava sahası ile deniz kıta sahanlığının boyutları birbirinden farklılaşıyor ve bu çelişkili bir durum oluşturuyor. Yani hava sahanlığı ile deniz sınırlarının farklı olduğu bir durum ortaya çıkmış oluyor. Türkiye ve Yunanistan arasında bitip tükenmek bilmeyen hava sahası ihlalleri ya da deniz tatbikatları konusunda ortaya çıkan anlaşmazlık ve iddialar aynı zamanda bir paradoksa işaret ediyor. Yunanistan hava sahasının ihlal edildiğini söylerken, Türkiye Yunanistan hava sahasının 10 mil olmadığını ileri sürüyor ve kendi hava sahası içinde yapılan uçuşların aslında Yunanistan tarafından engellendiğini gündeme getiriyor. Tam bir kayıkçı dövüşüne dönüştürülen bu sorun nedeniyle gerginlikler tırmandırılıyor ve karşılıklı ihlal suçlamaları yapılıyor.
MÜNHASIR EKONOMİK BÖLGE DENİZLERİN PARSELLENMESİDİR
BM Deniz Hukuku Sözleşmesinin maddelerinden çıkarılacak sonuçlardan biri de (özellikle münhasır bölge tanımı göz önünde bulundurulduğunda), söz konusu BM kararlarının sadece coğrafik tanımlarla sınırlı kalmadığı ve kararların aynı zamanda hukuki bir çerçeveye kavuşturulduğudur. Yani bugün münhasır ekonomik bölge tanımı, kıta sahanlıklarını ve sınırlarını değil, kıta sahanlıkları ötesindeki deniz yüzeylerinin ve altının ekonomik, askeri, politik kullanımına yönelik hakları ifade ediyor.
Pasifik’teki emperyalist paylaşım, Çin-Japonya ilişkilerinde adalar nedeniyle gündeme gelen gerginlikler, Kuzey Kore-ABD ilişkileri vb. bu gerçeği ortaya koyan örnekler. Çin’in Güney Çin Denizi’nde kıta sahanlığını 12 mile çıkarması ve münhasır ekonomik bölgesini genişletmesi, Vietnam ve Filipinler’le sürtüşmelere yol açmış bulunuyor. Paracel adı verilen ve üzerinde yaşam olmayan adalar, doğal gaz rezervleri ve stratejik önemleri açısından Çin, Vietnam ve Tayvan arasında sorun oluşturuyor.
Çatışma alanlarından biri de Kızıl Deniz. ABD, İngiltere, Rusya, Fransa, Çin Kızıl Deniz’de kıyısı olan ülkelerde ya üs kurmuş ya da var olanları daha da güçlendirmiş bulunuyorlar. Kızıl Deniz, Akdeniz’le, Hint Okyanusunu birbirine bağlamakta, Afrika ve Asya kıtalarını ise birbirinden ayıran oldukça önemli bir coğrafya parçasını oluşturmaktadır. Bölge birçok açıdan oldukça önemli olarak değerlendirilirken, kıyı sahibi ülkeler deniz hakları konusunda uzun yıllardan beri devam eden ciddi sorunlar yaşıyorlar. Ortadoğu’ya yönelik emperyalist müdahaleler ise, sorunları iyice çözümsüzleştirmiş bulunuyor.
Kapitalizm ancak özel mülkiyetin büyümesiyle gelişir ve yayılmacılığa yönelir. Kapitalizmde hukuk, denizin de karanın da kapitalist mülkiyet altına alınması demektir.
Öncelikle AB enerji alanında Rusya’ya olan bağımlılıktan kurtulmak ve EASTMED adı verilen denizaltı enerji projesiyle İtalya ve Yunanistan üzerinden Mısır, İsrail ve Kıbrıs’a bağlanmak istiyor.
Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge ilanıyla beraber uluslararası tekellerin bölgeye üşüştüklerini belirtmek gerekir. Amerika petrol tekeli ExxonMobil, Fransız tekeli Total, İtalya tekeli ENI, Rusya tekeli GAZPROM ve Rosnef, Hollanda tekeli Shell, İngiliz tekeli BP ve İspanya tekeli REPSOIL doğu Akdeniz’deki paylaşıma aktif katılan tekellerdir. Bu ülkelerin doğu Akdeniz sorununda taraf oldukları ve bölgeye savaş gemileri göndererek bölge ülkelerinin de içinde yer aldığı tatbikatlar gerçekleştirdikleri biliniyor.
DOĞU AKDENİZ’DE MÜNHASIR BÖLGE İLANLARI
EMPERYALİST MÜDAHALEYE KAPI ARALIYOR
Türkiye ve Yunanistan hakim sınıfları bir yandan sırtlarını emperyalist ülkelere ve ittifaklara dayar, diğer yandan bölgedeki emperyalist rekabetlerden yararlanarak durumu kendi yararlarına çevirme üzerine yatırım yaparlarken, daha çok bağımlı olmakta ve emperyalist politikaların bir parçası durumuna gelmektedirler.
Yunan hükümeti her fırsatta bir yandan ısrarla sınırlarının AB sınırları olduğunu savunurken, bir yandan da NATO stratejilerine bağlılığını dile getiriyor. İsrail’e yanaşması, Mısır ile AOZ anlaşması yapması, AB politikalarının bölgedeki kararlı savunucu olması, uluslararası tekellerin sözcülüğüne soyunmasında vb. görünen budur. Diğer yandan Akdeniz gerginliğinin artmasıyla beraber Yunan hükümeti milyarlarca dolarlık silah satın alınmasını kararlaştırmış durumda ve bu da bağımlılığı pekiştiren bir etken.
Türkiye’nin de aynı yolda olduğu ve hatta bölgede “oyun kurucu” ve yayılmacı politikalar izlediği ortada. Bölge halklarına yönelik tehditler, müdahaleler, anlaşmalar ve silah sanayisine yönelik yatırımlar devasa büyüklükteki bir bütçenin bu alana kaydırıldığını gösteriyor. “Ulusal çıkarlar” gerekçe gösterilerek yapılan ittifakların ve anlaşmaların faturası halka kesilmektedir.
NATO-ABD, İncirlik ve Girit’te bulunan askeri üsleri kullanarak bölge ülkelerine müdahale etmektedir. Akdeniz, Ege ve Kıbrıs sorunu nedeniyle Yunanistan ve Türkiye’de karşılıklı olarak dozu artırılan gerici-milliyetçi propagandalar da ayrı bir sorunu oluşturmaktadır.
Doğu Akdeniz’de ortaya çıkan durum Kıbrıs sorununu da iyice çıkmaza sokuyor. Münhasır ekonomik bölge ilanı ve anlaşmalarıyla çözüm olanakları imkansızlaşacak bir yöne doğru evriliyor. Gelinen aşamada Türkiye, Kıbrıs kartını çözümden yana değil çözüm karşıtı olarak kullanacaktır. Kıbrıs’ta iki toplumlu birleşik çözümün olanakları bütünüyle ortadan kalkacaktır.
HALKLARIN YARARINA KALICI BİR ÇÖZÜM AMACI YOK
Her iki ülke yönetimleri son günlerde diplomatik çözümlerden yana olduklarına dair bir görüntü oluşturmaya çalışıyorlar. Bu temelde de “istikşafi” görüşmeler başlamış durumda. Peki “istikşafi” denmesi nasıl yorumlanmalı? Öncelikle her iki ülke yönetimleri anlaşmazlıkların ne olduğu üzerinde anlaşmış değiller. Teknik heyetler anlaşmazlık noktalarının neler olduğu üzerinde anlaşacak ve hükümetler düzeyinde görüşmeler yapılacak. Bunun böyle olmasının nedeni her iki ülkenin ortaya koyduğu “kırmızı çizgiler”dir. Kırmızı çizgi denen sorunlar üzerinde konuşulmazsa, neler üzerinde konuşulacak? Ya da nasıl bir çözüm bulunacak? Açıkça söylemek gerekirse her iki ülke yönetimi esas sorunlarda kalıcı bir çözümden yana değiller. Dolayısıyla olası bir çözümün ancak bir süreliğine sorunları rafa kaldırma dışında bir işe yaramayacağını belirtmek gerekir.
Kalıcı bir çözüm ancak Ege’nin her iki yakasındaki halkların karşılıklı çıkarları temelinde kardeşliği ve dayanışmasıyla mümkündür. Bu ise, ancak tüm emperyalist güçlerin ve yabancı tekellerin bölgeden çıkması, emperyalist ittifaklara sırt dönülmesi, üslerin kapatılması, silahlanmaya son verilmesi ile olur.
[1] http://www.kathimerini.gr/911511/article/epikairothta/politikh/o-or8ologismos-ths-toyrkias
[2] Yunanistan Komünist Partisi milletvekili İoannis Gokas’ın 17 Aralık’ta yaptığı Meclis konuşmasından; (https://www.youtube.com/watch?v=inSYVU_bvB8&feature=share&fbclid=IwAR0FzB6NgubcLPbvbVrFp9Fej97mfLJbpguEUhzmqtvX_yX79xzcML5ufu)
[3] ΓΕΕΘΑ: http://www.geetha.mil.gr/el/violations-gr/121-epexhghseis-orwn.html